8 Eylül 2012 Cumartesi

Kur’an’ı Yeniden Okumak / Yusuf İMAMOĞLU

Kur’an’ı Yeniden Okumak / Yusuf İMAMOĞLU
Kur’an’ı okumaktan kast edilen şey, herhangi bir kitabı okumak gibi değildir. Kur’an, insan hayatının hidayet üzere olması için Allah’ın gönderdiği kitaptır. Bu yüzden dünya ve ahiret huzuruna ulaşabilmenin yegane yolu, bu kitaba tabi olmaktan ibarettir.
Kendisini İslam ile ilişkilendiren herkes, Kur’an’ı öyle veya böyle okur. Ancak bu okuma, onların, hayatlarında Allah’ın Kitabı’na biçtiği role ve O’na verdiği değere uygun bir şekilde, farklılıklar gösterir. Kimileri feyz almak, sevap kazanmak için ona yönelir ve okur; kimileri ne yapmaları, nasıl davranmaları gerektiğini bilmek için okur. Kur’an’ın ibare ve kelimelerinin değişik boyutlardaki derinliklerini, farklı amaçlarla çözmek için gerçekleştirilen okumalarla da karşılaşmak mümkündür. Hatta kimi zaman Kur’an’ın özel bir amaca matuf olmadan da sadece sevildiği için okunup dinlendiği söylenebilir. Mesela; Ramazan ayında, mübarek gün ve gecelerde güzel okuma yöntemleriyle okunan Kur’an’ı dinlemek birçok kişiye büyük bir haz verir. Hasılı bütün Müslümanlar, hayatlarında O’na atfettikleri konuma uygun bir şekilde, metnini veya mealini tekrar tekar okuyarak O’nunla ilişkilerini sürekli korumaya çalışırlar.
Yazıya konu olan okuma, Kur’an’a yaklaşım türlerinin hepsini içine alan bir okuma değildir. Allah’ın kitabını Arapça’sıyla ve mealiyle okumanın birçok faydasından söz edilebilse de, bizim kast etmek istediğimiz, O’nu anlama çabasının bizzat kendisidir. Anlama çabasından kasıt ise Kur’an’ın iniş amacına uygun olarak anlama gayretidir.
Kur’an’ı okuyup da, hangi ayetin hangi bilimsel gelişmeyi haber verdiğini, günümüzdeki hangi olayın hangi ayetle önceden bildirilmiş olduğunu bulmaya çalışmak, “Kur’an’ın iniş amacına uygun bir anlama çabası” olarak nitelendirilemez. Ebced hesaplarıyla gelecekte neler olacağını ayetlerden arayanlar ve Kur’an’ın rakamsal veya sözel sırları olduğunu düşünüp onları keşfetmeye çalışanlar da gerçekte O’nu anlamaya çalışıyor sayılamazlar. Çünkü Kur’an, insanın kat edebileceği hiçbir gelişmeyle çelişmemekle beraber, insanın fenni ilimler vasıtasıyla keşfetmesi gereken alanın teknik yönünü aydınlatmaya çalışan bir kitap değildir. Muhataplarına anlatmak istediği şeyi de şifreler aracılığıyla anlatmaz.
Ne kadar çok ve ne kadar derin bir huşu ile olursa olsun; hayata Allah’ın dilediği gibi yön verebilmenin yegane aracı olarak görmekten uzak bir şekilde Kur’an’ı okumak da O’nun iniş amacına uygun bir okuma değildir. İnsanı başka alemlere götüren bir musiki parçası dinler gibi dinlemek veya anlamadığı sözleri tekrarlayıp durmak da “Kur’an’ın iniş amacına uygun bir anlama çabası” olarak nitelendirilemez. Zira Kur’an sadece ruhu hafifletsin, dinginleştirsin diye gönderilmiş bir kitap değildir.1
Kur’an, dünya ve ahiret huzurunun nasıl elde edilebileceğini göstermek için indirilmiştir. Hayatın üzerine bina edileceği ilkeleri ve bunların gerekli açılımlarını içerir. Dolayısıyla Kur’an’ı okumak, O’nun bizden ne istediğini anlama çabasıdır. Nasıl davranacağımızı, nerede ne yapacağımızı ve kime karşı nasıl bir tavır ortaya koyacağımızı öğrenme gayretidir.
Tarih boyunca, bu maksada uygun bir şekilde Kur’an’ı okumaya çalışan birçok Müslüman var olmuştur. Yapılan okumaların kimi bireysel boyutta kalıp, okuyanın kendisine sağladığı hayır ile birlikte unutulup gitmiş; kimileri ise mektep haline gelip, birçok kimsenin Kur’an’ı anlamasına yön vermiştir.
Doğaldır ki, kendisinden sonra hüccet niteliğinde bir vahy gelmeyecek olan Kur’an’ı kendi zaman, ihtiyaç ve kapasiteleri doğrultusunda anlamaya çalışanların ortaya çıkardığı ürünler kendi şartlarıyla sınırlıdır. İstifade edilmeleri her zaman söz konusu olmakla beraber, belli dönemlerdeki okumaları taklit etmeye çalışmak birçok sıkıntı ve sorunu doğurmaya mahkumdur. Zaman ve zemin farkının ortaya çıkardığı farklı doğal şartların etkisi ile gerçekleştirilen okumaların ne ölçüde yeniden okumak olarak nitelendirileceği ise yeniden okumaktan ne anlaşıldığına bağlıdır. Örneğin her yeni durumu vahiyle anlamaya çalışmak, daha genel bir ifade ile Kitab’ı değişen şartlar çerçevesinde yorumlamak yeniden okumak mıdır? Yani Kur’an’ı yeniden okumaktan kasıt nedir?
Kur’an’ı okuyup anlama noktasında tarih boyunca birçok farklı yaklaşımın ortaya çıktığı herkesin bildiği bir gerçektir. Bu farklılıklar, sadece bazı ayet ve hükümlerin farklı şartlar altında farklı izah edilebilmesinden ibaret değildir. Zekattan, kalpleri İslam’a ısındırılmak istenenlere pay ayrılırken bir dönem sonra bu uygulamadan vazgeçilmesi yeni bir okuma olarak nitelendirilemez. O halde yaklaşım biçimi değişmediği takdirde aradan geçen zaman ne kadar uzun olursa olsun okumanın ortaya çıkaracağı ürünler farklı görünmesine rağmen yeni bir okumadan söz edilemezken; okumanın yöntem ve biçimi değiştiğinde aynı zaman dilimi içinde birbirinden farklı tavırları görmek mümkündür.
Zekat dağıtımı konusundaki iki farklı uygulama, iki farklı okumanın ürünü olmadığı halde, selefi okuma ile Mutezilî okuma birbirinden farklıdır. Ve sonraki öncekine göre yeni bir okumadır. Dirayet tefsirleri ile rivayet tefsirleri arasındaki fark da bir yaklaşım biçimi farkının sonucudur. Klasiklere karşı modernist okuma biçimleri de yeni okumalardır. Yeniden okumanın bir kavramsallaştırmaya ihtiyacı olmamakla beraber bizce anlamayı derinden etkileyen biçim ve yöntem farklılığı olarak anlaşılması daha doğrudur. Zira yeniden okuma, apayrı pratikler ve anlayışlar ortaya çıkmasına sebep olur.
İşte bu noktada sormak gerekir:
Kur’an’ı yeniden okumaya ihtiyaç var mıdır?
Bu soruya verilebilecek cevaplar;
- Kur’an’ın evrenselliği veya tarihselliği
- O’nu insanlara okumakla görevlendirilen Peygamberin okuyuşunun nasıl anlaşılacağı
- Peygamberin okumasının, hangi durumlarda kendi döneminin şartları ile sınırlı, hangi durumlarda evrensel olduğu, insanın karşılaşabileceği durumları kuşatmakta yeterli olup olmadığı ile doğrudan ilgilidir.
Öncelikle şunu belirtelim: Belli bir Kur’an okuma tecrübesine sahip kişilerin ve toplulukların, kendilerini ve okuyuşlarını değerlendirmeleri sonucunda yaptıkları hataları anlayarak, “okumalarında değişiklik yapma” düşüncesine ulaşmaları mümkündür. Bugüne kadar ki okumanın yanlışlarını anlayanlar için yeniden okumak gerekli hale gelir. Ancak bu, kişiye veya topluma nispetle bir yeniden okuma anlamına gelirken, aslına nispetle bir yeniden okuma anlamına gelmez. Bununla ilgili bir niteleme yapılacaksa, onların hatalarından dönmeleri demek daha doğrudur.
Kur’an’ın ilk muhatabı olan, Kur’an tarafından eğitilerek yetiştirilen ve Kelamullah’ın övdüğü sahabe toplumu; vahyin anlaşılması ve hayatta gerçekleştirilmesi konusunda atlanmayacak bir örnek olarak Müslümanların karşısında durmaktadır. Ancak ne var ki, Resulullah ve ashabının örnekliğinin niteliği ve sınırlarıyla ilgili yapılan farklı tanımlamalar, farklı Kur’an okumalarının da asli sebeplerindendir. Dolayısıyla Kur’an’ın nasıl okunması gerektiğine dair yorumlar, Resul’e yani Resul’ün sünnetine getirilen yorumlara bağımlı olarak gelişir.
Bu durum bir gerçek olarak kabul edildiğinde;
- Kur’an’ı yeniden okumak gerekir mi?
- Kur’an’ı bugün nasıl okumak lazımdır?
gibi sorular, Peygamberin okuyuşu bugün nasıl anlaşılmalıdır şekline dönüşmektedir. Bu sorunun cevabını birkaç maddede vermeye çalışalım:
1- “Peygamberin okuyuşu” meselesine getirilen farklı yaklaşımlar ve sonuçları:
Resulullah’ın örnekliğinin sınırları ve boyutları ile ilgili kabuller; Peygamberin giydikleri ve yedikleri de dahil her şeyin, şekilsel yönleriyle beraber bağlayıcı olduğuna inanmaktan, O’nun varoluş sebebinin vahyi insanlara duyurmaktan ibaret olduğuna inanmaya kadar geniş bir yelpaze çizer. Bu yelpaze, Kur’an’ı yorumlamadaki yani okuma biçimlerindeki yelpazenin izdüşümüdür.
Peygamberin her sözünün, her davranışının, sözün ve davranışın şekilsel yönleriyle beraber bağlayıcı olduğuna inanmak, O’nun ağzından çıkan her şeyin vahy olduğuna inanmanın bir ürünüdür. Dolayısıyla da gerek elçinin kendi sözü, gerek ayet ve gerekse ayetin peygamberin hayatında ortaya çıkardığı fiil, doğrudan şeklin ve lafzın işaret ettiği şeyi her şart ve ortam içinde ortaya koyan tek sonuçtur. Buna göre kabak sünnet, karpuz bid’at olur, örtünmenin tek şekli olabilir. Peygamberin örnekliğini, günlük hayatın şekillerini aşarak anlamaya çalışanlarda ise aynı mantık, devrimin kaç senede, açık davetin nerede yapılacağı şeklinde görünür.
Peygamberin konumunu, kendisine gelen vahyi insanlara duyurmak olarak niteleyen yaklaşım ise, zamanın belli bir kesiminde ortaya çıkan bir uygulamanın, kendisinden sonraki ihtiyaçlara cevap vermekte yetersiz kalacağını düşünmenin ürünüdür.
Kur’an’ın okunuşu konusunda yaklaşım biçimlerindeki farklılık elbette sadece bu iki uçtan ibaret değildir. Birbirine yakın veya uzak birçok anlama çabasından söz etmek mümkündür. İçlerinde bir kötülük olmadan samimi çabalarla Kitab’ı anlama çalışanlarda görülen farklılıkların elbette nedenleri vardır. Devam etmekte olan hayatın Allah’ın dilediği şekilde nasıl yaşanacağını düşünen müslümanlar bir çok problemle karşı karşıyadırlar. Gittikçe karmaşıklaşan hayat ve insanların karşısına çıkan yeni başlıklar ayetlerin nasıl anlaşılacağı ve nasıl yorumlanacağı konusunda müslümanların kafasında soru işaretleri doğurmaktadır. Hayat devam etmekte ve her soru cevap aramaktadır. Zira hayat boşluk kabul etmez. Yukarıdaki iki uçtan biri boşlukları sadece nakille doldurmaya çalışırken, diğeri emre muhatap olan bireyin veya toplumun irade ve tercihini dolayısıyla da aklını onun yerine koymaktadır. Birinin azaldığı oranda diğerinin etki alanı genişlemektedir.
Okumakla ilgili farklı yaklaşım biçimleri olarak da ortaya çıkan rivayet ve dirayet gibi tefsir yöntemleri; Selefî – Mutezilî, Sünni – Şii gibi fırkalar, Kur’an’ın nasıl anlaşılacağı ve nasıl yaşanacağına dair farklı önerilere sahiptir. Bu farlılıklar kimi durumlarda içinde bulunulan vakıa ve günün ihtiyaçları ile ilgili olduğu gibi kimi durumlarda da bir önerinin akıbetini görmekle alakalıdır. Örneğin;
Kur’an’ın hurafe ve israiliyatla açıklanmaya çalışıldığı dönemlerde akılcı yaklaşımlar, akılcı yaklaşımla işin çığırından çıktığı düşünüldüğü dönemlerde nakilci yaklaşımlar öne çıkmıştır. Toplumun dünyalıklara dalarak ahlakı ve maneviyatı terk etmeye başladığında mistik tasavvufi yorumlar, dünyayı terk etmekten doğan durağanlığın ve geri kalmışlığın ortaya çıkmasıyla da rasyonel tefsir ve yaklaşımlar kendini göstermiştir. Rasyonel ve akılcı yaklaşımların batı karşısında yanlış tavır takınmaktan kaynaklandığını ve vahyin hayattaki konumunun buna bağlı olarak yanlış tespit edildiğini düşünenler ise aklın değil vahyin esas alarak yorumlanması gerektiğini söylemişlerdir. Fırkalaşmanın ve fırkaların çoğunlukla bu okumalarla paralel olduğu da gözlenmektedir.
Bu yaklaşımlardan kimine göre nakil, kimine göre akıl, kimine göre keşf doğru bir araç olarak kabul edilirken; yöntemlerin farklılığına kaynaklık eden şey sadece araçların farklılığı değildir. Kur’an’ın nasıl bir kaynak olarak tasavvur edildiği de bu farklılıkların önemli bir nedenidir. Kur’an, bu yaklaşımlardan kimine göre mucizeler kitabı, kimine göre tarihi anlatan kıssalar kitabı, kimine göre dünya işleriyle ilgili bir hedefi olmayan sadece ahlakı ve maneviyatı yükseltmeyi amaçlayan bir kitap, kimine göre ise doğrudan doğruya bir anayasa kitabıdır.
Kur’an’a yaklaşım biçiminin, yaşanan sorunlar ve ortamın şartlarından etkilenmesi doğaldır. Zira yanlışı düzeltmek için vahye başvurmak, en azından konu ağırlığını değiştirmektedir. Gerek yöntemleri gerekse içerikleri itibarıyla toplumsal bir soruna veya ihtiyaca karşılık gelen bu okumaların iddiasının, Kur’an’ı ilk neslin okuduğu şekliyle okumak olduğu unutulmamalıdır. Ancak ulaştıkları sonuçlar açısından bakıldığı zaman biçimsel farklılıklara gittikleri gözlenmektedir.
2-Peygamberin örnekliği, biçimsel olarak Kur’an’ın yeniden okunmasına ihtiyaç bırakmaz:
Biçimsellik veya biçimsel farklılıktan kastımız, yöntemle ilgili bir konudur. Ebabil kuşlarının mikroplar olduğu ile uçan devasa varlıklar olduğunu iddia eden iki yaklaşımın farkı okuma yönteminin farklı olmasındandır. Buna karşın Peygamberden sonra bazı uygulamalarla ilgili yapılan değişiklikler şartların değişmesiyle ilgilidir, okuma yönteminin değişmesiyle ilgili değildir. Selefi yöntem ile Mutezilî yöntemin belli bir konuda aynı şeyi söylüyor olması aynı şekilde okuyor olmasından kaynaklanmaz. Bu durumda okumaların vardığı sonuçların aynı veya farklı olmasından yola çıkarak farklı veya aynı olduğu söylenemez. Sonuçlar doğrudan doğruya içinde bulunulan vakıa ile ilgilidir. Yöntemdeki farklılık ise şartlar değişmediği halde aynı öncülden farklı sonuçlar çıkarabilecek bir durumudur. Biçimin değişmesi köklü değişikleri doğurur, şartların değişmesi ise asla uygun farklı sonuçların ortaya çıkarılmasını gerektirir. Bunun yanında karşılaştığımız farklı okuma yöntemlerinin şartlardan bağımsız geliştiğini de iddia edemeyiz.
Gelişen ve değişen zamanın yenilikleri doğrultusunda yorum ihtiyacı baki olmakla beraber biçimsel olarak Kur’an’ın yeniden okunmasına ihtiyaç olduğu söylenemez. Örnek okuyuşun okuma yöntemi dışında yeni bir yöntemle okumaya gerek yoktur. Zira örnek okuyuşun örnekliğinin kalıcılığı biçimselliğindedir/ yöntemindedir, ürettiği ürünlerde değil. Ve “yeniden okumak”tan anlaşılması gereken öncelikle okumada yöntem değişikliği olmalıdır.
Bütün farklılığına rağmen hiçbir okuyuşun Peygamberin okuyuşundan ayrı bir yönteme sahip olduğu iddiasıyla karşılaşmayız. Tasavvufi okuma da bu iddiaya sahiptir, gayet modernist bir okuma da bu iddiaya sahiptir. Yöntemin, bütün adımlarıyla tespit edildiğini düşünenler bunu Rasulün okuyuşunu bütün merhaleleriyle birebir takip ederek yaparken; yöntem konusunda daha serbest davrananlar, peygamberin okuyuşunun zamanın şartlarına göre değişen bir yönteme sahip olduğunu düşünmektedir. Birbirinden bütün farklılıklarına rağmen hemen her okuma biçimi, kendilerinin yöntem olarak da peygamberin okuyuşuna benzer olduğunu iddia etmektedir.
Mevcut literatürde karşılaşılan farklı okumaların, Kur’an’ın iniş amacına uygun, samimi bir çabanın ürünü oldukları takdirde doğrulukları veya yanlışlıkları bir yana, her birinin gerçeğin farklı bir yönüne dikkat çektiği unutulmamalıdır. Bunların içerdikleri yanlışlar ve eksiklere tepki olarak ortaya çıkacak yeni bir okuma ise başka yanlış ve eksikleri içerme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Rasulün okumasının günümüze aktarılması meselesi ise Kur’an’ın anlaşılmasıyla eşdeğer bir konu olmakla beraber, en azından onun biçimsel örnekliği esas alınmak zorundadır. Ve biçimsellik açısından bakıldığında yeni bir okumaya hiçbir dönem ihtiyaç yoktur. Çünkü nasıl okumak gerektiği konusuyla ilgili olarak, Kitab’ı getiren elçide yeterli örneklik vardır.
3- Peygamberin örnek uygulaması ile gelişen hayatın gerçekliği arasında ilişki kurma zorunluluğu, sorunlar ve çözüm yolları:
Gerçek şu ki, bir sözün veya bir metnin farklı şekillerde anlaşılması mümkündür. İfade edenin amaç ve yönteminden, okuyucunun hedef ve kapasitesinden kaynaklan durumlar böyle bir farklılığa yol açabilir. Ancak burada sözünü etmeye çalıştığımız söz ve aynı zamanda metin, her şeyi yaratan, geçmişi, geleceği ve insanın neyi nasıl anlayacağını en iyi bilen Allah’a aittir. O isteseydi, hiçbir dönemde farklı anlaşılması mümkün olmayacak bir yöntemle Kitabını indirirdi. İnsana verdiği bütün imkan ve donanımlar, hilafetin gereği olarak nasıl bir sınav aracı ise bu durum da öyledir. Samimiyet, çaba ve verilenleri gerektiği gibi kullanarak ulaşılacak sonuçlar, insanın sınavının bir parçasıdır. Bizim için ciddi ve büyük sorun olarak görünen bu durumda Allah’ın gözettiği bir çok hikmet olduğuna şüphe yoktur. Örneğin farlılıktan doğacak çeşitlilik bunlardan biridir. Ancak bu zıtlığa varacak bir farlılık olmamalıdır.
Sonuç itibariyle bir şekilde okumak tarihin belli bir döneminde belli bir toplumun şartlarında inen ayetleri anlamaya çalışmak; inen ayetlerle hayatın gerçekliği arasında ilişki kurmaktır. İşte bu ilişki nasıl kurulmalıdır?
Vahye doğrudan muhatap olan toplum için bu ilişki hem anlam hem de lafız olarak gerçekleşirken sonrakiler için birtakım sorunlardan bahsetmek mümkündür. Yeni durum ve şartlar, bu ilişkinin tesisini zorlaştıran unsurlardır. İslam toplumunun coğrafi ve sayısal olarak genişlemesi daha önce konu olmayan bazı sorunları gündeme getirmiştir. Zamanın insanları bunlara cevaplar ararken, bizim konumumuzdan bakıldığında karmaşıklık biraz daha artmış durumdadır. Toplumların yönetim biçimlerindeki değişimler; yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkide görülen farklılıklar; sosyal konuların ve sorunların niteliklerindeki farlılıklar; ayetlerle bu gerçeklikler arasında kurulacak ilişkilerde sorunlar çıkarmaktadır.
Bu ilişkinin doğru kurulması için gerekli olan şeylerden, sorunların tanımlanmasına kadar bir dizi problemden bahsetmek mümkündür. Bir yanda Kur’an ayetlerinin nasıl anlamlandırılacağı ve bunların örnek nesil tarafından canlandırılmasının nasıl anlaşılması gerektiği varken, diğer yanda da karşı karşıya bulunulan olgu ve sorunların nasıl tanımlanacağı, hangi kategoride ele alınacağı vardır. Kur’an’a yaklaşım biçimi işte bu denklemin tam ortasında bulunmaktadır:
- Kur’an’ın her şeye bir çözümlemesinin mi olduğu yoksa önerdiklerinin birer örnekleme yapmaktan mı ibaret olduğu
- Her sözünün değişmez ilkeler mi olduğu veya sadece tavsiyeler de mi bulunduğu gibi konularda sahip olunan kabuller, yaşanan gerçekliğin vahy çerçevesinde nasıl değerlendirileceği, vahyin, içinde bulunulan vakıaya nasıl aktarılacağı üzerinde doğrudan etki sahibidir.
Kurulması gereken ilişkinin bir yanında Kur’an diğer yanında ise karşı karşıya bulunduğumuz hayatın gerçekleri vardır. İkincisinin birinciye göre anlamlandırılması ve yönetilebilmesi için her ikisinin de doğru analiz edilmesi gerekir.
Şüphesiz ki bizim başımızda duran bir peygamber yok ve zamanımızda; “Böyle anlamanız yanlış!” “Şöyle davranmanız gerekir!” diyen, bu yetkide kimse de bulunmuyor. Hayatın değişen ve gelişen ihtiyaçları ile Kitab’ın ayetleri arasında kurulacak ilgi ise Allah’ın bizden istediği bir sorumluluktur. Bunu nasıl yapacağız? Selefi yaklaşımdaki gibi ayetlerin ifadelerini doğrudan nihai ifade olarak alıp ona göre mi davranacağız; keşfi mi esas alacağız; ifadelerin nesnel karşılıklarını tamamıyla terk edip kendimiz mi sonuçlar çıkaracağız? Veya problemin Arapça’yı bilmekle ilgili bir problem olduğunu düşünüp vaktimizi dil öğrenmekle mi geçireceğiz?
a- Dil problemi:
Öncelikle şunu belirtelim ki dil, Kur’an’ın anlaşılmasında önemli bir problemdir. Kelimelerin doğru anlam karşılıkları bulunmadıkça başka dilleri konuşan insanların konuyu anlaması mümkün olmaz. Bu sadece kelimelerin başka dillerdeki doğru karşılıklarını bilmek ve bulmaktan da ibaret bir konu değildir. Kur’an’ın düşüncesini kavramlarla aktardığı da bilinmektedir. Bu kavramların da doğru anlamları dahilinde, doğru çerçevesinde ve doğru bir şümuliyyet içinde ortaya konması gerekir. Kur’an’i kavramlar Kur’an’ın kendi bütünlüğü ve terminolojisi içinde anlaşılmalı ve öylece aktarılmalıdır. Buna ibareler de dahildir. Zira dile yeterince hakim olmadan yapılan tercüme ve tefsirler çok farklı anlamlara neden olmaktadır. Bir yabancı dili herkesin ne kadar öğrenebileceği veya herkesin öğrenmesi mi gerektiği toplumsal yapılanma ile ilgili bir problemdir. Ayrıca bununla ilgili olmak üzere, tercüme ve tefsirlerde karşılaşılan problemin sadece dil ile ilgili değil cemaat ve yapılanma fikirleri ile de ilgili olduğunu atlamamak gerekir. Çoğu zaman tercümelerde öne çıkan şey, belli bir yaklaşım biçiminin çevrilen metne yansımasıdır. Bu noktada problem dil ile ilgili olmaktan çıkıp yaklaşımla ilgili bir probleme dönüşmektedir.
Tercüme ve tefsir çalışmalarında özellikle de meal çalışmalarında doğru bir tercümenin ihtiyaç olduğunu teslim etmek gerekir. Zira Arap olmayan bir toplumda Kur’an’ın doğru anlaşılmasının en önemli araçlarından birisi bu tercümelerdir. Ancak bizce bu sorun ve ihtiyaç, toplumu oluşturan bireylerin tamamı tarafından tek tek ifa edilmesi gereken bir görev olmaktan çok, belli kimselerin üstlenmesiyle halledilmesi gereken bir ihtiyaçtır. Eğer problem, dil gibi belli konularda yetkinliğe ve yeterliliğe sahip olmaksa şüphesiz ki yetkinliğe sahip olunması gereken alan dilden ibaret değildir. Buna geçmiş ve günümüzden bir çok alanı da ilave etmek gerekir.
Kur’an’ı doğru anlamanın araçları olarak addedilebilecek bu çalışmaları genel problemlerden elbette soyutlamak mümkün değildir. İçinde bulunulan cemaat ve yapının sahip olduğu fikir gibi elde bulunan ön kabul ve bilgilerin ve de doğrusuyla yanlışıyla birikimin, bu çalışmalara da yansıdığı unutulmamalıdır. Ancak bunlar doğru olarak yapıldığı zaman bile bizi bekleyen sorunlar yoktur denemez. Sorun daha çok Kitab’a yaklaşım yöntemimizdir.
Kur’an’ı okuma ve anlamada dil ve kavramlar meselesinden söz etmiş ve önemine vurgu yapmışken, ifade edilmesi gereken bir başka nokta daha olduğu unutulmamalıdır. O da önemli olmakla birlikte bütün mesele kelimelerden ve hatta kavramlardan ibaretmiş gibi davranmaktır. Bu tür bir yaklaşımın ucu harfleri irdelemeye kadar gider. Her kelimeden bir dünya görüşü çıkartılmaya çalışıldığı gibi besmele’nin “b”sinden ve hatta altındaki noktadan tonlarca anlam çıkarılmaya çalışılır. Oysa Kitap bu kadar karışık ve gizemli değildir. O, mesajını bir topluma anlatmış ve onlar da inananıyla, inanmayanıyla ne demek istediğini anlamıştır. Bizim görevimiz de Kitab’ın esrarını çözmek değil bizden ne istediğini anlamaktan ibarettir. Zira bu Kur’an esrarengiz bir kaynak değil, anlaşılır bir kitaptır. O’na kendi bütünlüğü içinde yaklaşarak neye ne kadar ağırlık verdiğini anlamaya çalışmak gerekir.
b- Kur’an ilimlerinde ihtisaslaşma problemi:
Kur’an ve hayatın gerçekleri arasında kurulacak ilişkiyi doğru tesis edebilmek için bir yanda bulunan Kur’an’ın doğru anlaşılmasının bir çok aracından söz edilmektedir. Bunlardan birisi Kur’an’ın Arapça oluşudur. Bunun dışında Kur’an İlimleri, hadis, usul gibi alanlarda ihtisaslaşmak gerektiği de çokça karşılaştığımız bir düşüncedir. Sayılanlara daha çok “süreç içinde oluşan birikimdir” gözüyle bakacak olursak, ne tamamını ihtisaslaşılması gereken alanlar olarak değerlendirip kabullenmek, ne de bizimle Kur’an arasında bir engelden ibaret olduğunu savunarak tamamını reddetmek doğru olmaz. Zira bunlara duyulacak ihtiyaç, yere ve şartlara göre değişiklik arz etmek durumundadır.
Uzun bir süreç içinde oluşan külliyat, (örneğin nüzul sebepleri) ele alınan konularda bazı şeyleri aydınlatan unsurları barındırdığı gibi, nesh konusu gibi açmazları da barındırmaktadır. Karşı karşıya bulunduğumuz anlayışların temellerini izah etmesi bakımından bir çok materyali de içermektedir. Ancak olmazsa olmaz açısından bakıldığında en azından enerji ve zaman bakımından hedeften çok araçlara eğilmeye neden olacak kadar bir hacme de sahiptir.
c- “Hayatı bilme” problemi:
Kur’an’ı doğru okumak, O’nun ayetleri ile hayat arasında doğru bir ilişki kurmak olduğuna göre sadece Kitabın ayetleri doğru anlaşılmakla da doğru okumaya ulaşmak mümkün değildir. Doğru okumak O’nun hitap ettiği ortamın da doğru okunmasını gerektirir. Her ikisi de birbirine bağlıdır. Biri olmadan diğeri de eksik kalacaktır. İçinde yaşanan ortam ise sadece ahlaki ve sosyal yapıdan, dil bilgisinden, Kur’an İlimlerinden vs ibaret değildir. Kur’an’a bir bütün olarak yaklaşmak gerektiği kadar hayatı da bir bütün olarak anlayıp tanımlamak gerekir. Ülke sınırlarının artık bir anlam ifade etmediği, kültürün, siyasetin, sanatın ve ekonominin global bir anlayışla icra edilmeye çalışıldığı günümüz dünyasında gerekli analiz ve tanımlamalar yapılmadıkça Allah’ın bugün bize ne dediğini anlama imkanı yoktur.
Bugün faiz, kadının konumu, eğitimin önemi ve nasıl olacağı, demokrasinin, laikliğin ne olduğu konusunda fikir ileri süren müslümanlar kendilerini sorgulamak zorundadır. Söz söylenen her bir konu, konunun vakıasına ne kadar denk düşecek şekilde ele alınmaktadır... Değerlendirilen konular, kimi zaman müslümanların kendilerini toplumdan tümüyle soyutlamalarına neden olacak şekilde ele alındıkları gibi, kimi zaman da vakıa İslam’ın ruhuna aykırı olduğu halde İslami bir gerçeklikmiş gibi ortaya konmaktadır. Her ikisi de vakıa karşısında müslümanları yanlış bir tavır almaya sevk etmektedir.
Örneğin faiz ile Kur’an’daki karşılığı olan riba arasında karşılaştırmalar yapılarak bugün faiz denen şeyin haram olan riba kapsamında değerlendirilemeyeceği popüler bir sonuçtur. Kitabın indiği ortamda haksız kazancın bir yolu olarak ortaya çıkan ve emek olmadan hem de güçlülerin elindeki bir zulüm aracı olan faiz, parada gerçek bir artış ifade etmektedir. Hükmün illetini bu şekilde tanımlayanlar, enflasyondan kaynaklanarak vade uygulamalarında veya mevduat hesaplarındaki artışın gerçek artış olmadığını söyleyip bunun haram olan faiz kapsamına girmediğini savunmaktadırlar. Açıklama doğrudur. Gerçek bir para artışı olmayabilir. Hatta faize her yönüyle karşı olanların bizzat kendileri böyle bir faiz almak/vermek zorunda kalabilirler. Zira onlar mevcut sistemin aktif aktörleri değildir. Ancak Kur’an’ın indiği ortamda faiz ne işe yarıyor idiyse bugün de azıyla veya çoğuyla aynı işe yaramaktadır.
Zamanımızda para yönetim biçiminin önemli araçlarından biri faizdir ve ister gerçek bir artış sağlasın isterse sağlamasın, finansı yöneten güçlerin çıkarlarından başkasına hizmet etmez. Finans kurumları ve bankalar, paranın toplanması, bir elde birikmesi için gerekli süreci tek başına sağlamaz. Faiz gibi artma ve eksilme faktörü ise faizin oranlarının belirleyicileri tarafından kontrol edilen bir mekanizmanın oluşmasını sağlar ve paranın hareket şeklini belirler. Her ne kadar toplumun çoğunluğu için bir artış anlamına gelmese de faiz, kapitalist ekonomi biçiminin vazgeçilmez bir aracıdır.
Ekonomi modelinin bütününü görmeden yapılan değerlendirmeler ‘nasıl bir faiz?’ konusunda bile sakıncalı sonuçlara ulaştırıyor, sistemin bilinçsiz ve saf bir şekilde devamına destek niteliği sağlıyorsa, bunun gibi daha bir çok konudan söz edilebilir. Yönetim biçimlerinin gerçekte ne yapmaya çalıştığı, halk desteği ve yönetime halkın katılmasının gerçekte nasıl ve ne için olduğu, kitlelerin anlaması gereken şeylerdendir. Eğitimin, eğitim aracıyla kadrolaşmanın ne getirip neler götüreceği, mevcut eğitim sistemlerinin nasıl bir kimlik yaratmaya çalıştığı gibi meseleler unutularak; üniversite kapıları her yıl, oraya girmek isteyen milyonlarla dolmaktadır.
Bir toplum içinde bunlar gibi siyasetten sanata, sivil toplum örgütlerinden hayır kurumlarına kadar, ortamla ilgili anlaşılması ve izah edilmesi gereken bir çok durum ve olgudan söz edilebilir. Dünya sistemlerinin işleyiş biçimi de bir o kadar dikkate değer bir husustur. Dünyayı egemenliği altında bulunduran güçlerin hedefleri, insanları yanıltmak için kurdukları düzenler ve tezgahlar, bir çok insan tarafından safça savunuluyor olmasına rağmen, gerçekte bir avuç çıkar gurubunun amaçlarına hizmet eden şeyler, uyanık olunması gereken noktalardır.
Burada sadece emperyalist ve şeytani düşüncenin ürünü olarak ortaya çıkan oyun ve düzenlerin kendini suret-i haktan gösteriyor olmasına dikkat çekmeye çalışıyor değiliz. Bir ülke içinde yaşayan Müslümanların içinde yaşadıkları gerçekliği doğru anlamlandırabilmeleri için, dünyada bu gerçekliğin nasıl bir anlam ifade ettiğini, hangi gelişimlerin ürünü olduğunu bilmeleri gerekir. Ayrıca gördüklerini sandıklarının ne kadar gerçeklik ve ne kadar doğruluk olduğunu da bilmelidirler. Bir bütün olarak karşılarında duran manzaranın ve bu manzaranın parçalarının hangi kanallarla nasıl bir enformasyon ağı ile oluşturulduğu bile önemlidir. Dünya düzenleri oluşturmak isteyen global ve yerel güçlerin elbette müslümanlara dair de planları vardır. Ve onlar uyanık olmaz, gerçekliği göremezlerse çok basit hadiselerde bile, enformasyonu elinde bulunduran güçlerin yönlendirmesine kapılabilirler. Böylece kendilerini, dahil olmaları gereken olayların dışında, dışında kalmaları gereken olayların ise içinde bulabilirler. Bunu fark ettiklerinde de iş işten geçmiş olabilir.
d- Bireysel okuma problemi:
İçinde yaşadığımız ortam ve şartlardan bağımsız yapılacak Kur’an okumaları kişinin “kendisine” bir fayda sağlasa da, değişimin sosyal boyutlarından uzak kalmak durumundadır. İnsanın karakteri ve temel sorunları değişmemekle beraber süreç içinde hayatın bir çok alanında değişikliğin ortaya çıkması doğal bir durumdur. Nasıl Hz. Yusuf ile Hz. Muhammed arasında şartlar itibariyle farklardan söz edilebiliyorsa Asr-ı Saadetten sonra meydana gelen farklılıkları da görmezden gelmemek gerekir. Bu farklılıklar temelde hiçbir şeyi değiştirmemekle beraber olması gereken değişiklikleri görememek başarısızlığın nedeni olabilir.
Böyle bakıldığında Kur’an’ın ancak toplumsal bir çaba ile okunması gerektiği de söylenebilir. Zira açıklığa kavuşturulması gereken onca konu ve alan tek başına belli kişilerin altından kalkacağı bir yük değildir. Bu yük farklı çabalarla ne kadar desteklenir ve beraber taşınmaya çalışılırsa o nispette taşınabilir. Farklı alanlarda yapılacak çalışmalar konunun farklı boyutlarını aydınlığa kavuşturacak ve süregiden bir anlama çabası ile de her bir alan kendi içinde zenginleşecektir.
Kur’an’ı anlama çabasının içinde bulunulan vakıanın doğru tahlili ile ilgisi, bir durumu daha ortaya çıkarmaktadır. Vakıanın farklı açı ve boyutlarından bakanların anlayışları farklı olabileceği gibi, “ben her şeyiyle Kur’an’a vakıfım” gibi bir iddiaya da izin vermemektedir. Allah’ın ipine toptan sarılmak, bu noktada o bağdaştırıcı unsurun farklı boyutlarını elbirliği ile ortaya çıkarmak içindir. Farklı alanlarda yetkinliğe sahip olanlar diğerlerinin yardımına ihtiyaç duyacaklardır. Bu ihtiyacın varlığı, “ben tek başıma her şeyin altından kalkarım ve kimseye de ihtiyacım yok” düşüncesini engeller.
e- Tecrübe ve olgunluk problemi:
Kur’an’ın anlaşılması ile ilgili bir noktayı daha belirtmek gerekir. Söz, kişi üzerinde her şart ve ortamda aynı etkiyi yapmaz. Diğer bir ifade ile sözün kişi üzerindeki etkisinde zaman ve zeminin fonksiyonu vardır. Duyulan bir söz, görülen bir eylem bazen yıllar geçtikten sonra gören için bir anlam ifade eder. Büyüklerin sözlerinin ve tavsiyelerinin evlatları üzerinde yıllar geçtikten sonra etki etmesi bu kabilden bir örnektir. İdeallerini heyecanlarının ve tecrübesizliğinin etkisi altında gerçekleştirmeye çalışanlar tavsiyelere kulak tıkayabilir veya öğüt aldıklarını zannedebilir. Ama karşılaştıkları durumlar, belli bir tecrübenin ürünü olan tavsiyelerin gerçekte ne anlama geldiğini zamanla ortaya çıkarır.
Bunun gibi; Defalarca okunan, anlamı üzerinde günlerce kafa yorulan bir ayet, karşılaşılan bir olaydan, musibetten veya zaferden sonra insanın kafasına şimşek gibi düşebilir. Yaşanan o olayda, ayet kişinin üzerine yeni iniyormuşçasına bir anlam ifade eder. Ve insanın “ben bunu daha önce nasıl fark edemedim” dediği olur. Burada anlamaya neden olan şey, yıllarca üzerinde çalışmak değildir. Anlamın kendisini açık edeceği realite ile karşı karşıya kalmaktır. Bununla ilgili ashabdan verilen örnekler vardır. Ve onlardan “sanki o ayet yeni inmiş gibi hissettim” diyenler olmuştur. Bu durum ancak İslami hedefleri olan ve bu hedeflere tutunmakta samimi olanların karşılaşacağı bir durumdur.
Sonuç
İnsan hayatını değiştirmek üzere gelen bir kitabın, künhüne vakıf olarak anlaşılabilmesini akademik çalışmalara, tartışmalara ve araştırmalara bağlamak mümkün olmaz. Anlamak için yapılacak her çalışmayı takdir etmek gerekmekle birlikte, her anlama çabasının bir sınırı olduğunu da teslim etmek gerekir. Buna her türlü çaba dahil edilebilir. Dil, literatür ve birikim üzerine çalışarak anlamları çözmeye çalışmak bir çeşit aydınlanma sağlayabilir. Bu çaba, kimi zaman üzeri küllenmiş meselelerin tekrar ısıtılmasına da neden olabilir. Bu durum kimileri için fayda sağlarken kimileri için de tepki sebebidir. Yine de faydasından söz etmek mümkündür. Belli bir bakış açısı ve zamanın şart ve ihtiyaçlarından doğan anlama ve okumaların da değişik faydalarından söz edilebilir.
Örneğin: Rivayet esaslı okumalar, delilsiz konuşmamanın gereğini anlamamıza yardım ederken; rivayetlerin eksik ve yanlışlığından hareketle yorumun önemine vurgu yapanlar akletme sorumluluğumuza dikkat çeker ve bunun nasıl yapılacağına dair örnekler de ortaya koyar. Ahlak ve maneviyata dikkat çeken okumalar pozitivizme ve materyalizme; yeryüzü sorumluluklarımıza dikkat çekenler de ruhbanlığa sapmamızı engeller.
Kur’an’ın iniş amacına uygun olmak üzere, bütün yaklaşım biçimlerinin bir haklılık payı vardır. Akletmeden bu Kitap anlaşılamaz. Akletmek Kur’an’ın kişi ve toplum ahlakını temizlemesinden müslümanları takva ehli haline getirme çabasından bağımsız değerlendirilemez. Diğer yandan Kur’an’ın, tarihin bir yerindeki insana kendi dili ile hitabettiği ve çoğunlukla onların motiflerini kullandığı da doğrudur. Ama aynı zamanda evrensel olduğu da doğrudur. Onların anlayış biçimlerine bakmadan kitap anlaşılamayacağı gibi, sonradan oluşanlar dışlanarak da anlaşılamaz. Böyle bir dışlama ile en azından aynı hataları tekrarlamak durumunda kalacağımız açıktır. Kur’an insan kalbini ve ruhunu eğittiği kadar sosyal hayatı da düzenler ve onun her alanına etki eder. Kur’an, kelimeleri, kavramları, ibareleri ve diğer dile ait özellikleri çözülmeden de doğru bir şekilde okunmuş olmaz. Burada söz etmeye çalıştığımız, her yaklaşım biçiminden bir şeyler devşirerek ortaklaşa ve uzlaşılabilir bir yaklaşımın makul olduğunu anlatma çabası değildir. Samimi niyetlere sahip okumaların sınırlarına, sınırları olmakla beraber faydalarına da dikkat çekmektir. Bunun ortaya çıkaracağı gerçeklik; ne kadar samimi olursa olsun okumalarda eksiklerle karşılaşma ihtimalimizdir. Zira eksiklik ve kusurlu olmak insana aittir.
Hiçbir insan başka birinin aynı değildir, hiçbir toplum da diğerinin aynısı olamaz. Bütün samimiyetiyle Allah’ın Kitabını aslına uygun olarak anlamaya çalışırken insanlardan aynı sonuçlara varmasını beklemek doğru olmaz.
Bugün Kur’an’ı doğru okumak neye bağlıdır;
-    Samimi bir niyete
-    Örnek okuma biçimini doğru anlama çabasına
-    En doğru okuma benimkinden ibarettir dememeye
-    Okumaların birbirini desteklemesine: hem yanılmalarını düzeltmeye çalışarak tavsiyeye hem de eksiklerini gidermek için tamamlamaya
-    Vahye ve hayata bütüncül yaklaşmaya
-    Doğru olması için ortaya konan bütün çabaya rağmen gerçekleştirilen okumanın yanlışlar içermesi ihtimaline karşı yeni okumalara açık olmaya
  


1 Ancak Kur’an’ı, iniş amacına uygun bir anlama çabası içindeyken, okunan her metnin veya mealin anlaşılması zorunlu şart sayılamaz. İbadetlerin gerektirdiği okumalar ve anlamanın gerektirdiği süreç bunu imkansız kılan gerekçelerdendir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder