8 Eylül 2012 Cumartesi

Kur'an'ın Tarihselliği Prof. Dr. Mehmet Soysaldı

Kur'an'ın Tarihselliği
Prof. Dr. Mehmet Soysaldı

Kur'an, miladî 610 yılında insanlığın hidayeti, refahı ve mutluluğu için Allah Teâlâ tarafından Cebrail aleyhis selam vasıtasıyla Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme vahyedilen en son ilâhî kitaptır.
Kur’an, önceki ilâhî kitaplardan farklı olarak bir defada toplu olarak inmemiş, olaylara uygun olarak, 23 yıl gibi bir süre içerisinde parça parça inmiştir.
Kur’an ayetlerinin tarih içerisinde olan olaylarla bir ilişkisi vardır. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in bir kısım ayet ve sureleri, meydana gelen bazı olaylar ve Peygamberimize sorulan sorulara cevap olarak indirilmiştir. Ayrıca bazı ayet ve surelerde önceki peygamberler ve geçmiş milletlerin başına gelen birtakım tarihî olaylardan bahsedilmektedir. Bu yönlerini göz önünde bulundurarak Kur’an’ın tarihle ve tarihsel olaylarla bir ilişkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak son zamanlarda “Kur’an tarihseldir” diyerek, Kur’an’daki bazı emir ve hükümlerin Kur’an’ın indiği dönem için geçerli olduğu, bugün ise bir geçerliliğinin kalmadığını ileri sürenler ortaya çıkmıştır.

Biz bu yazımızda Kur’an’ın tarihselliği konusunu inceleyerek, Kur’an’ın tarihselliği ne demektir? Bu fikir ilk olarak ne zaman ve nerede ortaya çıkmıştır? Bu anlayışla Kur’an’ı yorumlamak doğru mudur? gibi sorulara cevap verecek, Kur’an’ın yorumunda tarihselciliğin esas alınıp alınamayacağı hususuna açıklık getirmeye çalışacağız.
1- Tarihsellik Nedir?
Tarihsellik veya tarihselcilik kavramı, önceleri tarih alanındaki araştırmalarda, daha sonra da felsefe ve din bilimleri alanında kullanılmaya başlanan kavramlardan biridir. Bu kavram için dînî ve din dışı olmak üzere farklı, hatta birbirine zıt tanımlar yapılmıştır. Bu tanımlardan bizi ilgilendiren bu kavramın dinî alandaki tanımıdır. Daha doğrusu bu kavramı kullanan müslüman aydınların bununla neyi kastettikleridir.
Müslüman aydınlara göre tarihsellik; hâdise ve hükümlerin her zaman tarihsel seyri içerisinde görülüp, evrensel bir seviyede değerlendirilmemesidir. Tarihselliğin başka bir tanımı da şöyledir: Hukûkî bir hükmün belirli bir tarihî, coğrafî ve sosyal ortamda var olması, onun varlık ve devamının bu şartların varlık ve devamına bağlı olmasıdır. Yani, tarihin bir diliminde meydana gelen bir olay o zaman dilimindeki sosyal, siyasal, ekonomik, coğrafî vb. şartlar tarafından oluşturulduğundan, söz konusu olayı anlayabilmek için adı geçen şartları özümsemek şarttır. O dönemi, kendi yaşadığımız ortamda hâkim ve geçerli olan kıstaslarla kıyaslayamayız, her dönem kendi içerisinde doğrudur.1
2- Tarihselliğin Doğuşu ve
Gelişmesi
Öncelikle belirtmemiz gerekir ki, tarihsellik, tarihselcilik gibi kavramlardan söz ederken bizim dışımızda doğmuş ve gelişmiş bir fikirden, belli bir bakış açısından söz ettiğimizi bilmeliyiz. Çünkü tarihsellik kavramı batı düşüncesinin bir ürünüdür, insanî olguların açıklanmasını onların doğuş şartlarıyla açıklamaya çalışmaktır. Bu kavram ilk defa 1649 yılında Henry More tarafından; daha sonra da E. Bayer ve Hegel tarafından kullanılmıştır. “Geçmişte olup biten her şeyin geçmişte kalmasına rağmen etkisini sürdürmesi hâlini ifade için kullanılır.”2
Bu kavram öncelikle Hıristiyanlık diniyle ilgili araştırmalarda kullanılmıştır. Zira Hıristiyanlık için buna ihtiyaç da vardı. Çünkü kitabı tahrif edilmiş olan bu dinde Hz. İsa ilâh konumuna oturtulmuş böylece o, insanüstü ve tarih üstü bir kimliğe büründürülmüştür. Hıristiyanlıktaki vahiy anlayışı da İslam’daki vahiy anlayışından farklıdır. Onlara göre vahiy, Hz. İsa’nın kendisinden farklı bir kimliğe sahip değildir. Bu anlayış da Hz. İsa’yı insanüstü kılmaktadır. Ayrıca Hıristiyanlığın kutsal kitabı olan İncil, orijinal dilini koruyamadığı gibi ortada birçok İncil bulunmaktadır. Bu İnciller arasında birtakım farklılıklar da söz konusudur. Bunun yanında asırlar boyunca İnciller kilisenin tekelindeydi. Onları anlama ve yorumlama hakkı sadece kiliseye ait idi. Bu yüzden yorum çabaları kapalı bir daire içinde, tarihten ve tarihi bağlamdan kopuk olarak sürmüştür. Söz konusu ettiğimiz bu hususlar, Hıristiyanlıkta, üzerinde düşünülemez ve tartışılamaz dogmaların çoğalmasına neden olmuştur.
Hıristiyanlığın bu dogmatik çerçevesinin 16. yüzyılda ortaya çıkan reform hareketleriyle birlikte kırılmaya başladığını görüyoruz. Önce kilisenin yorum üzerindeki otoritesi kaldırıldı. Kartezyen düşüncenin teolojiye yansıtılması ile bazı teolojik düşünce hareketleri de başladı. Bu aydınlanma süreciyle birlikte Batıda akıl ön plâna çıkmış, hıristiyânî dogmalar tartışılmaya, hatta reddedilmeye başlanmıştır. Artık kilise, eskiden olduğu gibi “şunlara inanacaksınız, şunlara inanmayacaksınız” demekte güçlük çekmektedir. Bundan dolayı kimi dogmaları rasyonelleştirmek zorundadır. İşte bu durum, Hz. İsa ve İncilleri tartışmaya açmıştır. Hz. İsa’nın kimliği neydi? İnsan mı, ilâh mı? Tercüme olan bu İnciller Hıristiyanlığı gerçekten yansıtıyor muydu? İsa ne demek istemişti? Tercüme mahsulü olup birbirinden farklılıklar da arz etmekte olan bu İncillerin lâfızlarından çok, Hz. İsa’nın ne demek istediğini tespit etmek gerekiyordu. İşte bu ve benzeri sorulara cevap aramak için Hz. İsa’nın dönemine gitmek ve söylediklerini o günün konjonktürü içerisinde anlamak gerekiyordu.
Ne var ki Hz. İsa’nın dönemine gitmek, kutsana kutsana ilâhlaştırılan kişiliğini yere indirerek anlamak o kadar kolay bir şey olmasa gerek. Efsaneler ve mitolojiler arasında gerçekçi bir kişilik yakalamak kolay değildir.3
Bu bahsettiğimiz konuda ilk girişim 16. yüzyılda bir Fransız rahibi olan Richard Simon tarafından yapılmıştır. 17 ve 18. yüzyıllar akılcı ve tarihselci-tenkitçi metotların geliştirilmesi sürecine şâhit olmuştur. Salome Semler tarafından geliştirilen tarihselci-tenkitçi hermenötik (yorum bilim) programı kutsal metinlere ve dogmaya karşı yeni bir bakışı ortaya koyuyordu. Bu, gerçekten de Protestan teolojide yeni bir dönemin başlamasına yol açtı. Semler ilk defa Kitab-ı Mukaddese bir dinler tarihçisi ve tenkitçi bir tarih araştırmacısı gözüyle bakıyordu. Semler’e göre tefsir ilmi belli doktrinleri doğrulama aracı olmaktan çıkarılmalı ve artık metnin tenkitçi bir gözle okunmasına başlanılmalıydı. Semler, bunun için iki hermenötik kural geliştirmiştir: Bunlardan birincisi, tefsircinin kendisi ile Kitab-ı Mukaddes arasındaki tarihsel mesafenin farkında olması gereğidir. İkincisi ise, Kitab-ı Mukaddes tefsirinin, metin tefsirinin evrensel ilkelerine uyularak yapılmasıdır. Semler’e göre kutsal metinler Allah kelâmı değildir. Sonuç olarak Semler’in çabası, akılcı ve tenkitçi bir tefsir metodu ve bilimsel bir teoloji ortaya koymak olmuştur.4
3- Kur’an ve Tarihsellik
Batıda geliştiği şekliyle seküler tarihselci yaklaşım daha sonra müsteşrikler tarafından Kur’an’a uygulanmıştır. Aslında müsteşrikler, modernist-hümanist tarihsel bakış açısıyla ilk İslam çalışmalarına başladıklarında, gerek Kur’an hakkında gerekse Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem hakkındaki tarihsel malzemeyi hazır bulmuşlardı.5 Dolayısıyla müsteşrikler bu metodu önce hadislere ve ardından da Kur’an-ı Kerime uygulama gayretleri içerisine girmişlerdir. Bu çabaların tipik örneklerini, dilimize de çevrilen Montgomery Watt’ın “Hz. Muhammed’in Mekkesi” ve Rudi Paret’in “Kur’an Üzerine Makaleler” isimli eserlerinde görmekteyiz.
Paret’e göre, Kur’an’a giden en kestirme yol, tarihsel bakış açısından geçmektedir. Bu yolu izlerken, Kur’anî tebliğleri hemen genel-geçer mutlak ifadeler olarak kabul etmemek gerekir.
Bu tebliğler daha çok, M.S. VII. yüzyıl başlarında Mekke ve (622’den sonra) Medine’de içinde bulunulan ve Hz. Peygamber’in üstesinden gelmek zorunda olduğu, son derece somut tarihsel duruma karşı birer tavır alıştır.6
Buraya kadar açıklamaya çalıştığımız bu söz konusu tarihsel yöntemin seküler anlamda değil, ama özellikle teknik-metodik çerçevede geçmiştekinden daha kapsamlı olarak bugün müslümanlar tarafından da kullanılması, bir başka tartışma noktasıdır. Bu tartışma, Kur’an’ın tarihe sadece 7. yüzyılda Allah’ın bir müdahalesi olmadığı, fakat onun bütün zamanlar için bir müdahale anlamı taşıdığını iddia edenler arasında cereyan etmektedir. Başka bir deyişle bu, aslında Kur’an’a inanan kişiler (müslümanlar) arasındaki bir tartışmadır; yoksa genel olarak müsteşriklerin kabul ettiği gibi “Kur’an’ın hiçbir şekilde bugüne bir şey söylemediğini” iddia etmek tartışmayı farklı bir zemine taşıyabilir.7
Müslümanlar arasında tarihselci bakış açısının en belirgin örneğini Fazlur Rahman oluşturmaktadır. Fazlur Rahman, “İslam ve Çağdaşlık” adlı eserinde önerdiği Kur’anî Hermenötik projesinde bu tarihselci yaklaşımı sergilemekte, Kur’an’ı anlayabilmenin ilk şartının onun indiği dönemi incelemek olduğunu söylemektedir.8
Tarihsellik fikrini sistematize etmeye çalışan Fazlur Rahman’a9 göre, değişme ilkesine gelişigüzel bir sınır çizilmeyeceğine göre, bu ilke Kur’an’ın özel hükümlerine göre genişletilebilir. Maksat, manevî ve ahlâkî hayatımızın temelini, Kur’an ilkelerine göre oluşturmak ise, özel bir sosyal hadise ile özel bir çözümün şekli ezelî ve ebedî olamaz.10 Ona göre, Kur’an-ı Kerim, yeryüzünde âdil ve ahlâkî temellere dayalı yaşanabilir bir toplumsal düzen kurmayı hedefler. Bu çerçevede Peygamberin vazifesini şöyle belirler:
Peygamber, yeryüzünü ıslah etmek ve fesadı ortadan kaldırmak, böylece iyiliğin emredildiği, kötülüğün yasaklandığı Allah’ın hâkimiyetinin esas alındığı bir toplum düzeni tebliğ etmekle mükelleftir.11
Hükümlerin tarihselliğini vurgulamanın en açık yolu Kur’an-ı Kerim’in hukuk kuralları ile ahlâk kuralları arasında fark olduğunu belirtmekten geçmektedir. Nitekim Fazlur Rahman da müslüman hukuk geleneğinin en büyük hatasının, Kur’an’ın temelde bir hukuk kitabı olarak görülmesinde yattığını düşünmektedir. Ona göre Kur’an’ın hukuka kaynaklık etmesindeki asıl, adaletin teminidir.12
Bu ayırım esas alınınca, modern dünyanın bilimsel ve teknolojik meydan okumalarına karşı geri kalmamızın nedeni olarak faizin haramlığı, kadının şahitliği, mirasın paylaşımı gibi hukûkî normlarda, hâkim durumda olan Batı hukuk ilkelerine göre düzenlemeler yapılabilir, sonucuna ulaşılır. Hükümler tarihsel olarak görüldüğü için, Peygamber döneminde, toplumun selâmeti için faizin yasaklanması gerekmektedir; zira faizli alışverişler toplumsal yatırımların maliyetini kat kat artırmaktadır. Bu ise toplumsal dengeyi bozar, dolayısıyla faiz haramdır.13
Fazlur Rahman’a göre Ortaçağ fakihleri bu ilkeden “faizin her türlüsü haramdır” diye bir sonuç çıkarmışlardır. Bugün modern banka sisteminin görev yaptığı ekonomik dünyada bu görüşün hâlâ geçerli olmasını garip karşılayan Fazlur Rahman’ın, çok evlilik ve şahitlik hususlarında da benzer yöntemle çıkarılmış hükümleri vardır.14
Kur’an’ın tarihselliğini savunanların ne demek istediklerini ve bununla ne kastettiklerini şöyle özetleyebiliriz: Hukûkî bir hükmün belirli bir tarihî, coğrafî ve sosyal ortamda mevcut olması onun varlığı ve devamının bu şartların varlığı ve devamına bağlı bulunmasıdır. Dolayısıyla tarihsel denen hükümler, sadece teşrî kılındıkları zamanın şartları içerisinde yaşayanları bağlayıp farklı tarihî, coğrafî ve sosyal ortamlarda yaşayanlar için ise herhangi bir bağlayıcılık yönleri yoktur. Böyle bir tarihsel hükmü içeren ayetin lâfzının bize kadar korunmuş olarak geldiğine iman esastır. Ancak onun manasının yalnızca ilgili olduğu dönemin sorularına uygun çözüm içerdiği ve bu anlamın uygulanmasının gerekli olmadığı, böyle bir uygulamanın diğer şartlar içerisinde yaşayan insanların içtihatlarına bağlı olduğu kabul edilir.15
Burada şunu açık bir şekilde ifade etmeliyiz ki, Kur’an-ı Kerim belirli bir zaman dilimi ve coğrafî düzlem içinde ve birtakım sosyal ve kültürel şartlar altında yaşayan bir topluma nâzil olmuştur. Kur’an’ın içinde bütün insanlığa hitap eden ve bütün zamanları kapsayan ebedî ve evrensel birtakım hükümler olduğu gibi, nâzil olduğu dönemin tarihi, coğrafyası, örf ve âdetleri anlayış ve uygulamalarıyla ilgili sorunlar ve bu sorunların mümkün ve muhtemel çözümlerine dair hükümler de bulunmaktadır. Dolayısıyla Kur’an içinde hem tarihsel hem de evrensel hükümler bulunmaktadır.16
Evrensel Hüküm: Hukukî norm veya hükmün, herhangi bir tarihî, coğrafî ve sosyal ortamla sınırlı olmaksızın bütün zamanları kapsaması ve herkesi bağlamasıdır. Kur’an’da bulunan evrensel hukûkî hükümleri içeren ayetlerin hem lâfzına ve manasına hem de bu mananın ebedî, evrensel korunmuş ve bire bir olarak uygulanmasının vâcip olduğuna iman esastır.17
Kur’an’ın hukûkî hükümleri arasında evrensel ve tarihsel unsurların bulunmasında bir çelişki yoktur. Çünkü belli bir coğrafya ve sosyal yapı içerisinde gelen ilâhî hitabın, ilk muhataplarının problemlerine çözüm getirmesi doğal bir şeydir. Eğer Kur’an’daki hükümler, ilk muhataplarının yaşam standartlarının üzerinde olsaydı, bu durum akla uygun düşmezdi. Kur’an’ın yaklaşık 23 yıl süren teşrî tarihi içerisinde ilk muhataplarının sorunlarına değindiği, onlarla ilgili çözümler getirdiği tarihî bir vâkıadır. Fakat bu durum, Allah’ın sadece VII. yüzyıl insanlarının maslahatlarını gözettiği, onların dışındaki tarihî, coğrafî ve toplumsal şartların ihtiyaçlarını dikkate almadığı anlamına gelmez.18
Kur’an’ın sadece nâzil olduğu zamana hitap ettiğini söylemek Kur’an-ı Kerim’in;
1. Allah’ın kelâmı olduğunu,
2. Allah’ın zaman ve mekân üstü bir varlık olduğunu kabul etmemek manasına gelir.19
Elbette Kur’an’ın iyi anlaşılabilmesi için, Kur’an’ın asıl vahyolduğu zamanın, mekânın ve zihniyet yapısının bilinmesi gerekir. Çünkü o geçmişte hangi şeyler için tenzil olduysa, bugün de aynı şeylere çözüm için vardır. Onun evrenselliği de budur. Demek ki Kur’an’ın anlaşılmasında toplumsal çevre her zaman önemlidir. Kaldı ki Kur’an, tarihsel bir boşlukta nâzil olmamıştır. Kur’an, insanların önceki peygamberlere indirilen vahiyleri tahrifleri sonucu ortaya çıkan sorunlarına cevap olarak indirilmiştir. Hz. Peygamber, kendine peygamberlik vazifesi tebliğ edilmeden önce verilen sıfatlardan da anlaşıldığı gibi, çok düşünceli hassas bir insandı. İçinde yaşadığı toplumun sıkıntılarına, adaletsizliklerine bir cevap bir çözüm arıyordu. Hira’ya gidişi de bu sebeptendi. Bir beşer olarak işin içinden çıkamıyordu ve nihayet bir gün ona ilâhî mesaj geldi. Hz. Peygamber’in “belini kıran yük” sırtından alındı ve göğsündeki sıkıntılar ortadan kalktı. Elbette bu sefer kendisine daha önemli vazifeler yüklenmişti. Ama artık kimse; “benim şu kendi ellerimle kazandığım şeyde başkalarının ne hakkı olabilir?” diyemeyecekti. Kız çocukları da bir “utanç vesilesi” olmayacaktı. Seküler bir toplumdan Allah’ın iradesine teslim olan ve kendilerini emniyette hissedenlerin oluşturduğu bir topluma geçildi. Bütün bunlar Kur’an vahyinin insan ve toplumsal çevre ile ne kadar bağlantılı olduğunu gösterir. Kur’an kendi bağlamsal bütünlüğü içerisinde ele alınmazsa onun anlaşılması, yorumlanması, tatbiki mümkün değildir.20
Bu nedenle, Kur’an’ın doğru anlaşılabilmesi, Kur’an’ın indiği döneme gitmek, o dönemin dilini, o dönemin üslûbunu, o dönemdeki mevcut ilimleri esas almayı gerektirmektedir.
Ayetlerin o dönemde hangi şartlar altında nâzil olduğu incelendikten sonra bugünkü insanın ihtiyacını karşılayacağı şekilde yeniden yorumlanması gerekmektedir. Çünkü bugün İslam adına kitaplarda mevcut olan bilgilerin bir kısmı, doğrudan kitap ve sünnete dayanmakta, önemli bir kısmı da bu iki kaynaktaki prensiplerin, İslam âlimlerinin -en yenisi bir asır öncesine kadar uzanan- yorumlardan ibarettir. İmam Ebû Hanife’nin, İmam Mâlik’in hukukçu olarak değerleri inkâr edilmemekle birlikte bunların on iki asır sonrası insanın ve toplumunun ihtiyaç ve anlayışlarına göre yorum yapmalarını beklemek de doğru olmasa gerektir. Bu bakımdan Kur’an ayetlerinin her dönemde yeniden yorumlanması bir ihtiyaçtır.21
Kur’an metninin çağın taleplerine uyarlama teşebbüsüne işaret eden bir kavram olarak çağdaş Kur’an Tefsiri Hz. Muhammed’in ölümünden beri bir zorunluluk olarak kendini göstermiştir. Râşid halifeler döneminde de zaten Hz. Peygamber’in zamanındaki şartlardan farklı durumlar ortaya çıkmıştı. Buna bağlı olarak Kur’an’ın emir ve yasaklarını çok geçmeden yorumlama zorunluluğu ortaya çıkmıştır. İslam hâkimiyetinin hızlı yayılımı sebebiyle yabancı medeniyetlerle ilişkisi ne derece yoğunlaşmışsa yeni yorumlara olan ihtiyaç da artmıştır.22
Bütün bu söylenenler İslam’ın değişmez esaslarının olmadığı, her döneme göre şekil değiştirdiği anlamına da gelmez. İslam’ın temel esaslarının değişmediği bir gerçektir. Fakat onun, şartlar değiştiğinde değişikliğe uğrayan, özü değişmemek ve koruduğu maslahat aynı kalmakla birlikte, şekil ve uygulanış biçimi değişen bir kısmının bulunduğu da bir gerçektir. Hz. Ömer’in İslam’ın şevket dönemine girildiğini gerekçe göstererek müellefe-i kulübe (kalpleri İslam’a ısındırılmak istenenlere) zekâttan pay vermemesi, şartlardaki değişiklikten, İslâmî hükümlerin nasıl etkilendiğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. İslam’ın her dönemin insanının ihtiyaçlarına cevap verebilmesi, o dönemin şartları ışığında yeniden yorumlanmasıyla mümkündür. Yapılan yorumların İslâmî ve ilmî gayelerle yapılması gerekmektedir.23
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Batı kültürünün temelinde yatan pozitivizm, rasyonalizm ve evrimcilik fikirlerine karşı durabilmek, fıkhî bir zeminden ziyade fikrî bir düzeyde gerçekleşmelidir. Bunun içinde muhalif düşüncenin temellerini oluşturan değerleri bilmek gerekmektedir. Yoksa modernistlerin yaptığı gibi, kendi normlarımızla yani vahiyde fıkhî birtakım değişiklikler yaparak gelişmenin sağlanacağını düşünmek pek mümkün görünmemektedir. Çünkü bilginin teşekkülü sosyal açıdandır. Her toplum kendine has bir bilgi sistemine sahiptir.
Bu Batı kaynaklı tarihselcilik anlayışını, taşıdığı mahzurlardan dolayı ilmî ve İslâmî bulmak mümkün değildir. Zira bu yaklaşımın temelinde yatan hata, beşerî olanla ilâhî olanı mahiyet ve mukteza itibarıyla bir tutmaktır.
Bu anlayış tarzıyla vahyin, her şeyi kuşatan ilm-i ilâhînin bir yansıması olduğu unutulmaktadır. Bu yaklaşıma göre, Allah âdeta zamanın zorlayıcı ve sınırlayıcı şartları içinde sıkışmış, ötesini göremeyen bir beşer durumundadır. Hâlbuki zaman Allah’ın hâkimi değil, O’nun mahlûku ve mahkûmudur. Yüce Allah, olmuş, olmakta olan ve olacak her şeyi bilen biri olarak24 ezelî kelâmını indirmiştir.
Vahyin tarihî seyri göz önüne alındığında onun yukarıdan aşağıya bir seyir izlediği görülür. Tarihteki bütün örneklerinde vahiy egemen ve düzenleyicidir. Yeniden düzenlenen ve yapılan vahiy değil, tarih içinde yer alan beşer ve beşerî sapmalardır. İnsanın, vahiy dâhil her şeyin belirleyici öznesi durumuna gelmesi aydınlanma çağı ile birlikte ortaya çıkan bir sapıklıktır. Kur’an, kıyamete kadar gelip geçecek bütün insanlara yönelik bir hitaptır. Kur’an’ın belli bir toplum ve bir tarihî zaman içinde indiği doğrudur. Ancak bu, onun bütün insanlara hatta âlemlere hitap olmasına gölge düşürmez. Bırakın, Kur’an’ı, sıradan beşerî kanunlar bile mümkün olan en uzun zaman göz önüne alınarak hazırlanır.
Kur’an’ın yorumlanmasında tarihselliğin esas alınması durumunda İslam’da hiçbir sâbitenin kalmayacağı muhakkaktır. Metot olarak tarihselliği kabul etmemiz hâlinde sadece ahlâkî ve akidevî hükümleri istisna etmemizin bir mantıkî izahı yoktur. Sonuçta onlar da toplumsal bağlam içinde inmiş ayetlerdir. Örneğin, siz namazı tarihselliğin kapsamı içine sokmayabilirsiniz, ancak birisi kalkıp namazın esasta insanı kötülükten uzak tutmak amacına matuf olduğunu, günümüz yoğun çalışma ortamında bu amaca başka formlarla da ulaşılabileceğini pekâlâ söyleyebilir. Keza birileri aynı metodu işleterek zina, miras, hırsızlık, kadının şahitliği, iddet vb. konularda da farklı şeyler söyleyebilir ki, bugün bu hususlarda da bazı şeyler söylenmeye başlanmıştır.
Tarihsellikte somut çözümler değil, onların arkasında yatan espri ve ruh önemlidir. Buna göre şöyle denebilir: Kur’an’ın sunduğu çözümler nihâî çözümler değil, örnek çözümlerdir. Örneğin, hırsızlık cezası ile ayetin esasta caydırıcı nitelikte bir cezayı telkin ettiği söylenir. Ancak şunu bilmek gerekir ki, insanlar tarihin her döneminde hırsızlığı cezayı gerektiren bir eylem olarak bilmişlerdir. Bunu bilmek için özel bir vahye gerek yoktur. Nitekim vahiyden yoksun toplumlarda da hırsızlık bir suçtur. İnsanlar bu caydırıcı cezanın niteliğini bilmek için vahye muhtaçtırlar.
Keza herkes adaletin ideal olduğunu bilir. Ancak adaletin hangi somut formlarla gerçekleşeceğini bilmek için vahye muhtaçtırlar. İnsanların dinden öğrendikleri budur. Somut çözümleri olmayan bir din, din değildir. Soyut genellemelerle insanları kargaşa ve izafiliğe götüren, bir sistemdir.
Tarihsellik, zanna dayanarak kesin olan şeyleri ortadan kaldırır. Kesin olan ise, Kur’an’daki somut çözümlerdir. Bunların sübutu ve delâletleri sünnetin de beyanı ile birlikte kat’îdir. Tarihselcilik bizzat tarihselcilerin de itiraflarıyla zannî ve izafî sonuçların ötesine geçemez. Yani kesin ve somut çözümlerin yerine ikame ettiğimiz yeni yorumların kesin ve yüzde yüz Allah’ın muradına uygun olduğu söylenemez.
Burada şu hususa da açıklık getirmek sanırım yerinde olur: Örf ve âdete dayalı birtakım hükümler zamanın değişmesi ile değişebilir. Daha doğrusu illetin değişmesiyle hükümler değişebilir. Sadece zamanın değişmesi hiçbir vakit salt olarak hükmün değişimine medar olamaz. Ancak şurası iyi bilinmelidir ki, tarihsellik bunun çok ötesinde bir şeydir. Zira tarihsellik ele aldığı bir hükmün (inanç ve ahlâk hâriç) örf ve âdet kaynaklı olup olmadığına bakmaksızın onu değişim kapsamına alır. Tarihsellikte varılan hükmü, biz kendimizi yaratıcının yerine koyduğumuzdan dolayı ortaya atıyoruz. Diğerinde ise, metin sahibinin bizden bir şekilde esas almamızı istediği bir illete dayanarak sonuca gidilir. Yerleşik usuldeki illetin hükme medar olması ve hükmün illete tâbî olması mutlak nassın bulunduğu bir konuda içtihat yapmamıza izin vermez. Bu noktada Mecelle’deki “mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur” 25 kuralını da hatırlamak durumundayız.
Tarihselcilerin anlayışına göre, Allah, tarihi dilimlere ayırmış, bunların bazısına ve en son olarak 14 asır öncesine bazı somut örneklerle müdahalede bulunmuştur. Sonradan gelenlere ise, “başlarının çaresine baksınlar” demiş oluyor ki, bu doğru bir yaklaşım değildir.
Kur’an’da yer alan bazı ayetlerde geçen hükümlerin sonunda bu hükümlerin “Allah’ın sınırları” olduğu vurgulanmakta ve bunların çiğnenmesi birtakım tehditli ifadelerle nehy edilmektedir. Bu ayetlerin akide ve ahlâk ayetleri değil ahkâm ayetleri oldukları özellikle göz önünde bulundurulmalıdır.26 Ayrıca bu tehditlerin hiçbir zaman ve mekân kaydı gözetmeksizin umumi lâfızlarla getirildiği de dikkate şayandır.
Bakara suresi 275. ayette, Allah’ın haram kıldığı muameleyi helâl kıldığı bir muameleye benzeterek, haramı helâl sayanların maruz kaldıkları azap dehşet verici bir şekilde açıklanmaktadır. Söz konusu ayet, bize şunu göstermektedir: İnsan, Allah’ın hükümlerine alternatif hükümler koyamaz.
Özet olarak şunu söyleyebiliriz ki, buraya kadar zikrettiğimiz hususlar, tarihselci yaklaşımın ne denli tehlikeli bir yaklaşım olduğunu göstermektedir. Tarihselci yaklaşımla yapılan yorumlarda, çağdaş seviyeye ve konjonktüre uyum esastır. Vahiy de ise, Hz. Peygamber’in Hz. Zeynep’le evliliğinde görüldüğü gibi, toplumun egemen normlarına ters düşse de toplumu doğruya yöneltme vardır. Kitabına uydurmak değil, Kitab’a uymak esastır.
* Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. msoysaldi@gmail.com

Kaynakça:
1- Koca, Ferhat, “Kur’an’ı Kerim’deki Fıkhi Hükümlerin Evrensellik ve Tarihselliğini Tespit Konusunda Bir Deneme”, İslâm Düşüncesinde Yeni Arayışlar I, Rağbet Yay., İst., 1998, s. 82.
2- Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, İst., 1992, s. 145; Uyanık, Mevlüt, Kur’an’ın Tarihsel ve Evrensel Okunuşu, Fecr Yay., Ank., 1997, s. 134.
3- Şimşek, M. Said, Günümüz Tefsir Problemleri, Kitap Dünyası, Konya, trs, s. 257, 258.
4- Jeonrad, Werner G, Theological Hermeneuitcs, London, MacMillan, 1991, s. 35-42; Paçacı, Mehmet, “Kur’an ve Ben Ne Kadar Tarihseliz”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, Cilt: 9, S. 2, Ank., 1996, s. 120.
5- Paret, Rudi, Kur’an Üzerine Makaleler, (Çev: Ömer Özsoy), Ank., 1995, s. 16; Watt, W. Montgomery, Bell’s Introduction to the Qur’an, Edinburgh, University Press, 1970, s. 173 vd; Paçacı, a.g.m., s. 121.
6- Paret, a.g.e., s. 100.
7- Paret, Kur’an Üzerine, s. 17,18; Paçacı, a.g.m., s. 123.
8- Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık, Fecr Yay., Ank. 1996, s. 73, 74.
9- Uyanık, Mevlüt, a.g.e., s. 135.
10- Aydın, Mehmet, “Fazlur Rahman ve İslâm Modernizmi”, İslâmî Araştırmalar Dergisi Özel Sayı, S. 4, 1990, s. 283.
11- Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, (Çev: Alpaslan Açıkgenç), Ankara Okulu Yay., Ank., 1996, s. 24, 104, 126.
12- Fazlur Rahman, a.g.e, s. 121.
13- Uyanık, Mevlüt, a.g.e., s. 136.
14- Fazlur Rahman, a.g.e., s. 110, çok evlilik için bkz, s. 123, şâhitlik için bkz, s. 126.
15- Koca, Ferhat, a.g.m., s. 82.
16- Koca, Ferhat, a.g.m., s. 77.
17- Koca, Ferhat, a.g.m., s. 81.
18- Koca, Ferhat, a.g.m., s. 123.
19- Bolay, Süleyman Hayri, “Hz. Peygamber’in Sünnetinde Değişim”, Değişim Sürecinde İslâm, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ank., 1997, s. 48.
20- Çiftçi, Adil, “Kur’an’ı Okumak”, Kur’an’ı Anlamada Tarihsellik Sorunu Sempozyumu, Bayrak Yay., İst., 2000, s. 166.
21- Uyanık, Mevlüt, a.g.e., s. 1.
22- Baljon, J. M. S., Kur’an Yorumunda Çağdaş Yönelimler, Fecr Yay., Ank., 1994, s. 14.
23- Uyanık, Mevlüt, a.g.e., s. 11, 12.
24- Mülk, 67/14.
25- Mecelle madde 13.
26- Bu ayetler için bkz., Tevbe, 9/111,112; Nisâ, 4/13,14; 176.

3 yorum:

  1. Çok açık ve anlaşılır bir makale olmuş Allah razı olsun hocam 😊

    YanıtlaSil
  2. Maaşallah barakallah hocam, çok açıklayıcı olmuş.

    YanıtlaSil
  3. Emeğinize sağlık hocam. Rabbim ilminizi ziyadeleştirsin.

    YanıtlaSil