8 Eylül 2012 Cumartesi

Kuran tefsirinde tarihselci yöntem - Recep Demir

http://ktp.isam.org.tr/pdfdrg/G00007%5C2012_1/2012_1_DEMIRN.pdf dosyasının html sürümüdür.
G o o g l e taradığı belgelerin otomatik olarak html sürümlerini oluşturur.
Page 1
33
Kur’an Tefsirinde Tarihselci Yöntem
Recep Demir: Karabuk University, Turkey.
Özet
Bu makalede tarihselcilik kavramıyla ilgisi olan hermeneutik, tarihsellik,
tarihsicilik ve evrensellik kavramlarının anlam çerçevesi, bunların Kur’an’la ilgili
kullanımlarda hangi anlamlara gelebileceği ve bunlarla nelerin kastedildiği üzerinde
durulmuştur. Tarihselcilik düşüncesinin Batıda doğup geliştiği ve oradan Đslam
dünyasına intikal ettiği belirtilmiştir. Đslam dünyasındaki tartışmalarda gelenekte var
olduğu iddia edilen bazı argümanların sahihliği irdelenmiştir. Ayrıca somut örnekler
üzerinde durularak yöntemin neticeleri tartışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Kur’an; Hermeneutik; Tarihselcilik; Tarihsellik;
Tarihsicilik, Evrensellik.
Method of historicism in the interpretation of the Koran
Summary
This article mainly aims to analyze the concept of hermeneutic, historicism,
historicity and universality. Also, it emphasizes the usage and the purpose of these
concepts in the Qur’an. It is implied that the thought of historicism has emerged and
developed in the West, and then, transferred to Islamic world. The authenticity of
some ideas which are claimed to be available in tradition in the discussions of
Islamic world have been questioned. Also, the consequences of the method are
studied by focusing on the certain samples.
Key words: Qur’an; Hermeneutics; Historicism; Historicity; Historism;
Universality.
Tarih Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi (ISSN: 2147-0626)
Journal of History Culture and Art Research
Vol. 1, No. 1, March 2012
Revue des Recherches en Histoire Culture et Art
Copyright © Karabuk University
او او ر ا ث ا
http://kutaksam.karabuk.edu.tr/index.php
34
Méthode de l’historicisme dans l’Interprétation du Coran
Résumé
Dans cet article, nous avons étudié la significations des concepts d'
herméneutique, d'historicité, d' historiographie et d' universalité/universalisme
directement liés aux concept d’historicisme, et leurs significations lorsque appliquées
au Coran. Nous avons précisé que le concept d' historicisme a pris naissance et s’est
développé en Occident d' où il s’est transféré au monde musulman. Vivant
actuellement dans le monde musulman, nous avons examiné l’authenticité de certains
arguments du débat, tels qu'affirmés par un grand nombre de personnes comme
existant dans la tradition islamique. En outre, nous avons discuté des résultats de la
méthode en mettant l’accent sur des exemples concrets.
Mots-Clés: Coran, herméneutique, historicisme, l’historicité, historiographie,
universalité/universalisme
ا نآ ا ر ا ا
ر ا ا او ر او ا ھ ا ل رو ا ه ھ
و ا نآ ا او
.
او ب ا و ر ا ا ه ھ
ا ا إ
.
ت ا ل ا ثا ا ھد و دا ا ا د
و ا نأ إ إ ا ا ى ا
.
ا ت ا
:
، ر ا ، ر ا ا
ا ، ا
Giriş
Kur’an’ı Kerim nüzûlünden itibaren Müslümanların hayatında merkezî bir
konuma sahip olması nedeniyle anlama ve yorumlamaya konu olmuştur. Đslam
toplumlarının Kur’an’a bağlanma arzuları, ona yönelmelerini ve ifadelerin delaletini
tespit etmek amacıyla yoğun bir gayret içine girmelerini sağlamıştır. Bu bağlamda
karşılaşılan toplumsal, kültürel ve ahlakî sorunlara Kur’an rehberliği ve örnekliğinde
çözümler aranmıştır. Dolayısıyla Kur’an tarih içinde edebî, filolojik, hukukî, felsefî,
tasavvufî ve pozitif bilimler açısından çok çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Bu
35
anlama ve yorumlama etkinlikleri muazzam bir tefsir literatürünün doğmasına neden
olmuştur.1
Müslümanların Arap yarımadasındaki sınırların dışına çıkarak farklı
coğrafyalara intikaliyle farklı milletler ve kültürlerle temas haline geçmeleri,
Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanmasında çeşitli metotların geliştirilmesini zorunlu
kılmıştır. Bu metotlar, Đslam geleneğinin temel dayanakları ve hareket noktalarını
oluşturmuştur. Kesin hatlarla ayırt etmek güç olmakla beraber genel olarak nassların
yorumu karşısında üç ana yaklaşımdan söz edilmektedir2. Bunlardan birincisi
zahirî(literalist/nassçı) yaklaşım. Buna göre murad edilen mânâ, lafzın zahiriyle
gösterilmiş olup, şerhe ya da beyana ihtiyaç duyulmamaktadır. Burada mânâ, sadece
metinde zahirin belirttiği gibidir ve metinde ibarenin kendisiyle beraber açık bir
şekildedir. Đkincisi ise, mânâ merkezli yaklaşımdır.3 Bu yaklaşımda da lafız-mana
ilişkisi asıl olmakta, ancak burada aklî etkinlik, zahirî yaklaşımın tam aksine lafızdan
mânâya yönelmektedir. Yorumcu, zahirî yaklaşımın kendine gerekli kıldığı “karine”
kaydından kurtularak lafzın ötesinde ve dışında mânâlar yakalamaya çalışmaktadır.
Üçüncüsü ise, mu’tedil/bütünleştirici diyebileceğimiz yaklaşımdır.4 Burada hem lafız
hem de mânâ ve maksat biri diğerini ihmal etmeyecek derecede önemlidir.
Modern dönemlerde çeşitli saiklerle Kur’an’a farklı yaklaşım tarzları
geliştirilmektedir. Bunlardan birisi de tarihselci okuma biçimidir. En genel ifadeyle
nassların ‘’metin-tarih’’ ilişkisi düzleminde ele alınarak yorumlanması şeklinde
nitelenebilecek olan bu yöntem makalenin konusu olacaktır. Ayrıca Tarihselcilik
kavramıyla ilgili diğer kavramlar, tarihselcilik kavramın doğuşu ve gelişimi, Đslam
geleneğinde tarihselci yöntem için dayanak kılınan argümanlar ve nihayet bazı
Kur’an ayetleri üzerinde yapılan tartışmalar ele alınacaktır.
A. TARĐHSELCĐLĐKLE ĐLGĐLĐ KAVRAMLAR VE ANLAM
ÇERÇEVESĐ
Tarih boyunca filozoflar “kavram” hakkında tartışmışlar ve bu konuda farklı
tanımlar yapmışlardır. Geleneksel mantık ilmi açısından kavram “Bir şeyin, bir
idenin, bir fikrin zihindeki tasarımı”5 şeklinde tanımlanmıştır. Kavram, kavranılan
1 Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, Ankara 1988, s. 294-25.
2 Şâtıbî, Ebû İshâk İbrâhîm b. Mûsâ b. Muhammed el-Lahmî el-Ğırnâtî, el-Muvâfakât,thk. Ebû ‘Ubeyde Meşhûr b.
Hasen Âl-u Selmân, Dâru İbn ‘Affân, Mısır h.1421, III, 132-133. Krş. Baltacı, Burhan, Sâtıbî’nin Kur’an’ı
Yorumlama Yöntemi, (Yayınlanmamıs Doktora Tezi), AÜSBE, Ankara 2005, s. 144-145.
3 Şâtıbî bu görüş sahiplerini de “kıyasta aşırı gidenler” olarak niteler ve bunların kıyası nassların önüne
geçirdiklerini belirtir. Şatıbî, el-Muvâfakât, III, 133-134.
4 Lafız ile manayı birlikte değerlendiren ve her ikisini de yok saymayan görüş. Şâtıbî bu görüşü “ilimde
uzmanlaşmış ve derinleşmiş alimlerin” temsil ettiklerini belirtmektedir. Şatıbî, a.g.e., aynı yer.
5 Öner, Necati, Klasik Mantık, AÜİF Yayınları, 4. Baskı, Ankara 1982, s.16
36
şey demektir; kavramlar düşüncelerin öğeleridir.6
Dilbilimciler de kavramı
“Kelimeler değişse de aynı kalan şeydir. Bir başka tanımıyla kavram, zihnin
nesneleri kavramasına ya da bilmesine vasıta olan düşünce veya mantıkî yapıdır.”7
Terim ise kavramın dille ifadesidir; yani terim, kavramın kendisi olmayıp, kavramı
dil aracılığıyla anlatan dilsel simgedir.8
Bizim burada ele alacağımız tarihselcilikle ilgili kavramlar üzerinde bir birlik
sağlanamamış olup kavram kargaşası yaşanmaktadır. Her şeyden önce bu kavramlar
Batı kültür dünyasında doğmuş ve kullanılmış kavramlardır. Đki ayrı kültür ve
düşünce evreninde mevcut olan farklılıklara bir de diller arasındaki çeviri farklılıkları
eklenince bu kavram kargaşası daha ileri boyutlara ulaşmaktadır. Biz burada bu
kavramların kısaca anlamları üzerinde durmakla iktifa edeceğiz.
1-Hermeneutik
Hermeneutik, Grekçe hermeneuein fiilinden türetilmiş olup, “Bildirme, çeviri
yapma ve açıklama” anlamlarına gelir.9 Grek mitolojisinde tanrıların mesajlarını
insanlara aktaran elçiye “Hermes” adı verilmiştir. Hermeneutics kavramı etimolojik
olarak Hermes’e kadar götürülür. Tanrıların elçisi Hermes, tanrıların mesajlarını
ölümlülere aktarırken dümdüz bir şekilde aktarmamış, bu mesajları onların
anlayabilecekleri bir şekilde çevirerek ve açıklayarak aktarmıştır. Yani elçi Hermes,
Tanrıların mesajlarını sadece nakletmekle kalmamış, ayrıca bu sözlerin anlaşılması
için kendi yorumlarını da katmıştır. Đşte hermeneutik kavramının buradan türemiş
olabileceği söylenmektedir.10
Hermeneutik kelimesi Türkçeye “yorumsama”11
“yorumbilgisi”12 kelimeleriyle çevrilmektedir.
Yorumlama çabası ve tarihi her dönemde kendine özgü denebilecek formlar
kazanmış ve özellikle Orta Çağ’da kelamî/teolojik düşüncenin aslî bir parçası haline
gelmeye başlamıştır.16. yüzyıldan itibaren kutsal metinleri anlama ve yorumlamada
kilise otoritesi ile geleneğe dayanan Katolik düşüncesine karşı bir tepki olarak
reformistlerin ortaya çıkışı, hermeneutik tarihinde önemli adımların atılmasına yol
açmıştır. Hermeneutik kavramı, 17. Yüzyılda mesajın örtüsünün kaldırılmasını,
6 Mengüşoğlu, Takiyettin, Felsefeye Giriş, Remzi Kitabevi, 4. Baskı, İstanbul 1988,
7 Aksan, Doğan, Her Yönüyle Dil Ana Çizgileriyle Dilbilim, TDK yayınları, No:39 Ankara 1998, III, 151.
8 Öner, Necati, a.g.e. s.43. Kavram ile terim konuşma dilinde bu farka dikkat edilmeksizin çoğu kere eş anlamlı
olarak kullanılmaktadır.
9 Gadamer, H.G., “Hermeneutik”, Hermeneutik Üzerine Yazılar, çev. ve der., Doğan Özlem, Ark yayınevi, 1.
Baskı, Ankara 1995, s. 11; Palmer, E. Richard, Hermenötik, çev: İbrahim Görener, Anka yayınları, 1. Baskı,
İstanbul 2002, s. 41;Ayrıca krş: McAuliffe, Jane Damnen, ‘’Quranic Hermeneutics:The Views of al Taberi and Ibn
Kathir’’, Approaches to the History of the Qur’an, ed. Andrew Rippin, Oxford 1988, p.46
10 Gadamer, ‘’Hermeneutics: Hermeneutik Üzerine Yazılar, çev. ve der., Doğan Özlem, Ark yayınevi, 1. Baskı,
Ankara 1995, s.11.
11 Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale yayınları, İstanbul 1990, II,149.
12 Mesela bkz. Hermeneutik Üzerine Yazılar, çev. ve der. Doğan Özlem, Ark yayınları İstanbul1995.
37
kapalılığın giderilmesini ve daha mükemmel bir kutsal kitap yorumunun yapılmasını
hedef edinen bir disiplini tanımlamak için kullanılımıştır. 13 Hermeneutikçinin görevi
ise bir nesneyi, sözü veya durumu anlaşılmaz olmaktan çıkarıp, anlaşılır kılmaktır.
Bu anlaşılır hale getirme süreci ise, dille ve dilde gerçekleşir. Çünkü dil, anlaşılır
kılma sürecinin içinde yer aldığı ortamın kendisidir. Yazılı bir metnin yorumunda da
yapılan iş, bize uzak, anlamca karanlık olan bir şeyi anlaşılır kılmaktır.14 Kutsal
kitaplara yönelen bir yorum, bu kitaplardaki sözcüklerin sözel literal anlamları
yanında, ruhsal anlamlarına da dayanmalıydı. Ruhsal anlam da kendi içinde remzî,
işarî (alegorik), bâtınî(anogogik)ve moral olmak üzere yönler içerir. Bir metnin
anlamını ortaya koymak için, o metnin sözel, alegorik, moral ve anagogik yönden ele
alınması gerekiyordu. Bir metindeki bu dört anlam öğretisi, Ortaçağ için model
olmuştur. Yazının dört yönlü anlamı, dört yönlü bir yorumlamayla ortaya
konulabilirdi. 15
Hermeneutik, Reformasyonda kutsal yazılara tekrar yönelme hareketiyle
birlikte yeni bir ivme kazanmıştır. Reformcular kilise öğretisi geleneğiyle polemiğe
girmişler ve kutsal metinleri hermeneutik yöntemle ele almışlardır. Reformistler
Đş’arî (alegorik) yöntemin terk edilerek nesnel, her türlü keyfilikten arınmış yeni bir
yöntemin benimsenmesini arzulamışlardı. Bu dönemde kutsal metinlerin gizli
anlamları araştırılmış ve asıl anlam ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bundaki amaç,
kilise geleneğinin ve Skolastiğin Latincesiyle çarpıtılmış olan esas anlamı ortaya
çıkarmaktır.16 Đşte hermeneutik bu ortam ve şartlar altında kullanılmaya başlanmıştır.
2-Tarihsellik/Historicity
Tarihsel veya tarihî sözcüğü bir sıfattır. Kısaca ‘’Tarihe değgin, tarihle ilgili,
tarihe geçmiş, tarihin andığı, tarihe ait’’17 anlamlarına gelir. Tarih(historia) ise, hem
geçmişte kalan insanî ve toplumsal olaylar topluluğunu, yani yaşanmış geçmişi
adlandırmada; hem de bu yaşanmış geçmişi konu edinen tarih bilimi için
kullanılan,18 ikili anlama sahip bir terimdir. Tarihsellik sözcüğü ise, tarihe ait olmayı
bildiren sıfatın isim şeklidir.
Bedia Akarsu Felsefe sözlüğünde tarihsellik kavramını “Tarihsel olanın varlık
biçimi; zamana bağlılık, gelip geçicilik; tarihsel koşulluluk, tarihe bağlı olma ve bir
13 Göka, Erol-Topçuoğlu, Abdullah-Aktay, Yasin, Önce Söz Vardı, Vadi yayınları, 1. Baskı, Ankara 1996, s.27.
14 Gökberk, Ülker, ‘’Yorumsama Kuramı Açısından Yazın Eleştirisi’’, Dilbilim ve Dilbilgisi Konuşmaları, TDK
yayınları, Ankara1980,s.168-169.
15 Japp, Uwe, ‘’Hermeneutik, Filoloji ve Edebiyat’’, Hermeneutik Üzerine Yazılar, çev. ve der., Doğan Özlem, Ark
yayınevi, Ankara1995, s.240.
16 Gadamer, H.G., ‘’Hermeneutik’’ , a.g.e., s.13.
17 Türkçe Sözlük, TDK yayınları, 5. Baskı, Ankara 1969, s.712.
18 Kıllıoğlu, İsmail, ‘’Tarih Felsefesi’’, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale yayınları, İstanbul 1990, IV, 83.
38
şeyin gerçekten tarihsel olarak var olduğu olgusu”19 şeklinde tanımlamıştır.
Tarihsellik kavramı tarih içinde farklı felsefeciler tarafından değişik şekillerde
tanımlanmıştır. Fakat biz burada bu tanımlara girmeyeceğiz. Kısaca tarihsellik tarihin
belirli bir döneminde ortaya çıkan bir obje, olay ve fikrin olgusallığı ile
oluşumundaki nasıllığı ortaya koyma; bu obje, olay ve fikrin varoldukları zaman ve
mekân ile olan ilişkisini dikkate alarak daha sonraki dönemlerde etkinliğinin olup
olmadığının tespiti işlemidir denilebilir.
3-Tarihselcilik/Historicism/Historismus
Maurice Mandelbaum, historicism/historismus kavramının nasıl ortaya çıktığı
ve önceleri hangi anlamda kullanıldığının yeterli derecede incelenmediğinden söz
eder. Mandelbaum bu kavramın Almanca konuşan politik ekonomi yazarların
metodolojik tartışmaları esnasında ilk defa ortaya çıkmış olabileceğini belirtir.20
Felsefe sözlüklerinde bu kavramla ilgili olarak da çeşitli tanımlar yapılmıştır. Biz
burada iki tanımı vermekle iktifa edeceğiz:
Tüm tarihsel fenomenlerin biricikliğini ve bireyselliğini vurgulayan; her çağın
her tarihsel dönemin o döneme damga vuran fikir ve ilkeler aracılığıyla
yorumlanması gerektiğini, dolayısıyla geçmişteki insanların, eylemlerin, tarihçinin
kendi çağına ait değer, inanç ve motifler temel alınarak açıklanamayacağını savunan
görüş olarak tarihselcilik; insanların, toplumların, kısacası her şeyin tarihsel
gelişiminden ve kendi kültürel, tarihsel bağlamından dolayı her ne ise o olduğunu,
bir şeyin tarihine ilişkin bir tasviri o şeye ilişkin yeterli bir açıklama sağladığını iddia
eder.21 Bir diğer tanım ise şöyledir:
Olayları ve nesneleri belli tarihsel gelişimin ürünleri olarak gören, bunların
nasıl ortaya çıkıp geliştiğini, nasıl bugünkü durumlarına geldiğini araştıran ve
bugünü geçmişe bağlayarak açıklayan yaklaşımlara verilen addır.22
Tarihselciliğin iki çeşidinden bahsetmek mümkündür. Bunlardan birisi felsefî,
diğeri ise metodolojik tarihselciliktir.23 Felsefî tarihselcilik, bütün toplumsal ve
beşerî hadiselerin ancak tarih kategorisi altında anlaşılır olduklarını iddia eder.
Metodolojik tarihselcilik ise tin/beşerî bilimlerin doğa bilimlerden bağımsız olduğu
düşüncesinden hareketle, beşerî bilimlerin nesnesinin doğa bilimlerinden farklı
olduğu, dolayısıyla yöntemlerinin de farklı olması gerektiğini savunur. Doğa
bilimleri açıklama yöntemini kullanırken, beşeri bilimlerde anlama yönteminin
19 Akarsu, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, İnkılap Kitabevi, 4. Baskı, İstanbul 1998, s.171.
20 Mandelbaum, Maurice, Historicism, The Encyclopedia of Philosophy, Ed. Paul Edwards, USA 1987, IV,22.
21Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma yayınları, 4. Baskı, İstanbul 2000, s.909.
22 Ozonkaya, Özer, Temel Toplum Bilim terimleri Sözlüğü, Cem yayınevi, İstanbul1995, s.124.
23 Freund, Juliend, Beşerî Bilim Teorileri, çev: Bahaeddin Yediyıldız, TTK yayınları, Ankara 1991, s.65.
39
kullanılması gerektiği iddia edilmiştir.24 Doğa bilimleri ile beşerî bilimlerin ilmî
geçerlilik bakımından birbirlerinden ayrıldığı düşünülür.25
Kısaca tarihselcilik, bir metni, normu ve eseri tam olarak ancak kendi tarihsel
bağlamı içine oturtulmak suretiyle anlaşılabileceğini ve değerlendirilebileceğini
savunan görüş ve yaklaşımı ifade eder. Bu yaklaşım, her şeyin değiştiğini ve
değişimden uzak kalamayacağından hareketle, değişmez ve evrensel standartların
varolmadığını, dolayısıyla genel -geçer standartlara başvurmanın anlamsız, geçersiz
ve boşuna olduğunu dile getirir. Bireylerin ve kültürel fenomenlerin biricikliğini
vurgulayan tarihselcilik, insan ve tarihle ilgili değişmez hakikatler arayan soyut
akılcılığın karşısında yer alır. Her çağın salt kendi terimleriyle anlaşılabileceğini,
dolayısıyla tarihsel dönemler arasında anlamlı bir karşılaştırmadan söz
edilemeyeceğini savunur.
4-Tarihsicilik/Historism
Tarihsicilik, tarihte bir tarihsel gelişme var olduğunu, bu yasa içerisinde tarihin
düzenli bir şekilde seyrettiğini ifade eder. Sosyal Bilimlerin asıl görevinin tarihteki
bu yasayı keşfederek tarihin gelecekteki durumunu keşfetmek ve geleceğe dair
öngörüde bulunmak olduğunu belirtir.
Tarihsiciliğin neredeyse kendi adıyla beraber zikredildiği bir isim olan Karl R.
Poper, bu öğretinin tarihin belirli tarihsel ve evrensel yasalarla yönetildiğini, bunların
keşfi ile insanın kaderi hakkında ön deyide bulunmasının mümkün olduğunu iddia
eder. Yine Poper tarihsici öğretinin çeşitleri olduğunu belirtir. Tanrı iradesinin
tarihteki tüm olayları belirlediğini, insanın hiçbir yaptırım gücünün olmadığını
söyleyen teolojik tarihsici; gelişimin yasaya uygun bir doğa kanunu olduğunu
varsayan doğacı tarihsici; ruhsal gelişme kanunlarından bahseden maneviyatçı
tarihsici; iktisadî gelişme kanunlarından söz eden iktisadî tarihsiciler vardır.26
Tarihsici yöntem, düz-çizgisel ilerlemeci bir tarih anlayışından hareketle,
tarihte bir takım yasalar olduğunu kabul eder. Tarihsel olayları da işte bu evrensel
yasalarla açıklamaya çalışır. Bu evrensel yasalardan hareket edildiği için, bu yöntem
mutlakçı bakış açısına sahiptir. Dolayısıyla bu yöntemin totaliter ve evrenselci bir
tarzı hakim kıldığı ifade edilebilir.
5- Evrensellik/Universality
24 Dilthey, Wilhelm, Tin Bilimlerine Giriş, çev. Doğan Özlem, Paradigma yayınları, İstanbul 1999, s.24-26.
25 Freund, Juliend, Beşerî Bilim Teorileri, s.66. M. Mandelbaum, 1930’lu yıllardan sonra hem İngiltere hem de
Amerikada tarihselcilik kavramının bir dünya görüşünü/weltanschauung ifade etmekten ziyade açıklama ve
değerlendirmeyle ilgili metodolojik bir yaklaşımı ifade ettiğini belirtir.. Mandelbaum, Maurice, Historicism, The
Encyclopedia of Philosophy, IV, 24.
26 Poper, Karl R., Açık Toplum ve Düşmanları, çev: Mete Tunçay, Remzi Kitabevi, 4. Baskı İstanbul 2000, I, 26-27.
40
Fransızca “universal” sözcüğünden Türkçeye adapte edilen evrensel kelimesi,
“evrenle ilgili her şeyi ve herkesi ilgilendiren, varlıkların ve nesnelerin tümünü
kapsamına alan, hiçbir istisna kabul etmeyen, âlemşumul”27 anlamlarına gelmektedir.
Evrensel kelimesi aralarında bazı nüanslar olmakla beraber, “tümel” ve “genel”
kelimeleriyle anlamdaş olarak da kullanılmaktadır. Evrensellik; evrensel olanın
özelliği, genellik anlamına gelir.28 Evren, bir bütün oluşturduğu düşünülen şeyler ya
da görüngülerin tümel birliği olarak alındığında, evrenselciğin gerçekliği bir bütün
olarak görme anlayışı olduğu söylenebilir.29
Tarihsellik kavramı Batı kültür evrenine ait olduğu gibi, evrensellik kavramı da
aynı dünyanın ürünüdür. Bu kavramlar ortaya çıktıkları kültürel ortam ve dünya
görüşünü yansıtmakta ve doğdukları ortamın karakterini ve sancılarını da
beraberinde taşımaktadır. Sözlük anlamlarında gördüğümüz herkesi ve her şeyi
içerme anlamında bir evrenselliğin imkânsızlığı bir hakikattir. Bu anlamda doğa
bilimlerinde özellikle var olduğu iddia edilen evrensellik bile tam bir evrensellik
olmayıp her zaman bazı istisnalar barındırmaktadır. Diğer taraftan duyguları,
düşünceleri, davranışları birbirinden oldukça farklı olan insanların her birinin tek bir
davranış kalıbında hareket etmesi beklenemeyecektir. Dolayısıyla evrensellik bu
anlamda bir kuram düzeyindedir. Evrensellik kuramı düşünce tarihinde felsefî,
ideolojik, dinî30ve doğa bilimsel alanlar gibi çeşitli alanlarda kullanılmaktadır.
B. TARĐHSELCĐLĐĞĐN DOĞUŞU VE GELĐŞĐMĐ
Tarihselciliğin Kur’an’ı anlama ve yorumlama konusunda uygun bir yöntem
olup olmadığının bilinmesi için bu yaklaşımın nerede ve niçin doğduğunun bilinmesi
gerekmektedir. Dolayısıyla biz bu başlık altında kısaca tarihselciliğin ortaya çıkış
nedenleri, kullanımı ve tarihçesi üzerinde duracağız. Tarihselciliğin doğuşu, tarih
ilminin mahiyeti, yönü, diğer ilimlerle olan münasebetiyle ilgili tartışmalarla da
oldukça irtibatlıdır. Bu sebeple Tarih biliminin Batı’da geçirdiği serüveni de ana
hatlarıyla ele alacağız.
Đlkçağ’da tarih sözcüğü farklı lehçelerde değişik anlamlarda kullanılmıştır. Bu
sözcüğün görerek, tanık olarak bilme anlamlarının yanı sıra çok daha geniş bir anlam
içeriğiyle fizik, coğrafya, astronomi, bitki ve hayvan bilgisini de içine alacak şekilde
kullanıldığı görülür. Tarihin babası olarak da bilinen Đlkçağ’ın önemli tarihçisi
Heredotos31 (M. Ö.484-424) tarih sözcüğünü, sadece doğal olaylara ait birikim
27 Tuğlacı,Pars, Okyanus Ansiklopedik Sözlük, Cem yayınları, yy. trs., II, 767.
28 Meydan Larousse, Meydan yayınevi, İstanbul 1971, IV, 61.
29 Ulaş, Sarp Erk, ‘’Evrenselcilik’’, Felsefe Sözlüğü, Bilim Sanat Yayınları, Ankara 2002, s.253.
30 Düzgün, Ş. Ali, Evrensellik Kuramı ve İslam Düşüncesindeki Yeri, Diyanet İlmî Dergi, c.32, sa:2, 1996, s.55.
31 Collingwood, R.G., Tarih Tasarımı, çev:Kurtuluş Dinçer, Gündoğan yayınları, 2.Baskı, İstanbul 1996, s.60.
41
bilgisi anlamıyla sınırlamayıp, insanların ve insan topluluklarının başından geçenleri
kaydetme yoluyla edinilen bilgi anlamında kullanan ilk kişidir. Heredotos’un
ardından gelen bir başka tarihçi Thukidides (M. Ö.460-400), tarih sözcüğünü sadece
geçmişteki olayları olduğu gibi aktarma ve kaydetme olarak değil aynı zamanda
geçmişte kalan insanî toplumsal olayları değerlendirme ve yorumlamayı da içine
alacak bir şekilde kullanmıştır. Đlkçağlardan başlayarak tarih sözcüğü uzun yıllar hem
doğa olaylarıyla ilgili tanıklık bilgisi, hem de insanî-toplumsal olaylar hakkındaki
haber-bilgi anlamında kullanılmıştır.32
Đlkçağ düşüncesinde mitolojilerin önemli bir yer tuttuğu görülmektedir.
Tanrılar insan hükümdarlara benzetilmiş, nasıl ki krallar kendilerine tabi olanların
her şeyini denetliyorsa kralın şahsında cisimleşmiş bulunan tanrının da hiyerarşik
sistem dahilinde bütün tebasının her türlü eylemlerini denetleme ve kontrol yetkisine
sahip olduğuna inanılırdı. Çağın hakim düşüncesi tanrıların eylemleri ve mitoloji
olunca, tarih yazımlarının konusu da tanrıların efsaneleri olmuştur. Hatta öyle ki, her
türlü felaket, hastalık, savaş vb. önemli olaylara da tanrıların sebep olduğu
düşünülmüş, bu dönem tarihin konusunu bunlar oluşturmuştur. R. G. Collingwood,
bu çeşit tarihe teokratik tarih demeyi önerir.33
Bu dönemde, önceleri tarihin öznesi olarak tanrılar görülmüş, doğa olaylarına
ilginin artmasıyla filozoflar düşüncelerini doğaya yöneltmişler, doğa araştırmalarında
aklın etkinliğiyle insan ön plana çıkmış ve bu süreçte de tarihin öznesi olarak insan
görülmüştür. Bu dönemde tarih, geçmişten geleceğe, doğru sürekli bir gelişim içinde
olmayan, ancak rastlantısal olarak dönen şeyler olup tekerrürden ibarettir.34 Yani
tarihin yönü döngüseldir.
Antikçağ’ın sonlarına doğru dinin ve Tanrı’nın merkeze alındığı bir dünya
görüşü doğmaya başlamış, bu bakış şekli Ortaçağ’da yaklaşık bin yıllık bir zaman
diliminde düşünceye hakim olmuş Rönesans’a kadar da etkinliğini sürdürmüştür.35
Antikçağ’da hakim olan döngüsel tarih anlayışına göre, geçmiş zamanın şimdi ve
gelecek zaman ile sürekli ve nedensel bir ilişkisi yoktur. Geçmiş-şimdi-gelecek
üçlemesi, tamamen fiziksel içerikli zaman kesitleri olarak görülmekteydi. Nasıl ki
doğada döngüsel bir düzen var idiyse, insanî- toplumsal yaşamda da her zaman böyle
bir döngüsel düzenin olduğu kabul edilmekteydi. Ortaçağ’da Yahudilik ve
Hıristiyanlığın getirmiş olduğu zaman anlayışları, çizgisel tarih anlayışının
yerleşmesine neden olmuştur.36
32 Özlem, Doğan, Tarih Felsefesi, Anahtar Yayınları, 2.Baskı, İstanbul 1996, S.17-18.
33 Collingwood, R.G., Tarih Tasarımı, s.45-46.
34 Özlem, Doğan, Tarih Felsefesi, s.19.
35 Erdem, Hüsamettin, İlkçağ Felsefesi, s.317.
36 Özlem, Doğan, Tarih Felsefesi, s.20-21.
42
Ortaçağ’da düşüncenin merkezinde din bulunmaktaydı. Hıristiyanlık bu çağda,
kendi ide ve ilkeleriyle, çok sıkı bir birliği olan evrensel bir kültür yapısı
oluşturmuştu. Filozoflara düşen görev, kilisenin öğretilerini desteklemekten ibaretti.
Kiliseye göre, Antikçağ’ın bir iki büyük filozofu ile Kilise Babaları’nın
düşündüklerinde ve inandıklarında değişmez doğrular gizlidir. Bu doğrular, her türlü
bilgi için birer ölçü, birer amaçtırlar; dolayısıyla felsefeye düşen bu doğruları akılla
işleyip savunmaktan ibaretti. Buna karşılık Rönesansta hem kültür hem de felsefenin
en önemli özelliği her türlü bağımlılıktan kurtulmak, kendine dayanmak ve kendini
arayıp bulmaktır. Bunun için Rönesans düşüncesi, kendini tüm tarihî otoritelerden
bağımsız kılmaya, dünya ve hayat üzerindeki görüşlerine yalnız deneyin ve aklın
sağladığı doğrularla biçim vermeye çalışıyordu. Ancak bu doğrular hazır verilmiş
olmayıp, bunların aranması ve bulunması gerekmektedir.37
Reform sonrasında Hıristiyan teologların Kitab-ı Mukaddes’e yaklaşımlarında
tarihselci-tenkitçi yönteme başvurdukları görülmektedir. Tarihselci-tenkitçi
araştırmanın önemli isimlerinden R. Simon (1638-1712) Kutsal Kitab’ın literal
anlamda sürekli onaylanan bir anlayıştan uzaklaşılarak, tarihsel nesnel bir şekilde
anlaşılmasını sağlamaya çalışmıştır. Yine Protestan-teolog Salome Semler’e göre
Kutsal Kitabı yorumlama işi, belli doktrinleri doğrulama aracı olmaktan çıkarılmalı,
metin, tenkitçi bir gözle okunmalıdır. Semler’e göre bunun için iki temel kural
vardır. Bunlardan birincisi, yorumcunun kendisi ile Kitab-ı mukaddes arasındaki
tarihsel mesafenin farkında olması; ikincisi, metni evrensel ilkelere göre okumasıdır.
Semler böyle bir okumayla metnin nesnel anlamına ulaşılacağı düşüncesindedir.38
Tarihselcilik, Batı’da tarihin mahiyeti, öznesi ve yönüne dair yapılan uzun
tartışmalar neticesinde ortaya çıkmıştır. Bilimler tasnifinde tarihe yer verilmemiş,
önceleri tarih bir bilim olarak sayılmamış, daha sonra doğa bilim yönteminin bütün
bilimler için yegâne yöntem olarak alındığı bir dönemde beşerî bilimlerin de doğa
bilimlerin yöntemiyle anlaşılması gerektiği belirtilmiştir. Đşte bu duruma bir tepki
olarak, Dilthey’le birlikte tin bilimlerinin bağımsız oldukları dile getirilmiş, beşerî
bilimlerin kendilerine ait bir metodun olması gerektiğinden hareketle tarihselci
yöntem ortaya konmuştur.39
C.TARĐHSELCĐLĐĞĐN ÇEŞĐTLERĐ
Tarihselciliğin iki çeşidinden bahsetmek mümkündür. Bunlardan birisi felsefî
tarihselcilik, diğeri ise metodolojik tarihselciliktir.40
37 Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, 11. Baskı, İstanbul 1999, s.163.
38 Paçacı, Mehmet, Kur’an ve Ben Ne Kadar Tarihseliz? Ankara Okulu yayınları, Ankara2000, s.55.
39 Dilthey, Wilhelm, Hermeneutiğin Doğuşu, s. 83-89, Özlem, Doğan, Tarih Felsefesi, s. 141.
40 Freund, Juliend, Beşerî Bilim Teorileri, çev: Bahaeddin Yediyıldız, TTK yayınları, Ankara 1991, s. 65.
43
1- Felsefî tarihselcilik: Bütün toplumsal ve beşerî hadiselerin ancak tarih
kategorisi altında anlaşılır olduklarını iddia eder.41 Genellikle tarihselciliğin bu
türünün de iki zıt eğilime ayrıldığı belirtilmiştir:
a-Tanrının inayeti, ilerleme veya sınıf savaşı gibi a priori(öncel)42 bir
prensipten hareketle beşerî oluşu dogmatik olarak sistemleştirmeye çalışan ve
geleceği bu sistemleştirme temeli üzerinde açıklama iddiasında bulunan tarihselcilik,
b-Tarihin hiçbir kesinlik veya hakikati sağlamadığı bahanesiyle her şeyi
nisbîleştirmeye yönelen ve böylece felsefî nihilizme götüren ve bir nevî şüpheciliği
geliştiren tarihselcilik.
2- Metodolojik tarihselcilik: Tin bilimlerin doğa bilimlerden bağımsız olduğu
düşüncesinden hareketle, tin bilimlerin nesnesinin doğa bilimlerinden farklı olduğu,
dolayısıyla yöntemlerinin de farklı olması gerektiğini savunur. Doğa bilimleri
açıklama yöntemini kullanırken, tin bilimlerinde anlama yönteminin kullanılması
gerektiği belirtilmiştir.43 Doğa bilimleri ile tin bilimlerinin ilmî geçerlilik
bakımından birbirlerinden ayrıldığı düşünülür.44
D. ĐSLAM DÜNYASINDA TARĐHSELCĐLĐK
Đslam dünyasında Kur’an’ın tarihselliğiyle ilgili düşüncelerin ilk defa ne zaman
ortaya çıktığı hususunda farklı görüşler mevcuttur. Kur’andaki ahkâmın değişmesi
anlamında tarihselliğin Đslam’ın ilk asırlarına kadar indiği ve bu meyanda Hz.
Ömer’in bazı uygulamalarının tarihsellik içerisinde değerlendirilebileceği iddia
edilmektedir.45 Bazen de tarihselliğin Mu’tezile mezhebinin Kur’an’ın yaratılmışlığı
çerçevesinde ortaya attığı görüşleriyle başladığı ve Muhammed Abduh’un neo –
itizalî Kur’an okumalarında kendisine yer bulduğu öne sürülmektedir.46 Yine 19.
yy’daki Hind Alt kıtası Ehl’i Kur’an ekolü mensubu olan S. Ahmed Han ve
arkadaşları tarafından Kur’an’ın tarihselliği ile ilgili düşüncelerin serdedildiği
görülmektedir.47 Micheil Heobnik ise, Kur’an’a tarihselci yönelişin Taha Hüseyin ve
41 Freund, Juliend, a.g.e., s. 65.
42 Akılcı filozoflar, deneyci filozoflardan farklı olarak deneyden gelmeyen, deney öncesi olan bir bilginin imkanına
inanırlar. Bu tür bilgiye felsefe dilinde a priori bilgi denir. Arslan, Ahmet, Felsefeye Giriş, Vadi yayınları, 6. Baskı,
Ankara 2002, s.46.
43 Dilthey, Wilhelm, Tin Bilimlerine Giriş, çev. Doğan Özlem, Paradigma yayınları, İstanbul 1999, s. 24-26.
44 Freund, Juliend, Beşerî Bilim Teorileri, s. 66. M. Mandelbaum, 1930’lu yıllardan sonra hem İngiltere hem de
Amerikada tarihselcilik kavramının bir dünya görüşünü/Weltanschauung ifade etmekten ziyade açıklama ve
değerlendirmeyle ilgili metodolojik bir yaklaşımı ifade ettiğini belirtir. Mandelbaum, Maurıce, Historicism, The
Encyclopedia of Philosophy, IV, 24.
45 Hatipoğlu, M. Said, Kur’an’ın Aktüel Değeri I, İslamiyat, c.5, sa:1, Ankara 2002, s.12.
46 Polat, F. Ahmet, Çağdaş İslam Düşüncesinde Kur’an’a Yaklaşımlar, Doktora Tezi, S.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Konya 2002, s.107.
47 Birışık Abdulhamit, Hind Alt Kıtası Düşünce ve Tefsir Ekolleri, İnsan yayınları 2001, s.319.
44
Muhammed Halefullah tarafından ilk ciddi adımların atıldığı ve daha sonra Fazlur
Rahman, Hasan Hanefi, Muhammed Arkoun ve Nasr Hamid Ebu Zeyd tarafından bu
çizginin günümüze kadar devam ettiğini belirtir.48
Tarihselciliğin izini süren Mehmet Paçacı Đbn Sina, Đbn Rüşd ve Gazalî gibi
büyük Đslâm mütefekkirlerinin eserlerinin Batı’ya çeviriler yoluyla intikalinden sonra
bu çalışmaların Batı’da reforma yol açtığını ve bunun neticesinde Batı’da
tarihselciliğin doğduğunu belirtir. M. Paçacı, aslında tarihselci düşüncenin ilk
asırlardan itibaren Đslâm geleneği içerisinde var olduğunu daha sonra bir müddet
unutulduğunu, 20 yüzyılda yeniden keşfedildiğini iddia eder. Mekkî-medenî ilmi,
nâsih mensuh gibi tefsir usûlüne dair bazı konuları tarihselciliğin Đslam geleneğinde
mevcudiyetinin önemli argümanları olarak görür.49
Medeniyetler arası etkileşim kaçınılmaz olmakla beraber hangi medeniyetin
diğerini ne kadar etkilediği yönündeki tespitleri sahanın uzmanlarına bırakarak, her
bir yeni düşüncenin gelenek içerisinde bir damarının olabileceğini kabul etmek
gerekir. Bu anlamda tarihselci düşünce için de gelenek içerisinde bazı dinamikler
bulunabilir. Ancak derli toplu bir şekilde Kur’an’ın tarihselliği çerçevesindeki
tartışmaların 19. yy’ da S. Ahmed Han ve ekolü tarafından başlatıldığını, özellikle
20. yy. daki bazı Müslüman aydınlar tarafından, Fazlur Rahman, Muhammed
Arkoun, Hasan Hanefi, Nasr Hamid Ebu Zeyd ve Muhammed Abid el-Cabirî ile
günümüzde devam ettirildiği kanaatindeyiz. Çünkü bu bilim adamları ya doğrudan
veya dolaylı bir şekilde Kur’an’ın tarihselliğinden ve ona tarihselci bir yöntemle
yaklaşılmasında söz etmektedirler. Mesela Fazlur Rahman, varoluşçu tarihselciliğin
önemli simalarından olan Hans George Gadamer ile isim vererek tartışmış ve kendisi
diğer bir tarihselci E. Betti’nin yanında yer almıştır.50 Muhammed Arkoun Kur’an
metninin ideolojik yansımalardan uzak, tarihselliğini ve tarihsel bir an içinde ortaya
çıkışını dikkate alarak bir okuma yapılması gerektiğini iddia eder.51 Yine Arkoun,
bugün yapılması gerekenin Kur’an’ı; bilimsel gosorgulamalara dayalı, tarihsel,
antropolojik, teolojik ve felsefî okumalarla okumaktır der.52
48 Hoebnik, Micheil, Thinking About Renewal In Islam, Towards A History of Islamic Ideas On Modernızatıon And
Secularızatıon Arabica, sa:XLVI, Leiden, p.54.
49 Paçacı, Mehmet, Kur’an ve Tarihselci Yorum, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Kur’an ve Dil-Dilbilim ve Hermenötik-
Sempozyumu, 17-18 Mayıs 2001, Erzurum trs. s.77-78.
50 Fazlur Rahman, İslam ve Çağdaşlık, ev: Alpaslan Açıkgenç- Hayri Kırbaşoğlu, Ankara Okulu yayınları, Ankara
1996, s.67-70.
51 Arkoun, Muhammed, Kur’an Okumaları, çev: A. Zeki Ünal, İnsan Yayınları, İstanbul 1995, s.227-230.
52 Arkoun, Muhammed, el-Fikru’l- İslamî Kıraatun İlmiyye, Merkezü’l-İnmai’l-Kavmî, Beyrut 1987, s.246.
Arkoun’un eserlerini Fransızcadan Arapçaya çeviren Haşim Salih onun yöntemi hakkında şu açıklamaları yapar:
Arkoun’un yöntemi dilbilimsel ve semiyotik yöntemle tarihsel ve antropolojik yöntemden oluşur. (Dilbilimsel ve
semiyotik+tarihsel ve antropolojik) bkz. M. Arkoun, önceki eser, s.87.
45
E. TARĐHSELCĐLĐĞĐN ĐSLAM GELENEĞĐNDE ARADIĞI
DAYANAKLAR
Tarihselci yönelişin felsefî ve metodolojik olarak ilk defa Batı kültür
dünyasında ortaya çıktığı hususunda görüş birliği olmakla beraber, bu tartışmalarda
öne çıkan husus Đslam geleneği içerisinde bu yönelişe imkân tanıyacak argümanların
mevcudiyeti iddiasıdır. Bu bağlamda Taha Cabir el Alvanî, tarihselci yaklaşımı
benimseyenlerin Kur’an’ın tarihsel bir metin oluşuna, Kur’an’ın dili, nüzûl sebepleri,
Arabî çevreyle ilgili konularla Arap örf-âdetleri, Kur’an kıssaları ve sınırlı sayıdaki
nassla bütün insanlığın eylemlerine çözümler getirmenin imkânsızlığı hususlarının
delil olarak getirildiğini belirtir.53 Ayrıca Kur’an’ın yaratılmışlığı, Hz. Ömer’in
uygulamaları, hükümlerdeki maksat vb. konular da tarihselcilik tartışmalarında sık
sık öne çıkmaktadır. Dolayısıyla bu bölümde biz de bu konuları tarihselcilikle
ilişkileri açısından ele alıp inceleyerek tartışmak istiyoruz.
I- Halku’l -Kur’an ve Tarihselcilik
Đslam aleminde, hicrî II. asrın sonlarından III. asrın ilk çeyreğine kadar
oldukça sert tartışmaların yaşanmasına neden olan ve neredeyse Mu’tezile
mezhebinin ismiyle beraber zikredilen Kur’an’ın yaratılmışlığı meselesi tarihselcilik
tartışmalarında sıkça gündeme gelmektedir. Tarihselci düşüncenin önemli
isimlerinden Muhammed Arkoun bu konudaki düşüncelerini isbatlama sadedinde
Kur’an’ın yaratılmışlığı meselesinin sorunsal bir şekilde yeniden ele alınması
gerektiğini belirtir. Arkoun’a göre Kur’an’a yaklaşımda bir metodun diğerine
nazaran bir meşrûiyet sorunu yaratmadığı gibi anlaşılma ve yorumlanma noktasında
da Kur’an metninin diğer metinlerden herhangi bir farkı yoktur. 54 Yani bir
Müslüman, Kur’an’a herhengi bir felsefî veya edebî metne yaklaştığı gibi
yaklaşabilir. Arkon’a göre Mu’tezile, Kur’an’ın yaratılmış olduğunu ileri sürerken
vahiyle ilgili bir kuram geliştirmişti. Bu da “vahyi yayıldığı toplumların somut
tarihine bağlama”55 girişimidir. Gerçekten Mu’tezile, Kur’an’ın yaratılmışlığını
söylerken, -Arkoun’un da iddia ettiği gibi- vahyin tarihselliğini ortaya koymak ve
vahyi geldiği toplumun somut olaylarıyla birebir örtüştürme gayretiyle mi bu iddiada
bulunmuştur? Bu sorunun cevaplanabilmesi için Mu’tezile ile Ehl-i Sünnet arasında
yaşanan tartışmalara kısaca göz atmak gerekecektir.
Kur’an’ın yaratılmışlığı konusundaki tartışmaların nereden kaynaklandığı
hususunda farklı görüşler mevcuttur. Bu tartışmaların bir taraftan dahilî sebeplerden;
53 El-Alvanî, Tâhâ Câbir, Hâkimiyyetü’l Kur’an, el-Ma’hedü’l Alemî li’l Fikri’l İslâmî, 1. Baskı, Kahire 1996, s.34-35.
54 Arkoun, Muhammed, el-Fikru’l Arabî, Arapça’ya çev: Adil Avva, Menşurâtu Uveydât, 3.Baskı, Beyrut 1985,
s.19.
55 Arkoun, Muhammed, ‘’İslâm’ı ve Laikliği Yeniden Düşünmek’’ Avrupada Etik, Din ve Laiklik, çev: Sosi
Dolanoğul, Metis yayınları, 1. Baskı, İstanbul 1995, s.22.
46
yani Đslâmî nasslar üzerinde düşünmekten veya Đslam toplumunda görülen siyasî
toplumsal olaylardan zuhur ettiğinden söz edilirken diğer taraftan dış tesirlerden söz
edenler de mevcuttur.56 Bu dış tesirlerin de Yahudilik, Hristiyanlık ve Yunan
felsefesi olduğu belirtilmiştir.57 Her iki görüşü mezceder bir şekilde Đslâm’ın kendi
içinden kaynaklanıp, Hristiyanlardan etkilenilmiş olabileceği ihtimali üzerinde de
durulur.58
Mu’tezile’nin halku’l-Kur’an’ı kabul etmesini Hristiyanlığa bir tepki olarak
görmek mümkündür. Đsa Mesih’in kıdemine inanan Hristiyanlara karşı Allah’ın
kelamının kadim olması tevhide aykırı görülmüştür. Buradan Đsa Mahluk olduğu
gibi, Kur’an’ın da mahluk olması gerektiği neticesine varılmıştır. Mu’tezile, ayetlerin
zahirî anlamı Kelamullah’ın kıdemini çağrıştırsa bile bunları bu kıdemi nefyedecek
bir şekilde te’vil etmiştir.59
Mu’tezilî âlimlerin önde gelenlerinden Kâdî
Abdulcebbar(ö.415/1024), “sıfatları kabul eden Sünnilerle, Allah tek cevherdir ve
aynı zamanda üç uknumdur(unsur, esas), ezelî hayata sahip, ezeli kelamla
mütekellimdir diyen Hristiyanlar arasındaki fark ifade şeklinden başka bir şey
değildir”60 der. Abbasî halifesi Me’mun, Halku’l Kur’an’ı tartışırken Kur’an’ın
mahluk olmadığını savunanları, Allah’ın kelimesi olan Đsa’ya mahluk değildir diyen
Hristiyanlara benzemekle suçlamış, Allah’ın dışındaki her şeyin mahluk olduğundan
hareketle Kur’an’ın mahluk olduğunu iddia etmiştir.61 Mu’tezile, yaratılmış bir Đsa
tasavvuruyla yaratılmış bir Kur’an tasavvurunun bir paradoks oluşturmayacağı
düşüncesinden hareketle, Kur’an’ın yaratılmışlığını iddia etmiştir. Ve böylece
Hristiyanlarla rahat ve tutarlı bir şekilde mücadele etme imkânı bulunacağı
kanaatindedir
Kâdî Abdulcebbar’a göre sıfatlar önce şahidde bilinir, anlaşılır, sonra
benzerinin gaibde olduğuna hükmedilir. Şahidde ispatlanmamış bir hükmün gaib için
geçerli olması imkânsızdır; bu bilinmeyen bir şeyin iddiası olur. Sıfat şahidde başka,
gaibde başka olamaz. 62 Bu temel metottan hareketle Kâdî Abdulcebbar, kelamı,
biizm bildiğimiz kelamın nitelikleriyle niteler. ‘’Bir şeyi tanımlamak o şey hakkında
bilgi sahibi olmanın bir bölümüdür; çünkü onu tanımlamadaki amaç, efradını cami’
ağyarını mani’ bir çerçeve belirlemektir, bunun için işe kelamın tanımıyla başlamak
56 Corbin, Henry, İslâm Felsefesî Tarihi, çev: Hüseyin Hatemi, İletişim Yayınları, İstanbul 1994, s.213.
57 Tritton, A.S., İslâm Kelâmı, Çev: Mehmet Dağ, AÜİF Yayınları, Ankara 1983, s.59.
58 Watt, W. Montgomer, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev: E. Ruhî Fığlalı, Umran Yayınları, Anakra 1981
s.313.
59 Corbin, Henry, İslâm Felsefesî Tarihi, s.212.
60 Kâdî, Abdulcebbar, Ebu’l- Hasen b. Ahmed el-Hemedânî, Şerhu’l-Usuli’l Hamse, nşr. Abdulkerim Osman, Kahire
1965, s.295.
61 Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Tarihu’t –Taberî, thk. Muhammed Ebu’l Fazl İbrahim, Daru Suveydan,
Lübnan trs. VIII, 635.
62 Kâdî, Abdulcebbar, el-Muğnî fi Ebvabi’t-Tevhid ve’l Adl (Halku’lKur’an), thk.İbrahim el-Ebyârî, Matbaatü Dari’l
Kütüb, 1. Baskı, Kahire 1380/1961, VII,53.
47
gerekir diyen’’63 diyen Kadî Abdulcebbar kelamı, ‘’algıyla bilinen ve idrak edilip
işitilen, dilde cereyan eden, belli bir tarzda peşpeşe, düzenli ve dizili olarak bulunan
harflerdir’’64 şeklinde tanımlar.
Fizikî dünyadaki kelamın nitelikleri neyse, Allah’ın kelamının da özellikleri
aynıdır. Đnsanların bilip tanıdığı kelam ses cinsindendir, kulun gücü dahilindedir,
algılanan bir arazdır, sürekliliği yoktur, bir mahalde bulunma özelliği vardır, cümleye
hulul etmesi zorunlu değildir, sıfat olarak değil, kendisini varlık alanına çıkaran, fiil
olarak işleyenle birlikte bulunmaktadır. Kelamı fiil eden, kelam sahibi (mütekellim)
dir.65 Kelam ses olunca, kalpte bulunan bir mana değil, işitme özelliği olan bir
mânâdır.66
Kadî Abdulcebbar’a göre, Kur’an’ın, önümüzde duran ve yaratılmış
kelimelerde bulunan ma’kul anlamından başka kadim olan bir anlamı yoktur.
Kelamullah dediğimiz şey, yaratılmış olarak bize sunulmuş Kur’an’dan başka bir şey
değildir.67 Kâdî Abdulcebbar, kelamın ses ve harflerden oluştuğundan jareketle bir
mahalde bulunmasını zorunlu görür. Ona göre bir mahalde var olan şeyin kadim
olması imkânsızdır.68
Kelamullah’ın yapısı hakkındaki ihtilaftan dolayı Ehl-i Sünnet ve Mu-tezile
Kur’an yaratılmışlığıhakkında farklı kanaatlere varmışlardır. Mu’tezile âlimleri, bir
şeyin kelem olarak nitelendirilebilmesi için ses ve harflerin bulunmasını zorunlu ve
yeterli şart olarak görürler; yani kelâm dediğimiz şey, harfler ve seslerle dile gelen
anlamlardır; kelâm bunun ötesinde başka bir anlama sahip değildir. Sonraki dönem
Ehl-i Sünnet âlimlerine göre ise kelâm lafzı iki anlama gelir. Birincisi, fiziksel
konuşmaya tekaddüm eden ve insanın iç dünyasında vuku bulan enfüsi konuşmadır
(hadîsu’n-nefs). Kelâm, ikinci anlamı itibarıyla,bir tertip içinde gerçekleşen ses ve
harflere işaret eder; bunlardan birincisi kelam-ınefsî, ikincisi de kelam-ı lafzîdir.
Kelâm-ı lafzî, bir bakıma insanın varlığı ile bütünleşmiş olan kelam-ı nefsinin kabul
edilip edilmemesinden kaynaklanmaktadır. Bir diğer husus da kelâmın, Allah’ın fiili
mi sıfatımı olduğu konusudur. Ehl-i Sünnet, kelâmı Allah’ın sıfatı olarak
görmektedir. Her iki taraf da kendi görüşlerini desteklemek için aklî ve naklî delillere
başvurmaktadır.
Kısaca şunu söylememiz mümkündür: Kur’an’ın yaratılmışlığı konusundaki
tartışmanın ve ihtilafın özü, Allah’ın kelam sıfatının mahiyetiyle ilgili tartışmalara
dayanmaktadır. Aslında Kur’an, Allah’ın mütekellim olduğunu belirtmekte, bunun
63 Kâdî Abdulcebbar, el-Muğnî, VII, 6.
64 Kâdî Abdulcebbar, el-Muğnî, VII, 3.
65 Kâdî Abdulcebbar, el-Muğnî, VII, 5.
66 Kâdî Abdulcebbar, el-Muğnî, VII,59.
67 Kâdî Abdulcebbar, el-Muğnî, VII, 15.
68 Kâdî Abdulcebbar, el-Muğnî, VII, 23.
48
ötesinde ‘’ilahî kelamın mahiyeti nedir, kadim midir, mahluk mudur; nefsî midir;
lafzî midir; işitilme keyfiyeti nasıldır?’’ gibi detaylara kesinlikle girmemektedir.
Kur’an’da verilen bilgi Allah’ın Musa (a. s. ) ile konuştuğu şeklindedir.69 Bu
konuşmanın mahiyetiyle ilgili bilgi verilmemektedir. Dolaysıyla Allah’ın sıfatlarıyla
ilgili yapılan yorumların spekülatif olmaktan öteye gitmeyeceği muhakkaktır. Mesela
Suyûti, (ö.911/1505) selefin Allah’ın sıfatlarına iman ettiğini, onların mahiyet ve
yorumunu bilmeyi Allah’a havale ettiklerini (tefviz) belirtir. 70 Gerçekten Allah’ın
sıfatlarının keyfiyet ve hakikatlerini bilmek, insan aklını aşan bir durumdur. Kıyas
yoluyla keyfiyetlerini bilmeye de imkân yoktur. Allah’ın bir benzeri olmadığı için,
Allah’ı ona kıyaslama imkânımız yoktur. Đnsanlar nasıl ki Allah’ın zâtının hakikat ve
keyfiyetini bilmekten aciz ise, sıfatlarının da hakikat ve keyfiyetini bilmekten
acizdir. Đşte bu sebeple selef, sıfatlarla ilgili nasslarda anlatılanların keyfiyetleri
üzerinde durmamış ve ayrıntılara dalmaktan kaçınmıştır.71
Tarihselcilerin Kur’an’ın tarihselliğine giriş kapısı olarak gördükleri Kur’an’ın
mahluk olduğu hususu, yukarıda da belirtildiği gibi Mu’tezilenin ele alıp tartıştığı
anlamda Kur’an’ın tarihselliğiyle doğrudan bir ilgisi bulunmamaktadır. Tarihselci
görüşe sahip bazı akademisyenlerimiz de bunu kabul etmektedir.72 Kur’an’ın
yaratılmışlığı meselesinin tarihsellikle ilgisi, belki yaratılmış Kur’an anlayışının
tarihselciliğe yol açabileceği iddiası olabilir. 73 Ancak ezeli bir kelam anlayışının
tarihselci bir anlayışla birleşemeyeceği gibi iddia da ileri sürülemez. Kelam ister
yaratılmış isterse yaratılmamış olsun Yüce Allah her halükarda bu kelamıyla genel
geçer hükümler koymaya muktedirdir. Mu’tezile de Kur’an’ın mahluk olduğunu
söyleyen Ehl-i Sünnet de Kur’an’ın emir ve yasaklarının her halükarda bağlayıcı
oduğunu kabul etmektedir.74 Hatta Kâdî Abdulcebbar, Kur’an’ın anlaşılmasında
lafzın işaret ettiği ilk anlam demek olan zâhirin öncelikle ve kesinlikle kabul
edilmesi gereken anlam olduğunu belirtmektedir. Önce hitabın zahirine hamli
mümkünse öyle yapılmalıdır. Zâhirin anlaşılmasında hâss ya da âmm hangisi
uygunsa o alınmalıdır. Delilsiz olarak zahir terk edilmemelidir.75
II- Kur’an’ın Lafız- Mana Olarak Ayrılığı Teorisi ve Tarihselcilik
69 Nisâ, 4/164.
70 Suyûtî, Celaluddin, el-İtkan fi Ulûmi’l-Kur’an, I, 650.
71 Şimşek, M. Said, Kur’an’da İki Mesele (Müteşabih-Nesh), Selam yayınevi, Konya 1987, s.52.
72 Güler, İlhami, Muhtar Bir İrade (Allah’ın İradesi) ve Mümkün Bir Tarihin (610-632)Kelam’ı Kadim’e ve Zorunlu
Tarihe Dönüşmesi, III. Kur’an Sempozyumu, 13-19 Ocak 1997, Fecr yayınevi, Ankara 1998, s.220. ‘’Mu’tezile’nin
bu tartışmayı (Kur’an’ın yaratılmışlığı) hararetle sürdürmesi, Tevhid’i koruma veya tenzih gayretiyledir. İ. Güler,
a.g.t.,a.y.
73 Güneş, Kamil, İslami Düşüncenin Şekillenişinde Akıl ve Nass, İnsan yayınları, 1. Baskı İstanbul 2003, s.565.
74 Şimşek, M. Said, Günümüz Tefsir Problemleri, s.298.
75 Kâdî, Abdulcebbar, Şerhu’l Usuli’l Hamse, s.604; el-Muğni, VII, 170
49
Halku’l Kur’an tartışmalarının devamı niteliğinde olan bir konu da Kur’an’ın
mana olarak mı; yoksa hem lafız hem de mana olarak mı vahyolunduğu meselesidir.
Kur’an farklı ifadelerle kendisinin bizzat Allah tarafından gönderildiğini haber
vermektedir.76 Kur’an’ın iki ayrı yerinde ‘’Hiç şüphesiz o Kur’an, çok şerefli bir
elçinin sözüdür’’77 ifadesi yer almaktadır. Bu ayetlerde geçen ‘’şerefli elçi’’
ifadesiyle kastedilen nedir? Bu konuda iki görüş bulunmaktadır:
1-Hâkka suresinde geçen elçiden maksat Hz. Muhammed (s. a. v), Tekvîr
suresindekinden maksat Cebrail’dir.78
2- Hâkka suresinde hem Hz. Muhammed hem de Cebrail’in kast olunabileceği
ihtimali varken, Tekvîr suresinde sadece Cebrail kast olunmaktadır.79
Müfessirlerin de belirttiği gibi Hâkka suresinde Hz. Peygamber, Tekvir
suresinde ise Cebrail’in kastedilmesi tutarlı ve mantıklı gözükmektedir. Çünkü her
iki surede geçen o iki ayet kendi kontekslerinde yer alan diğer sıfatlarla birlikte
değerlendirildiğinde ve ayrıca Kur’an’ın bu konuyla alakalı diğer ayetleriyle bir
bütünlük halinde incelendiğinde bu sonuca ulaşılmaktadır. Hâkka suresindeki ayetin
hemen akabinde yer alan Kur’an’ın şair ve kahin sözü olmadığı şeklindeki
nitelemeler Hz. Peygamberle ilgilidir. Bilindiği üzere müşrikler, çeşitli vesilelerle
Hz. Peygamber’e şairlik ve kahinlik yakıştırmasında bulunmuşlardı. Onların bu tür
sıfatlarla Cebrail’i niteleme alışkanlıkları yoktu.80 Kaldı ki müşriklerin Cebrail ile bir
buluşma, görüşme ve tanışmaları vaki değildi ki ona bu nitelemeleri isnad etsinler.
Dolayısıyla onların hakkında bu tür yakıştırmalarda bulunamayacakları oldukça
açıktır. Ayrıca Hz. Peygamber’e müşrikler tarafından şairlik vasfının nispet
edilmesine yanıt veren ‘’Biz ona (Muhammed’e) şiir öğretmedik. Bu, onun için
yakışıkalmaz da…. O (vahiy), bir öğüt ve apaçık Kur’an’dan başkası değildir.’’81
ayeti bu gibi nitelemelerin Hz. Peygamber’e yakıştırıldığını ifade etmektedir.
Tekvir suresindeki ayetin devamındaki ‘’Güçlü, Arş’ın sahibi (Allah’ın)
katında itibarlı, orada sayılan, güvenilen bir elçi’’82 şeklindeki betimsel anlatım da,
buradaki ‘’şerefli elçiyle’’kastedilenin Cebrail olduğunugöstermektedir. Zira Necm
suresinde Cebrail’in anlatıldığı ‘’Onu, müthiş kuvvetlere sahip akıl ve re’yinde kamil
76 Bakara, 2/33,99,119;Yusuf, 12/2,3; Ahzab, 33/45; Şura, 42/52.
77 Hâkkâ, 69/40; Tekvir, 81/19.
78 Taberî, Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l Beyan an Te’vili Ayi’l-Kur’an, Daru’l-Fikr, Beyrut 1408/1988, XIX,66;XX,79;
Kasımî, Cemaluddin, Mehasinu’t-Te’vîl, thk. Muhammed Fuad Abdulbaki, Beyrut 1415/1994, VII;175,272; Razî,
Fahruddin, et-Tefsiru’l-Kebîr, X,633.
79 Zamahşerî, el-Keşşaf, IV, 594, 697;Beyzavî, Envaru’t-Tenzîl, III, 442,504; Ibn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ani’l Azim,
IV,376; Nesefî, Tefsir, Y.Y. trs., IV, 289,336; Ebussuud, Tefsir, 2.Baskı, Beyrut 1411/1990, IX,27,118.
80 Razî, Fahruddin, et-Tefsiru’l-Kebir, XI, 633.
81 Yasin, 36/69.
82 Tekvir, 81/20-21.
50
olan (Cebrail) öğretti’’83 ayetindeki betimlemelerle tam bir paralellik ve uyum
arzetmektedir. Dolayısıyla Hakka suresinde Hz. Peygamber’in, Tekvir suresinde ise
Cebrail’in kastedilmesinin isabetli olduğu kanaatindeyiz.
Kur’an’ın lafız yönünden Hz. Peygamber’e ait olduğu iddiası, Hz.
Peygamber’in gelen vahyi unutmamak için henüz kendisine okunup bitirilmeden
acele ederek tekrarlamaya çalışması ve bunun üzerine kendisine dilini depretmemesi,
o Kur’an’ı Peygamber’in kalbinde toplamanın Allah’a ait olduğunu bildiren84 ayetle
de çelişmektedir. Eğer lafız Hz. Peygamber’e ait olsaydı, O, vahyi ezberleyememe
endişesine kapılarak dilini depretmezdi.
Đlahî manaların söz kalıplarına dükülmesinin Cebrail’e veya Hz. Peygamber’e
ait olduğunu söylemek, Kur’an’ın lafzî mucizesini yok saymak anlamına gelir.
Hâlbuki Kur’an’ın lafız ve üslubundaki şaheserliği gören Arap edip ve şairleri ona
inanmasalar bile hayranlıklarını gizleyememişlerdir. M. Abdullah Drazın’ın da
belirttiği gibi Kur’an, ne Hz. Muhammed’in ne de herhangi başka birinin hiçbir rolü
olmadan lafzı ve manasıyla Allah katından indirildiğini bizzat kendisi açıkça
bildirmektedir. Hz. Muhammed, Kur’an’ı herhangi bir öğrencinin hocasından85
öğrenmesi tarzında öğrenmiş, metnin hazırlanması konusunda onun en ufak bir
katkısı olmamıştır.
Kur’an insanların kullandığı bir dil ile ifade edildiği için bir taraftan beşer ve
topluma ait dilin bir başka dile göre olan zenginliğini özünde taşırken, diğer taraftan
da bu dilin Allah tarafından kullanılması sebebiyle beşer ve toplum üstü bir ifade
biçimini, bir dil özelliğini ihtiva etmektedir.86 Kur’an’ın dilsel yönünü öne çıkarmak
suretiyle diğer metinler mesabesinde görülmesi, onun icazına gölge düşürecektir.
Kur’an lafzıyla manasıyla Allah katındandır. Bu sebeple onun diğer metinlere
benzemeyen pek çok yönü vardır.
Đlahi metnin kaynağı, zamandan ve mekândan münezzeh mutlak ilim sahibi
olan Allah olduğu için, zaman ve mekânla muttasıf zannî ilim sahibi beşerin
metninden oldukça farklıdır. Đlahi metnin göndereni, zamanı ve mekânı da yaratan
yüce Allah iken, beşeri metinde, hem metnin sahibi hem de ona muhatab olan bir
tarihsellikle karşı karşıyadır. Đlahi metinde ise gönderenin herhangi bir
tarihselliğinden söz edilmesi mümkün değildir. Bu sebeple ilahi metni gönderen
gerek seçtiği kelimeler gerekse kullandığı üslup açısından nüzûl dönemi insanlarının
zihin dünyalarına hitap ettiği gibi daha sonraki dönemlerdeki insanlara da hitap
edecek tarzda indirmiştir.
83 Necm, 53/5-6.
84 Kıyame, 75/16-19.
85 Draz, Muhammed A., En Mühim Mesaj, çev: Suat Yıldırım, Akçağ yayınları, 1 Baskı, Ankara 1985, s.13-15.
86 Kırca, Celal, Kur’an’ı Anlamada Dil Problemi, Kur’an Mesajı İlmi Araştırmalar Dergisi, Aralık 1997, sa:2,
İstanbul, s.35.
51
III- Mekkî -Medenî Đlmi ve Tarihselcilik
Gerek klasik gerekse modern tefsir usulüne dair yazılan eserlerde mekkî
medenî konusuna yer verilmektedir. Kur’an tefsirlerinde surelerin veya ayetlerin
tefsirinden önce müfessirlerin onun mekkî veya medenî olduğunu tesbite çalıştıkları
ve bu konudaki rivayetleri naklettikleri görülmektedir. Bu durum, Kur’an
yorumlarında tarihsel bağlama atfedilen önemi göstermektedir.
Mekkî ve medenî ilmini bilmenin önemine dair kaynaklarımızda çok önemli
rivayetler bulunmaktadır. Mesela Muhammed b. Habib en-Nisabûrî (Ö.405/1015)
‘’Kur’an ilimlerinin en önemlilerinden biri de ayetlerin nüzûlünü ve cihetlerini,
Mekke devrinin başında, ortasında, sonunda nazil olanları; aynı şekilde Medine
devrinde nazil olanların ne zaman nazil olduklarını bilmektir’’ der.87 Doğrusu
ayetlerin nüzûl seyrini bilmek ilk müslümanların nasıl tedrîcî bir şekilde eğitildiğini,
Đslâm’ın teşrî tarihini, mü’minlere, müşriklere ve Ehl-i Kitab’a yapılan hitaplarda
muhatapları ve çevreyi dikkate almasını tanımak açısından önemlidir
Kur’an’ın mekkî ve medenî surelerinde veya ayetlerinde gerek konu gerekse
uslup açısından farklılık arzettiği bir vakıadır. Mekkî surelerdeki ayetler daha kısa ve
özlü, kullanılan ifadeler daha şiddetli ve duyguludur. Buna mukabil medeni ayetlerde
ise muhataplar genellikle inanan insanlardan oluştuğu için ifadelerde hukuk diline
daha uygun uzun cümlelerle, daha ayrıntılı bir anlatıma başvurulmuştur.88 Mekkî
dönemde daha çok genel prensiplerin ve esasların yer aldığı ayetlerin indiğini, cüz’i
meselelerin nadirattan olduğunu belirten Şatıbî, medenî dönemde külli esasların
tedrîcî olarak tamamlandığını, akitler, içkinin hükmü ve hadlere dair hükümlerin
Medinede vazedildiğini beyan eder.89
Buradan hareketle Şatıbî bir yöntem
belirlemeye çalışarak şu tespitleri yapar: Medine döneminde inen sureler Mekkî
sureler üzerine bina edilerek değerlendirilmeli, Mekkî ve Medenî sureler kendi
aralarındaki nüzûl sırası dikkate alınarak anlaşılmalı.90 Bu sonuca istikra/tümevarım
yöntemiyle ulaşıldığını belirten Şâtıbî, mekkî-medenî ayetler arasındaki ilişkinin,
mücmelin beyanı, umumun tahsisi, mutlağın takyidî, detayları getirilmemiş olan
şeylere açıklık kazandırılması ve yahut da tamamlanmamış olan şeylerin
tamamlanması tarzlarından biriyle olacağını kaydeder.91
Kur’an’ın indirildiği toplum gerçeklerini dikkate alarak bazı hükümleri aşama
aşama vazettiği(tedric), bazılarını ise belirli bir zamana kadar açıklamayı ertelediği
(te’hir) bilinmektedir. Ve hatta bazılarına da mühlet verdiği(imhal) görülmektedir. 92
87 Zerkeşî, Bedruddin, el-Burhan, I, 238.
88 Salih, Subhi, Mebahis fî Ulumi’l Kur’an, s.183-184.
89 Şâtıbî, Muhammed, el-Muvafakât, III, 97-98.
90 Şâtıbî, Muhammed, el-Muvafakât, III,392.
91 Şâtıbî, Muhammed, el-Muvafakât, III, 393.
92 Salih, Subhi, Mebahis, s.58-60. Bkz. Bakara,2/219;Nisa, 4/43,92;Maide, 5/38,94.
52
Bu durum Kur’an’ın hüküm vazında uygun ortam ve şartları gözettiğini
göstermektedir. Ama buradan hareketle zaman ve mekânın değişmesiyle ahkâmın da
değişebileceği anlamı çıkarılmamalıdır. Bu yöntemi durumsallık93 kavramıyla ifade
edebiliriz. Kur’an’ın belirli bir çevreyi ve muhatablarını dikkate alması çevre
koşullarının kendisini dayatması anlamına gelmemektedir. Zira Kur’an olguları
dikkate alarak onlarla atbaşı bir tarzda giderken kendi istediği yöne doğru o toplumu
çekmiş ve sürüklemiş, tevhid esaslarını kısa sürede yerleştirerek seçkin bir toplum
inşa etmiştir. Bu durum onun koşulları dikkate alarak daima aktif bir pozisyonda
olduğuna işaret eder.
IV-Nüzûl Sebepleri ve Tarihselcilik
Kur’an’ı Kerim’in nazil olduğu ortamı resmeden ve o sosyolojik ortam
hakkında bilgi veren nüzûl sebepleri, tarihselcilik tartışmalarında en çok başvurulan
konulardandır. Bu konu sadece modern tartışmalarda gündeme gelen bir konu
olmayıp, Đslam düşünce tarihinde ve Kur’an tefsirinde üzerinde özellikle durulan
konulardan biridir.
Nüzul sebeplerinin tarihselcilikle ilişkisi, kanaatimizce ‘’nüzûl sebebi’’
tamlamasındaki ‘’sebep’’ sözcüğüne yüklenen anlamla doğrudan irtibatlıdır. Buradan
hareketle olguların ayetlerin teşekkülündeki rolüne geçilerek, olgu-nass diyalektiği
çerçevesinde konu ele alınıp incelenmektedir. Biz de bu durumu tartışmak istiyoruz.
Felsefî olarak sebep sözcüğü ‘’gerçek neden (illet), bir şeyi etkileyen,
oluşturan, doğuran; gerçek etkilere ve değişmelere yol açan etkileme’’94 anlamlarına
gelir. Felsefî anlamından hareketle bazı tarihselci düşünceye sahip aydınlar, ayetlerin
inişi esnasında meydana gelen olayları ve sorulan soruları, o ayetlerin inişini
gerektiren zorunlu bir sebep, o ayetleri doğuran gerçek neden olarak görürler.95 Yani
olaylar olmasaydı veya o sorular sorulmasaydı o ayetler bugün elimizde olmayacaktı.
Mesela Hz. Peygamber döneminde insanlar, Peygamberimize yetimler hakkında,96
kadınların özel durumu,97 haram aylardan,98 ruh99 v. d. konularda sorular sormuşlar
Yüce Allah da bu sorulara cevap vermiştir. Buradan hareketle Kur’an’ın tarih üstü
93 Kırca, Calal, Tenzil Yönteminin Tarihselliği Problemi ve Kur’an Yorumlarına Olan Etkisi, Kur’an Mesajı İlmî
Araştırmalar Dergisi, Aralık 1997, sa:2, s.53.
94 Akarsu, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, s.118.
95 Hanefî, Hasan, Aksiyom Bilimi Olarak Hermenötik, çev: Dücane Cündioğlu, Tezkire Dergisi, sa:11-12; Aralık
1997, Anakra, s.53.
96 Bakara, 2/220.
97 Bakara, 2/222.
98 Bakara,2/217.
99 İsra, 17/85. Bu konuda diğer sorular ve Allah c.c verdiği cevaplar için bkz., Bakara, 2/189, 215, 219,220;Maide,
4/5; A’raf, 7/187; Kehf, 18/83; Taha, 20/105.
53
bir metin olmayıp tarihsel bir metin olduğu sonucuna ulaşılmaktadır.100 Yine nüzûl
sebebine özel vurgu yapılarak her bir ayet veya ayet grubunun inişini gerektiren bir
sebebe bağlı olarak indiği, harici bir sebep olmaksızın inen ayetlerin sayısının son
derece az olduğu iddia edilmiştir.101
Ebu Zeyd Kur’an metninin oluşumuyla ilgili olgu-metin ilişkisi üzerinde
durarak ayrıca şu iddiaları dile getirmektedir. Kur’an metni, yirmi küsür yılı aşkın bir
süre zarfında olgu ve kültürün içinde biçimlenmesi sebebiyle, onun hakikatı ve özü
itibarıyla kültürün ürünüdür. Metnin kaynağının ilahi oluşu, muhtevasının olgusallığı
ve onun kültüre aidiyeti ile çelişmeyecektir. Ebu Zeyd Kur’an’ın oluşum ve
tamamlanma sürecinden sonra kültürü oluşturmaya başlayan bir sürece geçildiğini
belirtir. Yani Kur’an oluşum sürecinde olgu ve kültürden istifade etmiş; daha sonra
kültüre katkıda bulunarak onu değiştirme yönüne gitmiştir. Kur’an’a yaklaşım
tarzının genellikle yukarıdan aşağıya doğru yani Allah’tan insana doğru gerçekleşen
bir diyalektik tarzında olduğunu; kendi yaklaşımının ise aşağıdan yukarıya doğru
yani insandan Allah’a doğru olduğunu beliritir.102
Tarihselci yöneliş, Tanrı merkezli okuma yerine insanı merkeze alan ve
Kur’an metnindeki beşeri unsurları öne çıkaran bir okuma tarzı önermektedir.
Kanaatimizce tarihselcilik tartışmalarının önemli hareket noktalarından birisini de
burası oluşturmaktadır.
Kur’an’a nüzûl sebepleri açısından baktığımızda onun bir kısım ayetleri
spesifik bir sebebe bağlı olarak inerken diğer bir kısmının da herhangi özel bir
sebebe bağlı olmadan doğrudan indiğini görmekteyiz.103 Bu durum, kaynaklarımızda
özel nüzûl sebebi ve genel nüzûl sebebi olarak adlandırılmaktadır. Kaç ayetin özel
bir sebebe binaen indiği noktasında farklı görüşler olmakla beraber nüzûl sebeplerine
dair rivayetler, herhangi bir soru veya sebebe bağlı olmadan inen ayetlerin, bir
sebebe binaen inen ayetlere göre daha fazla olduğunu göstermektedir.104 Bu da
Kur’an’ın çoğunun özel bir sebebe bağlı olarak indirildiği yönündeki görüşün
gerçeği yansıtmadığını göstermektedir. Hakikatte bu durum özel bir sebebe bağlı
olmadan inen ayetlerin de sebebsiz boşluğa söylenmiş ayetler olduğu anlamına
gelmez. Yaptığı her işte hakîm olan Yüce Allah’ın sebepsiz ve hikmetsiz bir ayet
göndermeyeceği oldukça açıktır. Ancak nüzûl sebepleri konusundaki rivayetlerin
sayısının olduğundan çok gösterildiği de bir vakıadır.
100 Erten, Mevlüt, Nass-Yorum İlişkisi, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara 1998, s.113.
101 Ebu Zeyd, Nasr Hamid, Mefhumu’n-Nass Dirase fî Ulumi’l Kur’an, el-Merkezu’s-Sekafi’l-Arabî, 3. Baskı, Beyrut
1996, s.97.
102 Ebu Zeyd, Nasr Hamid, Mefhumu’n-Nass, s.26.
103 Salih, Subhi, Mebahis, s.132.
104 Zerkanî, Muhammed Abdulazim, Menahilu’l-İrfan, I, 89.
54
Nüzûl sebepleri terkibindeki ‘’sebep’’ sözcüğünü felsefî anlamda anlamak
doğru değildir. Nüzul sebepleri, Kur’an’ın nüzûl ortamının temel bir parçası
olabilecektir, ama yokluğu halinde Kur’an gerçeğinin vücut bulmasının mümkün
olmayacağı anlamına gelmemektedir.105 Bir başka ifadeyle nüzûl sbeplerini ayetlerin
iniş ortamının resmedildiği tablolar olarak görebiliriz. Yani esbab-ı nüzûl, esbab-ı
vücut değildir.
Nüzûl sebeplerinin Kur’an ayetlerini inşa eden sebepler olarak görmeyip
vahye mukarin şeyler olarak anlaşılması gerektiğini belirten Muhammed Salih,
sadece insan düşüncesinin oluşumunda ve onun içeriğinin belirlenmesinde olguların
oluşturucu yönünün olduğunu belirtir. Ancak, Kur’an ayetlerinin oluşumunun buna
benzemediğini ifade eder. Devamında M. Salih Kur’an nasslarının nüzûl sebeplerine
bağlanması ve ahkâma dair ayetlerin nüzül olaylarıyla ilişkilendirilmesini, nassları
olguların bir ürünü, olguya tabi, olguyla illetlenmiş, varlığı ve yokluğu olguyla
doğrudan ilintili kılan anlayışın Marksist maddeci bir yöntem olduğunu kaydeder.106
Bazı ayetlerin belli nüzul sebeplerinin olmasından hareketle, ‘’şayet bu
sebepler olmamış olsaydı onlarla ilgili olarak indirilmiş olan ayetler de
indirilmeyecekti’’anlamına gelmez. Çünkü Kur’an indirilmezden önce Levh-i
Mahfuzda bir bütün olarak mevcuttu. Yüce Allah, insanlığa yol göstermek ve onları
saplandıkları cehalet ve dalalet bataklığından çıkarmak üzere, mutlak irade sahibi bir
ilah olarak Kur’an ayetlerini, ihtiyaç ve şartlara göre yine indirirdi. Tıpkı nüzûl
sebebi olmaksızın bir çok ayet indirdiği gibi. Denilebilir ki Kur’an ayetlerinin bir
kısmı belli olaylar üzerine indirilmişse bu, Yüce Allah’ın sınırsız ilmiyle izah
edilecek bir durumdur.107 Bu konuda yapılacak her türlü yorum spekülatif olmaktan
öteye geçmeyecektir.
V- Makasıd, Maslahat ve Tarihselcilik
Tarihselcilik tartışmalarında makasıd ve maslahat konusu sıkça gündeme
gelmektedir. Kur’andaki bazı ahkâm ayetlerinin yorumlanmasında lafzî/literal
anlamla yetinilmeyip bu hükümlerde asıl olanın ‘’gaye’’ olduğu vurgulanmakta,
dolayısıyla bu gayeyi gerçekleştirecek farklı formların benimsenebileceği ve
ahkâmın değişebileceği ileri sürülmektedir. Hatta bu konuda Şatıbî’ye atıflar
yapılarak anlamayı lafızların boyunduruğundan kurtararak Şari’in maksadına ve
ümmetin maslahatına bağladığı da ifade edilmiştir. Gerçekten Şatıbî, Kur’an
lafızlarını aşan bir makasıd anlayışı mı önermektedir? Bu hususları tartışacağız.
105 Serinsu, Ahmed Nedim, Tarihsellik ve Esbaba-ı Nüzul, Şule Yayınaları, İstanbul 1996, s.67.
106 Muhammed, Salih Muhammed, Esbabu’n-Nüzûl Beyne’l Fikri’l-İslamî ve’l-Almanî, s.87-88.
107 Şimşek, M. Said, Günümüz Tefsir Problemleri, s.333.
55
Şatıbî, Đslam’ın bir bütün olarak ele alınıp bu bütünlük içinde
değerlendirilmesi gerektiğini ifade eder. Buradan hareketle delillerin tek başına ele
alınmasının yeterli olmayacağından, bir konuyla ilgili bütün nasslar ortaya konulup,
istikra/tümevarım yöntemiyle bir usulün/küllî esasların belirlenmesi gerekir. Şatıbî
cüz’i /tikel nassların, bu küllî esas çerçevesinde anlaşılmasıyla ancak bütüncül bir
yaklaşıma ulaşılabileceğini kaydeder. Bu duruma namazı örnek veren Şatıbî,
namazla ilgili pek çok nassın bulunduğunu, ancak namazın dinin esası olduğu
sonucunun konuyla ilgili bütün nasslardan çıkarıldığını belirtir. 108 Şeriatın, zarurî,
hâcî ve tahsîni diye sıralanan esasların korunması amacıyla geldiğini belirten Şâtıbî,
bu esasların küllî esaslar olduğunu ve bunların cüz’î /tikel bütün hükümlere hakim
olduğunu, bunların üzerinde bir üst küllînin bulunmadığını ifade eder. Hem küllî hem
de cüz’i hükmü göz ardı etmenin doğru olmadığını belirtir.109 Buradan Şatıbî’nin
bütünlük meselesine oldukça fazla yer verdiğini görmekteyiz
Şatıbî, tümel –tikel ilişkisi üzerinde özellikle durarak tikel nassların tümel
ilkelere arz edilerek değerlendirilmesi gerektiğini belirtir. Tikel nasslar, tümel
ilkelere arz edildiğinde onunla örtüşmüyorsa, hatta ona ters düşüyorsa o zaman bu
tikel nass bir şahsa veya duruma ait özel bir çözüm müdür? Şatıbî tikel nassın -
kadıyyetü’l-ayn- genel kaideyle çelişkili olması halinde her ikisi ile birlikte amel
edilmesinin veya her ikisinin birden terk edilmesinin bâtıl olduğunu belirtir.
Yapılması gerekenin tikelin terk edilerek tümel ile amel edilmesi olduğunu belirtir.110
Gerek tümel ilkelerin çıkarılması gerekse tikel nassların anlaşılmasının Arap dili
çerçevesinde olacağını kaydeder. Dolayısıyla, Kur’an’ı anlamak isteyen kimse ona
mutlaka Arap dili açısından yaklaşmak zorundadır, başka yollardan yaklaşarak onu
anlamaya çalışmak imkânı yoktur.111
Şatıbî makasıd meselesi üzerinde dururken ‘’gaye’’ nosyonundan hareketle
ahkâmın değişmesi gerektiğini mi ifade etmektedir? Bu soruya onun adına cevap
vermek yerine bizzat onun kendi ifadelerine başvurmak daha isabetli olacaktır:
‘’……Adetlerin farklılık arzetmesi durumunda hükümlerin değişeceğinin
söylenmesinden maksat, aslî hitapta meydana gelmiş bir değişiklik değildir. Çünkü
Şeriat ebedî ve devamlı yürürlükte kalmak üzere konulmuştur. Eğer biz dünyanın
sonsuzluğunu farz edecek olsak yükümlülük de aynı şekilde sonsuzsa kadar devam
edecek ve Şeriata bir ilaveye ihtiyaç duyulmayacaktır. Adetlerin farklılık
göstermesiyle hükümlerin de farklılık göstermesinden maksat şudur: her âdet
farklılık arzettiği zaman yeni bir şer’i asla döner ve bu kez onun hükmünü alır.
Mesela ergenlik konusunda olduğu gibi. Kişi ergenlik çağına ulaştığı zaman üzerine
108 Şâtıbî, el-Muvafakat, I, 23-32.
109 Şâtıbî, el-Muvafakat, III,5.
110 Şâtıbî, el-Muvafakat, III,244-245.
111 Şâtıbî, el-Muvafakat, III, 61.
56
yükümlülük biner. Ergenlik çağından önce yükümlülüğün olmaması, ergenlik
sonrasında ise yükümlülüğün doğması aslî hitapta meydana gelen bir değişme
değildir…. . Diğer örneklerde de durum aynıdır. Hükümler her zaman için sabittir ve
onlar mutlak surette sebeplerine tabidirler; sebep bulununca hükümler de bulunur.
’’112
Makasıd konusunu Şari’in ve kulun maksatları açısından değerlendiren Şatıbî,
şeriatların vazediliş gayesinin hem dünyada hem de ahirette kulların maslahatlarının
temini amacına yönelik olduğunu kaydeder. 113 Gerek Đslam ümmeti gerekse diğer
milletler şerâtın, zarurî beş esasın korunması için konulduğunda ittifak etmişlerdir ki
bunlar; din, nefis, nesil, mal ve akıldır. 114
Şeriatın konuluş maksadı maslahat olduğuna göre maslahat veya mefsedet
nasıl bilinecek? Eş’arilere göre Şeriat gelmeden önce maslahat ve mefsedetin
kavranması mümkün değildir. Mu’tezile mezhebine göre ise akıl Şeriat gelmeden
önce maslahat ve mefsedeti kavrayabilir, Şeriat ise bunları ortaya çıkarmak üzere
gelmiştir.115 Şâtıbî’ye göre, aklın dünyadaki mevcut maslahat ve mefsedetleri tüm
ayrıntılarıyla yalnız başına kavraması imkânsızdır. Ancak maslahat ve mefsedet,
şerîat onların genel esaslarını koyduktan sonra, tecrübelerle kavranabilir. Ahiretle
ilgili maslahat ve mefsedet ise ancak şeriatla bilinir.116
Dünya hayatında mevcut bulunan maslahatların tümü, asla saf maslahat/mahza
hayır şeklinde olmadığı gibi, mefsedetler de şer şeklinde değildir. Dünyevî anlamda
maslahat veya mefsedet denildiği zaman galebe çalan taraf anlaşılmaktadır. Maslahat
ve mefsedetin tayininde bu husus oldukça önemli ve hassas bir noktadır. Maslahat ve
mefsedetin ne olduğuna hikmet sahibi, yaratıkların her türlü halini incelikle bilen
Yüce Allah değil de o hükmü uygulamakla yükümlü olan birey117 tek başına karar
verecek olursa, maslahat ve mefsedetin izafî karakterinden dolayı kanun koyucunun
muradı buharlaşma tehlikesine maruz kalabilir. Bu durumda beşerî belirlemelerde bu
belirlemeleri gerçekleştiren bireylerin heva ve geçici arzularının açıkça etkisi
görülebilir.118 Tam da bu noktada Şatıbî şu uyarılarda bulunur: Dinî açıdan
celbedilen maslahatlarla defedilen mefsedetlerdeki amaç, ahiret hayatı için dünya
hayatının gereklerini temin etmektir. Yoksa bireylerin kendi basit nefsânî yararlarını
temin veya nefsânî zararlarını gidermek değildir. Din, başka bir şey için değil, sadece
mükellefleri hevalarına kapılıp gitmekten korumak ve dolayısıyla Allah’ın kulları
112 Şâtıbî, el-Muvafakat, II,287.
113 Şâtıbî, el-Muvafakat, II,3,7.
114 Şâtıbî, el-Muvafakat, I,31.
115 Şâtıbî, el-Muvafakat, II,43.
116 Şâtıbî, el-Muvafakat, II, 45-46.
117 Bakara, 2/187,227,229-230;Nisâ, 4/13-14;Nur, 24/51;Ahzab, 33/36.
118 Mâide, 5/48; Yûnus, 10/15.
57
olmalarını temin etmek için gelmiştir. Hal böyle olunca dinin, bireylerin nefsî heva
ve arzularına uygun, nasıl olursa olsun onların aktüel menfaatlerini karşılayan bir
doğrultuda geldiğini varsaymak, bu gerçekle bağdaşmaz.119
Makâsıd ve maslahatın tayin ve tespitinde kişilerin aldıkları eğitim, yaşadıkları
çevre koşulları, içinde bulundukları toplumsal organizasyonlar ve hatta siyasal
iktidar oldukça belirleyici bir konumdadır. Hakikatte mefsedet olan bir şeyi insan,
maslahat zannedebilir. Bir kişiye maslahat gelen bir durum diğerine mefsedet
gelebilir. Bu sebeple, neyin maslahat neyin mefsedet olduğuna bir noktada günümüz
icması sayılabilecek şura, yasama organı, uzmanlar heyeti vb. karar vermesinin
isabetli olacağına bazı Đslam hukukçuları işaret etmektedir. 120 Ancak, uzman
heyetlerce de bu konuda bir şekilde ittifakın sağlanacağını sanmıyoruz. Đlmî
komisyonlar da nihayetinde kişilerden oluşacağına göre burada da bir görecelik söz
konusudur. Ama yine de bu yolla, Şari’in koyduğu hükmün hikmeti araştırılmaya
değer bir husustur.
VI- Hz. Ömer’in Bazı Uygulamaları ve Tarihselcilik
Vahyin kendisine mutabakat ettiği, Đslâm siyasî tarihinin önde gelen
isimlerinden birisi olan Hz. Ömer’in kimi ictihad ve uygulamaları tarihsellik
tartışmalarında kendisine atıfta bulunulan önemli konulardandır. Onun
uygulamalarının hangi çerçevede değerlendirileceği hususu hep tartışma konusu
olagelmiştir. Hz. Ömer nassla belirlenmiş hükmü ilga etmek suretiyle, nassı nesh mi
etmiştir? Ya da Hz. Ömer delaleti ve subutî kat’i bir nass, maslahat ile çatıştığında
maslahatı nassa tercih mi etmiştir? Veya hükmün uygulama alanı kalmadığı için
Ömer(r. a. ) ayetin hükmünü durdurmuş mudur(ikaf), yoksa onun yaptığı ta’lik
midir? Ya da Hz. Ömer ashabın ileri gelenleriyle de istişare etmek suretiyle başka
nassla mı amel etmiştir? Hz. Ömer’in ictihadları araştırıldığı zaman gelenek içinde
ve günümüzde yukarıda sıralamış olduğumuz görüşleri dile getiren ilim adamları
olmuştur. Biz de Hz. Ömer’in iki ictihadına yer vererek bunların tarihsel olup
olmadıklarına açıklık getirmek istiyoruz.
a-Fethedilen Toprakların Statüsü
Bu konudaki iddiaları Fazlurrahman’ın dilinden şöyle özetleyebiliriz: “Meşhur
bir rivayete göre Irak’taki Sevad toprakları Hz. Ömer idaresindeki Müslümanlarca
fethedildiğinde, Halife Ömer bu toprakların ganimet olarak askerlere dağıtılmasını
reddetmiştir. Ganimet topraklarının dağıtılması, o zamanların hukukî bir kuralı idi ve
Peygamber tarafından da uygulanmıştı. Hz. Ömer’in bu kararı ciddi bir hoşnutsuzluk
doğurdu, zira bu davranış, muhalefete göre Peygamber sünnetinin açık bir ihlali idi.
119 Şâtıbî, el-Muvafakat, II,37.
120 Şener, Abdulkadir, Kıyas, İstihsan, İstıslah, s.156;Erdoğan, Mehmet, İslam Hukukunda Ahkamın Değişmesi,
s.95.
58
Sonunda, Hz. Ömer bir gün halkın karşısına çıkıp, muhaliflerine, bu davranışını
destekleyen bir ayet bulduğunu söyler ve 59:10’u okur. Ganimetlerin nasıl
dağıtılacağını söyleyen diğer ayetlerin peşinden gelen bu ayet, ganimet dağıtılırken
gelecek nesillerin haklarının da düşünülmesini söylüyordu. Öyle görünüyor ki, Hz.
Ömer bu fikirdeydi. Eğer topyekün bir ülke toprakları fethe katılan askerlerin aileleri
arasında dağıtılırsa, gelecek nesillere ne kalacaktır?”121
M. Mustafa Şelebî “Bu konudaki zorlama yorumlar bazı ahkâmın maslahata
tabi olduğunu ve maslahat varsa hükmün de var olacağı, eğer maslahat yoksa
hükmün de ortadan kalkacağı gerçeğinden kaçış içindir”122 yorumunu yapar. Genelde
âmme menfaati göz önünde bulundurularak bazı nassların maslahat ile tahsisi123 veya
nassların yorum zenginliğine tâbi tutularak yorumlanabileceği124
şeklinde
değerlendirmelerde bulunanlar da olmuştur.
Hz. Ömer’in uygulamalarını Menhecu Ömer Đbn’l Hattab fi’t-Teşri’ adlı
eserinde detaylı bir şekilde inceleyen Muhammed Biltâcî, toprakların Enfâl suresinde
ifade edilen ganimet kavramına dahil olmadığını belirtir.125 Biltâcî’ye göre,
fethedilen topraklar, Kur’an’da belli bir statüye bağlanmamış, nasslarla belirlenen
genel ilke ve prensipler çerçevesinde, kamunun maslahatı doğrultusunda tasarruf
hakkı Müslümanlara bırakılmıştır. Hz. Peygamber de kendi devrinde fethedilen
toprakları bazen gazilere dağıtmış, bazen dağıtmamıştır. Yani maslahat neyi
gerektiriyorsa öyle yapmıştır. Hz. Ömer’in uygulamaları da bu doğrultuda
gerçekleşmiştir. Hz. Ömer, kamunun maslahatını dikkate alarak fethedilen toprakları
haraç karşılığında sahiplerinin elinde bırakılmasına hükmetmiştir.126
Ünlü Müfessir Ebu Bekr el Cessas (ö.370/980) meselenin hem ganimet
(8/1,41) hem de fey (59/6-9) hükümlerini düzenleyen ayetlerle beraber ele alınması
gerektiğini belirttikten sonra isabetli bir yaklaşımla konuyu şu şekilde özetler. Buna
göre savaşla fethedilen yerlerde arazi dışında elde edilen mallarda ganimet ahkâmı,
arazilerde ise fey hükümleri cari olup devlet reisi duruma göre dilerse ganimet
hükümlerini uygular ve beşte birini çıktıktan sonra savaşanlara dağıtır, dilerse fey
hükümlerini tatbik eder ve sahiplerinde bırakarak haraca bağlar. Bu ayetlerde Hz.
Peygamber’in isminin zikredilmiş olması uygun gördüğü şekilde tasarrufta bulunmak
üzere yetkinin kendisine ait olduğunu göstermektedir. Irak toprakları konusunda Hz.
Ömer “O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dönüp dolaşan bir güç/servet
121Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı, çev: Adil Çiftçi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1997, s.109-110.
122 Şelebî, M. Mustafa, Ta’lilu’l-Ahkam, s.55.
123 Erdoğan, Mehmet, İslam Hukukunda Ahkamın Değişmesi, s.145.
124 Şener, Abdulkadir, Kıyas, İstihsan, İstıslah, s.155.
125 Biltâcî, Muhammed, Menhecu Ömer Ibn’l Hattab fi’t Teşri’, Kahire 1970, s.145.
126 Biltâcî, Muhammed, Menhecu Ömer Ibn’l Hattab fi’t Teşri’, s.147-148.
59
olmasın diye (Allah böyle hükmetmiştir.”127 ayetinden hareketle toprakları dağıtması
halinde bunun zenginler arasında dönüp dolaşan bir güç/servet olacağını ve
“onlardan sonra gelenler”128 ayetinin kendilerine hak tanıdığı sonrakilere de bir şey
kalmayacağını düşünerek toprakları haraca bağlayıp eski sahiplerinde bıraktı ve
bütün Müslümanlar için bir irad kaydetti. Sahabe de buna muvafakat etti.129
Sonuç olarak söylemek gerekirse bu ictihadında Hz. Ömer salt maslahat
düşüncesiyle ayeti uygulamaktan vazgeçtiği veya hüküm değişikliğine gittiğini
söylemek pek mümkün gözükmemektedir. Çünkü O, ganimet ayetini anlarken130 fey
ayetleriyle131 beraber yorumlamaktadır. Yani Hz. Ömer bir ayetin hükmünü
uygulamazken başka ayetlerin hükmünü uygulamaktadır. Bu uygulamasında Hz.
Ömer’in maslahata göre hareket ettiğini inkar etmek mümkün değildir. Bu topraklar
eğer savaşa katılanlara dağıtılsaydı toprak ağaları ortaya çıkacak, ahalinin kölelik
statüsü nesilden nesile devam edecek, daha sonra gelenlere bir şey kalmayacak,
kısaca sosyal adalet, ekonomik dengeler ve güvenliğin temini açısından şiddetli bir
sıkıntı meydana gelecekti. Bütün bunlar nassla çatışan bir maslahat durumunu
yansıtan hususlar değildir. Devlet başkanı çeşitli alternatifler içinde toplumun
yararına olabilecek en uygun çözümü bulmak için tasarrufta bulunmuştur.
b- Müellefe-i Kulûbün Zekat Hissesi
Kur’an-ı Kerim Tevbe sûresinin 60. ayetiyle zekatın verileceği yerleri sekiz
sınıf olarak belirlemiştir. Bunlardan birisi de müellefe-i kulûb’tur. Ayette açıkça
belirlenmiş olmasına rağmen Hz. Ömer’in maslahat gereği bu sınıfa zekatı kestiği
iddia edilmiş buradan hareketle de maslahatın gerektirmesi halinde nassla sabit
olmuş hükümlerin değişebileceği ya da askıya alınabileceği iddia edilmiştir. Bu
konudaki tartışmalara geçmeden önce kaynaklarımızda zikredilen olayı nakletmek
istiyoruz.
Rasûlullah’ın (s. a. v. ) zekattan kendilerine hisse verdiği müellefe-i kulubdan
Uyeyne b. El-Hısn ile Akra’ b. Habis, Halife Hz. Ebubekir’e gelerek, boş bir arazinin
kendilerine tahsis edilmesini taleb ettiler. Hz. Ebubekir de uygun görüp istedikleri
yeri kendilerine verdi. Ellerine buna dair bir belge verdi ve Ömer’i de buna şahit
yaptı. Onlar, o sırada mecliste bulunmayan Ömer’e başvurdular. Hz. Ömer belgeyi
ellerinden alıp imha etti ve: “Rasûlullah zamanında Müslümanlar az olduğu için
gönlünüzü telif ediyordu. Bugün ise Allah, Đslâm’ı sizin gibilere muhtaç olmayan bir
duruma getirdi. Gidin elinizden geleni yapın. Allah sizi korumayacaktır, dedi. Onlar
127 Haşr, 59/7
128 Haşr, 59/7
129 Cessas, Ebubekr Ahmed b. Ali, Ahkamu’l-Kur’an, Daru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut trs.,III,430.
130 Enfal, 8/41.
131 Haşr, 59/7-10.
60
da gidip Ebubekir’e Ömer’i şikayet ettilerse de Hz. Ebubekir, Hz. Ömer’in yaptığını
uygun bularak ona ses çıkarmadı. Buna sahabilerden itiraz eden de olmadı. 132
Hz. Ömer’in bu ictihadı dikkate alınarak, Hz. Peygamber’in vefatından sonra
müellefe-i kulûb hissesinin devam edip etmediği konusu tarihte ve günümüzde hep
tartışma konusu olmuştur. Kurtubî (ö.671/1273), Đmam Malik ve rey taraftarlarının
müellefe-i kulûba zekattan bir pay verilmesinin sona erdiği görüşünde olduklarını
kaydeder. Çünkü; Allah Đsâm’ı ve taraftarlarını aziz kılmış, kafirleri zelil etmiştir.133
Hz. Ömer’i bu ve benzer ictihadlarından dolayı Kitap ve sünnetten sonra ilk teşri’
ameliyesinde bulunan kişi olarak niteleyenler yanında134 apaçık Kur’an nassına
rağmen onun müellefe-i kulûbun payını ilga ettiğini bir illete dayanan nassın
hükmünün o illetin ortadan kalkmasıyla neshedildiğini iddia edenler de olmuştur.135
Genelde geçici maslahatlara bağlı hükümlerde, hükmün uygulanabilirlik ortamının
oluşup oluşmaması göz önünde bulundurularak kesin nasslarla belirlenmiş de olsa,
bazı hükümlerin geçici olarak durdurulabileceği veya askıya alınabileceği(ta’lik) de
belirtilmiştir.136
Diğer taraftan bazı âlimler, müellefe-i kulub hissesinin düşmeyip bâki
olduğunu, Hz. Ömer ve sahabiler tarafından durdurulmuş olmasının zekat mallarının
sarfıyla alakalı dönemsel/tarihsel bir ictihad olduğunu söylemiştir.137 Ebu Cafer en
Nehhas (ö.338/950) bu hükmün sabit olduğunu, bir kimsenin kalbinin ısındırılmasına
ihtiyaç duyulur ve ondan Müslümanlara bir kötülük dokunmasından korkulur veya
iyi Müslüman olması umulursa ona zekattan hisse verilir138 der.
Taberî (ö.310/923), zekat vermenin maksatları üzerinde dururken müellefe-i
kulubun hissesi hakkında çok önemli tespitlerde bulunur. Ona göre zekatın iki
maksadı vardır: “Birincisi Müslümanların ihtiyaçlarını gidermek, diğeri ise Đslâm’ın
güçlenmesine katkıda bulunmaktır. Đslâm’ın güçlenmesine katkıda bulunmak için
ödenen zekatlar din içindir. Mesela, Allah yolunda cihad uğruna ödenen zekattan
özel ihtiyaçlar hariç, savaş harcamaları için zengin olana da fakir olana da verilir.
Müellefe-i kulûb da buna benzer; zengin bile olsalarĐslam’a ısınmaları ve dinin
desteklenmesini temin için onlara zekat verilir. Nitekim Peygamber (s. a. v), Allah’ın
kendisine müyesser kıldığı fetihlerden ve Đslâm’ın çevrede yayılıp Müslümanların
kuvvet bulmasından sonra müellefe-i kulûb fonundan kimilerine ihsanda
bulunmuştur. Dolayısıyla, Müslümanların sayısı kendilerine kastedenlerden daha çok
132Cessas, Ebubekr Ahmed b. Ali, Ahkamu’l-Kur’an, .,III,124.
133 Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Cami’ li Ahkâmi’l-Kur’an, VIII, 181.
134 Câbirî, M. Abid, Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma, s.63.
135 Mahmasanî, Suphi, Hükümlerin Değişmesi, s.111-112.
136 Erdoğan, Mehmet, İslam Hukukunda Ahkamın Değişmesi, s.145.
137 Raysûnî, Ahmed, Nazariyyetü’l Makâsıd İnde’l İmam eş-Şâtıbî, s.315.
138 Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Cami’ li Ahkâmi’l-Kur’an, VIII, 181
61
olduğu için bugün artık kalpleri Đsâm’a ısındırılacak kimse yoktur; Hz. Peygamber’in
vermesi de Müslümanlar sayıca az olduğu için diyen birisinin sunabileceği hiçbir
delil yoktur.”139
Müellefe-i kulûba zekattan hisse verilmesini Đslâm’ın muzaffer olması ve
güçlenmesi için yapılan cihada benzeten Kurtubî (671/1273), bundaki temel amacın
gerçekten Müslüman olması ancak para vermekle/ihsanla mümkün olabilecek
kişilere bunu vermek olduğunu belirtir. Müşriklerin üç grup olduğunu bunlardan bir
grubun ihsanda bulunmakla ancak Đslam’a girdiklerini, devlet başkanının insanların
küfürden arınmaları için onlara ihsanda bulunabileceğini belirtir.140 Ibnu’l Ârâbî,
Đslâm güçlü olduğu zaman müellefe-i kulubûn hissesinin düşeceğini, ihtiyaç
duyulduğunda ise onlara pay verileceğini, nitekim Rasûlullah’ın böyle yaptığını
kaydeder.141
Hz. Peygamber’in vefatından sonra müellefe-i kulûba zekattan ayrılacak fonun
baki olduğunu söyleyenlerin daha isabetli olduğu kanaatindeyiz. Çünkü M.
Hamîdullah’ın (ö.2002) ifadesiyle bir nevi devletin elinde örtülü ödenek142
mahiyetinde bir harcama fonu olarak görülebilecek bu mallar, farklı zamanlarda
farklı kimselere verilebilecektir. Müellefe-i kulûb sadece Đslâm’ın güçlenmesi için
kendilerine yardım yapılan bir sınıf olmayıp, bu kavramın içerisine şerlerinden emin
olunacak kimseler ve bulundukları mevki itibarıyla kendilerine yapılacak ihsan
sayesinde diğer insanlar üzerine etkili olabilecek kimseler de girmektedir.
Dolayısıyla bu kavramın kapsamını geniş bir çerçevede ele almak gerekir. Hz.
Ömer’in Akra’ b. Habis ile Uyeyne b. Hısn’a bir pay vermemesi olayı “kişiye özel”
uygulama cinsinden olabilir. Çünkü bu kişilere Hz. Peygamber sağlığında yardım
yapmıştı. Bunlar daha sonra tekrar yardım istemektedirler. Hâlbuki önceleri
müellefe-i kulûb sınıfına giren bu kimseler daha sonra bu sınıfa dahil olmayabilir.
Yani bir kimsenin mütemadiyen müellefe-i kulûb sınıfında görülmesi doğru değildir.
Hz. Ömer’in uygulamasını bu şekilde değerlendirmek mümkündür.
F. KUR’AN’DA TARĐHSELLĐĞE ÖRNEK GÖSTERĐLEN KONULAR
Kur’an’ın tarihselliği çerçevesinde yapılan tartışmalar çoğu kere torik olarak
yürütülmekte veya birkaç ayet örnek verilerek onlar üzerinden genellemeler
yapılmakta ve buradan Kur’an ahkâmın tarihsel olduğu yargısına varılmaktadır. Biz
bu bölümde, tarihsellik tartışmalarında en çok gündeme getirilen bazı ayetleri ele
alarak bunların tarihsel bir yönünün olup olmadığını, eğer varsa hangi açılardan
139 Taberî, Muhammed b. Cerîr, Câmiu'
140 Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Cami’ li Ahkâmi’l-Kur’an, VIII, 179.
141 Ibnu’l- Ârâbî, Ahkamu’l-Kur’an (nşr. Ali M. El-Bicâvî, Beyrut 1407/1987, II,966.
142 Hamîdullah, Muhammed, Rasûlullah Muhammed, çev: Salih Tuğ, İstanbul 1973, s.150.
62
tarihsel veya evrensel bir boyuta sahip olduklarını tespite ve bu konulardaki farklı
görüş ve düşünceleri tartışmaya çalışacağız.
Kur’an-ı Kerim insan hayatının her alanıyla ilgili bazı prensipler ve hükümler
getirmiştir. Kur’an hüküm vazında ilke ve prensiplerden hareket ederek ayrıntılı
hükümlere pek yer vermemiş, tedrîce riayet ederek insanların fıtratına uygun
hükümler getirmiştir. Kur’an hükümlerinin belki de en önemli yönü, insanı çok iyi
tanıyan, insanın gerçekten iyiliğini hayrını isteyen, koyduğu hükümlerden kendisinin
hiçbir beklentisi olmayan yüce bir varlık tarafından konulmuş olmasıdır.
I-Kölelik
Kölelik Đslâm öncesi dönemde hemen hemen dünyanın her tarafında olduğu
gibi Arap yarımadasında da mevcut toplumsal bir olguydu. Ülkeden ülkeye farklılık
arzetmekle beraber Araplarda da savaş, adam öldürme ve zina gibi ağır suçlar,
borçluluk, babanın çocuklarını satması gibi sebeplerle insanlar köleleştirilirdi.143
Kur’an’ da ifade edilen mükateb/anlaşmalı köle cahiliye döneminde de vardı.144
Kur’an-ı Kerim, kölelere karşı iyi davranmayı,145 onlara ihsanda bulunmayı
tavsiye etti.146 Cahiliye döneminde olduğu gibi cariyelerin fuhşa zorlanmamasını ve
bunun kesinlikle haram olduğunu,147 bildirdi. Köle ve cariyeleri evlendirmeye teşvik
etti. 148 Kur’an, iman edinceye kadar müşrik kadınlarla evlenmemeyi, velev ki
müşrik kadınlar güzel olsa bile, Müslümanlara mü’mine cariyelerle evlenmeyi
emretmekte, mü’min bir kölenin müşrik bir kişiden daha iyi olduğunu haber
vermektedir.149 Yine Kur’an, yemin, zıhar ve kasten oruç bozma suçlarına kefaret
olarak köle azadını önermekte,150 zekatın sarf yerlerinden biri olarak köleleri
saymaktadır.151
143 Hamidullah, Muhammed, İslâmda Devlet İdaresi, çev: Kemal Kuşçu, Ahmed Said Matbaası, İstanbul
1963;Engin, Nihat-Akyüz, Vecdi, “Asr-ı Saadette Kölelik ve Cariyelik”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam
içinde, Beyan yayınları İstanbul 1994, I, 493.
144 Mükatebe, köle ve cariyenin, efendisnden aralarında anlaşacakları bir miktar mal veya para ödeyerek
özgürlüğüne kavuşma isteğinde bulunmasıdır. Aydın, M. Akif- Hamidullah, Muhammed, “Köle”, DİA,
Ankara,2002, XXVI, 242.
145 “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın
komşuya, yolcuya, ellerinizin altında bulunan (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın; Allah kendini
beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez”. Nisâ, 4/36.
146 “Gerçek iyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin iyiliğidir ki, Allah’a,
ahret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. Allah rızası için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda
kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan köle ve esrilere sebdiği maldan harcar……” Bakara, 2/177.
147 Nûr,24/33.
148 Nûr, 24/32.
149 Bakara, 2/221.
150 Nisâ, 4/92; Mâide, 5/89; Mücadele, 58/3.
151 Tevbe, 90/60.
63
Kur’an’ın köle azadını telkini ve Hz. Peygamber’in köleleri hürriyetine
kavuşturmaya dair teşvikleri152 Đslâm’ın köleliği kaldırmayı hedeflediğini gösterir.
Köleliğin her türlü kaynağını kurutan Đslâm, sadece savaş esirliği ile onu
sınırlandırmıştır. Günümüz devletler hukukunda esir kamplarının karşılığı, Đslâm
hukukunda köleliktir. Bugünün Devletler Hukukuna göre, iki taraf anlaşma
yapıncaya kadar, savaş esirleri, esir kamplarında tutulur ve her türlü insanî haktan
mahrum bırakılırlar. Yapılan anlaşma sonucunda ise, tekabüliyet esasına göre esirler
ya değişilir ya da belli bir menfaat karşılığında veya karşılıksız salıverilirler. Đslâm
Hukuku da aynı şeyleri öngörmektedir.153 Devlet başkanı esirleri değiştirme,
karşılıksız salıverme(menn), herhangi bir mal veya esir karşılığı serbest
bırakma(fida) veya onları köle statüsüne koyma seçeneklerinden birini tercih etme
hakkına sahiptir.154
Karşı tarafın durumu da dikkate alınarak idareci bu
alternatiflerden birini tercih eder ve uygular.
Kölelik konusunun tarihsellik tartışmalarında gündeme gelmesinin sebebi, bazı
suçlara kefaret olarak Kur’an’ın köle azadını öngören hükümlerinin, bugün nasıl
uygulanacağı ve anlaşılacağı meselesidir.
Az önce de belirttiğimiz gibi bazı suçlara karşı köle azadı emredilmiştir. Đlgili
ayetlere baktığımızda köle azadının yegâne kefaret olmayıp alternatiflerden birisi
olarak zikredildiğini görmekteyiz. Üstelik köle azadı zikredildikten sonra “fe men
lem yecid = bulamazsa” ifadesi gelmektedir. Bu ifadeyi müfessirler,155 hem maddi
olarak köle azad etme imkânından mahrum olma; hem de âzad edecek köle
bulamama şeklinde yorumlamışlardır. M. Reşid Rıza, “lem yecid” fiilinin mefulunun
hazfedilmesi, “bulamama” ifadesinin her iki anlama da gelmesine müsait bir hale
getirdiğini söyler. Ancak o, Kur’an’ın “bulamazsa” ifadesini kullanmak suretiyle,
sanki köleliğin ortadan kalkacağını önceden haber verdiğini belirtir. 156 Zıhar kefareti
olarak köle azadından sonra önerilen iki ay peşpeşe oruç tutma seçeneğinden sonra
ise, “fe men lem yesteti’=güç yetiremezse” ifadesi kullanılmıştır. Buna bakılarak
“bulamazsa” ifadesinin sadece azad edecek köle bulamama anlamına geleceği
görüşünün daha isabetli olacağı gibi bir kanaat oluşabilir. Bu kanaat, köleliğin
kurumsal olarak ilga edildiği toplumlarda ve zamanlarda isabetlidir. Ancak bu
ayetler, köleliğin mevcut olduğu tarihsel ve toplumsal şartlarda düşünüldüğünde
bulamazsa ifadesinin hem maddi güç hem de köle bulamamak anlamlarının her
ikisini de kapsadığı şeklinde anlaşılmasının daha doğru olacağını gösterir. Bize göre,
152 Buhari, Keffarât, 6; Müslim, Itk, 22,23.
153 Şimşek, M. Said, Kur’an’ın Ana Konuları, s.190.
154 Muhammed, 47/4.
155 Rıza, M. Reşid, Tefsiru’l-Menar, V, 37; Yazır, M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, III, 50.
156 Rıza, M. Reşid, Tefsiru’l-Menar, V, 37.
64
yüce Allah’ın böyle bir ifadeyi seçmesi, ilahi kelamın üslûp açısından icazını
gösteren önemli bir unsurdur.
Muhammed Esed “köleliğin az veya çok ortadan kaybolduğu modern
toplumlarda ‘tahriru rakabe’ kavramı, sanırım, bir insanı büyük bir borç yükünün
veya yoksulluğun tutsağı olmaktan kurtarmayı içine alacak şekilde genişletilebilir”
yorumunu yapar.157
Kölelikle ilgili ayetlere hüküm ve hükmün konusu çerçevesinde bakılabilir.
Köle azad etme hükmü bulunmakta, ancak köle bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu
hüküm, kendiliğinden kalkmaktadır. Ama, savaş esirliği gibi bir sebeple kölelik
tekrar gündeme geldiğinde aynı hüküm yine işlevsel hâle gelebilir.
II-Kadınla Đlgili Hususlar
Yüzyıllar boyunca kadîm medeniyetlerde ve toplumlardaki insanlar, kadının
değeri ve toplumsal konumu hakkında farklı düşüncelere sahip olmuşlardır. Hatta
aynı toplumda ve aynı millette bile çağdan çağa ve dönemden döneme kadına bakışta
farklılıklar olmuş; bazen kadına iyi muamele edilmiş ve değeri yüceltilmiş bazen de
ona kötü davranılarak her türlü aşağılanmaya maruz bırakılmıştır. Ancak şu bir
hakikattir ki çoğu zaman kadın horlanmış ve zulüm görmüştür.158
Bütün semavî dinlerde kadın konusu önemli bir yer tutmaktadır. Yahudilikte
kadının rolü eski dönemlerden beri var olan ataerkil toplum yapısına uygun olarak
şekillenmiş, sosyal fonksiyonlar cinsiyete göre tesis edilmiştir.159 Tevratta yer alan
kıssaya göre kadın erkeğe eşittir, hem kadın hem erkek Tanrı’nın sûretinde
yaratılmıştır160, kadın erkeğin kaburga kemiğinden ve onun yalnızlığını gidermek
için yaratılmıştır.161 Tevrat’a göre, yasak ağaçtan bir yılanın saptırmasıyla ilk yiyen
bir kadın olmuş ve o kadının teşvikiyle de Âdem yemiştir. Bu yüzden kadın lanetlidir
ve Tanrı’nın emrine karşı geldiği için de çocuk doğurma zahmetiyle cezalandırılmış,
kocasına bağlı ve tâbi kılınmıştır.162 Anne olarak kadına saygı gösterilmelidir.163
Kadın kocasından ve erkek kardeşi varsa babasından mirasçı olamaz. 164 Tevrat
157 Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, III, 1121.
158 Nasıf, Fatıma Ömer, Hukûku’l-Mer’e ve Vâcibetühâ fi Davi’l Kitap ve’s Sünne, Matbaatü’l Medenî, 1. Baskı,
Kahire 1992/1412, s.14.
159 Harman, Ö. Faruk, “Kadın”, DİA, İstanbul 2001, XXIV, 84.
160 Tekvin, 1/26-27.
161 Tekvin, 1/23-24.
162 Tekvin, 3/16.
163 Çıkış, 20/12.
164 Sayılar, 27/8-11.
65
kadınlara erkekler gibi giyinmeyi yasaklamakta165 ve kadınların başlarını örtmelerini
istemekredir.166 Yine Tevrat poligamiyi kabul eder.167
Hıristiyanlığın dinî metinlerine bakıldığında, onun da kadına bakışında
Yahudilikten pek farklı olmadığı görülmektedir.168 Yeni Ahid’te bir taraftan cinsellik
ve evlilik iyi görülmemekte, bekaretin üstünlüğü ve evlenmemenin fazileti
vurgulanmakta; diğer taraftan poligami ve boşanma yasaklanmaktadır.169 Pavlus
evlenmenin ideal olduğunu, ancak hem zinadan korunmak hem de çocuk sahibi
olmak için evliliğin olabileceğini belirtir. 170 Đncillerde erkeğin özel bir konumunun
olduğu ve şahsının yüceltildiği görülmektedir. Çünkü Hıristiyanlığın temel inancına
göre erkek, Allah’ın sûretinde yaratılmış, kadın ise erkeğin eğe kemiğinden
yaratılmıştır. Bu sebeple Hıristiyan din adamları kadının erkek karşısında
konumunun hem dinî açıdan hem de toplumsal açıdan düşük olduğunu ifade
etmişlerdir. 171 Mesela Pavlus’a göre, erkek kadın için değil, kadın erkek için
yaratılmıştır ve bu sebeple kadınlar rabbe bağlı olduğu için kocalarına da bağlı
olmalıdır. Çünkü Mesih nasıl kilisenin başıysa erkek de kadının başıdır.172 Pavlus
kadınların başlarını örtmelerinin zorunlu olduğunu ve ancak bu şekilde kilisede dua
edebileceklerini belirtir.173
Đslam öncesi dönemde Arap toplumunda kadınlar ve kızlar ikinci sınıf insan
olarak görülürlerdi. Kadının mirasta hiçbir hakkı olmadığı gibi eğer bir kadının
kocası ölürse, mûrisin diğer mallarıyla beraber bir meta gibi o kadın da en yakın
varise intikal ederdi. 174 Ailedeki erkek evladı çoğaltmak ve düşmana karşı kuvvetli
olmak arzusuyla erkekler, hiçbir sınır tanımaksızın istedikleri kadar kadınla
evlenebiliyorlardı.175 Erkek dilediği şekilde ve istediği kadar boşama hakkına
sahipti.176 Cahiliye döneminin Araplarında kadın ve erkek arasında verilen cezalarda
da bir eşitsizlik olduğu kaydedilmektedir. Eğer bir suçu erkek işler ve kurbanı da bir
kadın ise, bu erkeğe kadının erkeğe karşı işlediği suçun benzeri verilmeyip ona daha
az ceza verilirdi.177
165 Tesniye, 22/5.
166 Sayılar, 5/18.
167 Tesniye, 21/15.
168 Nasıf, Fatıma Ömer, a.g.e., s.44.
169 Matta, 1/23; 19/6-12.
170 Korintoslular’a Birinci Mektup, 11/5-10.
171 Nasıf, Fatıma Ömer, a.g.e., s.42.
172 Efesoslular’a Mektup, 5/22-24.
173 Korintoslular’a Birinci Mektup, 11/5-10.
174 Nasıf, Fatıma Ömer, a.g.e., s.46.
175 Çağatay, Neşet, İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, AÜİF yayınları, Ankara 1982, 4. Baskı, s.135.
176 Bakar, 2/229.
177 Hamidullah, Muhammed, İslam’a Giriş, Nur yayınları, Ankara trs., s.216.
66
Kadını bu koşullar altında bulan Đslâm dini, onun hem sosyal hem de hukûkî
konumunda önemli değişiklikler yapmıştır. Herşeyden önce Kur’an, insan olması
bakımından kadını erkekle eşit bir varlık olarak görür. Yüce Allah insanı, kadın
erkek diye herhangi bir ayırım gözetmeksizin diğer varlıklardan üstün kıldığını
beyan eder. 178Kur’an’a göre insan olarak üstün yaratılma açısından kadın-erkek,
renk, ırk ve bölge farklılığı gözetmeksizin bütün insanlar eşittir.179 Yine Kur’anî
hakikate göre, insanlar arasındaki farklılık takvaya; yani kulluk bilincinin
üstünlüğüne bağlıdır.180 Kur’an çoğu kez fazilet ve takva sahiplerinden bahsederken
erkek ve kadınları ayrı ayrı zikreder.181
Kur’an’ın kadınlar hakkında getirdiği bazı hükümler modern dönemde
tarihsellik tartışmalarında öne çıkmaktadır. Bu konuda Kur’an’ın diğer konularda
olduğu gibi kadın konusunda da getirdiği hükümlerin nazil olduğu dönemin Arap
toplumuna özgü hükümler olduğu, bugünkü modern toplumlarda uygulanmasının
mümkün olmadığı iddia edilmiştir. Ayrıca Kur’an’ın tüm zamanlar için geçerli
olacak nihaî adımlar atmış olmayıp, m.7. yüzyıl Arap toplumsal gerçekliğinde
atılabilecek adımları attığı, sınırsız evlilik hakkına sahip erkeği dört kadınla
sınırlandırdığı ve tek eşliliği hedef gösterdiği, mirasta hiçbir hakkı olmayan kadına
erkek kardeşinin yarısı kadar pay verdiği, ticarî meselelerden anlamayan kadını
yapacağı şahitliklerde erkeğin yarı değerinde saydığı, Kur’an’ın başlatmış olduğu bu
iyileştirme sürecinin devam etmesi gerektiği de iddia edilmiştir.182 Biz bu çalışmada
tarihselcilerin önemle üzerinde durdukları çok eşlilik, kadının miras hakkı ve
şahitliği konularını ele alıp değerlendirmek istiyoruz.
a-Çok Eşlilik
Kur’an’ın tarihsel bir metin olduğunu ve ona tarihselci bir yöntemle
yaklaşılması gerektiğini belirten Fazlur Rahman çok eşlilik konusunda şu iddialarda
bulunur: Kur’an’ın ıslahata yönelik en önemli adımları kadınlar ve kölelik
178 “Andolsun biz, Adem oğullarına (güzel biçim, mizaç ve aklî kabiliyetler vermek suretiyle) çok ikram ettik,
onları karada ve denizde (hayvanlar üzerinde) taşıdık.Onları güzel rızıklarla besledik ve onları yarattıklarımızın
birçoğundan üstün kıldık.” İsra,17/70
179 Nasıf, Fatıma Ömer, a.g.e., s.70.
180 Hucûrât, 39/13.
181 “Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, Allah’a itaat eden erkekler
ve Allah’a itaat eden kadınlar, doğru olan erkekler ve doğru olan kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden
kadınlar, Allah’tan korkan erkekler ve Allah’tan korkan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar,
oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, namuslarını koruyan erkekler ve namuslarını koruyan kadınlar, Allah’ı
çok zikreden erkekler ve Allah’ı çok zikreden kadınlar, işte Allah, bunlar için büyük bağış ve ödül hazırlamıştır.”
Ahazab, 33/15.
182 Bu düşüncelerin savunulduğu çalışma için bkz., Vedud Muhsin, Âmine, Kur’an ve Kadın, çev: Nazife Şişman, İz
Yayıncılık, İstanbul 1997, s.135-150.
67
konusunda olmuştur.183 Çokeşlilik vesayet altında bulunan öksüz kızların söz konusu
olduğu bir ortamda çıkmıştır;184 ama geleneksel anlayışta bu ayet, yetim kızlar
bağlamından çıkarılarak umumîleştirilmiştir.185 Fazlur Rahman’a göre, dört eşe kadar
evlenme izninin kanunlaşması ne metinle, ne de Kur’an’ın ruhuyla uyuşur.186
Dolayısıyla çok eşlilikle ilgili ayetlerin bir bütünlük içinde değerlendirildiğinde
bunlardan ortaya çıkan sonucun normal şartlarda çok eşliliğin fiilen yasaklanması
olduğunu belirtir.187
Çok eşlilik ilk defa Đslam ile ortaya çıkmış olmayıp Çin, Hint, Fars, Mısır,
Yunan ve Roma gibi kadim milletlerde de var olan188 semavî dinlerden Yahudilik’te
de kabul edilen, Cahiliye dönemi Araplarında da yaygın olduğu bilinen toplumsal bir
olgudur. 189 Bu olgu Kur’an’da da yetimlere nasıl davranılması gerektiğini ifade eden
ayetler bağlamında dile getirilmiştir.190
Çok eşlilikten bahseden ayete metinsel bütünlük içinde baktığımızda burada,
öncelikle yetimlerin hukukunun düzenlendiğini, sonra da kadınlara karşı adaletli
olmanın vurgulandığını görmekteyiz. Gerçekten haksızlığın ve adaletsizliğin
yaygınlaştığı toplumlarda bundan en çok zararı yetimler ve kadınlar görür. Çünkü bu
kesimler, kendilerine yönelen ekonomik ve toplumsal baskılara ve zulümlere çoğu
kere karşı koyabilecek güç ve imkânlara sahip olmadıkları gibi, fizikî olarak da
bunlara direnecek donanımda değildirler. Đşte böyle ortamlarda ve toplumlarda
insanların imdadına din yetişmekte ve ezilen, haksızlığa maruz kalan insanlara en
büyük yardımı ve desteği sağlamaktadır.191
Klasik tefsirlerde çok eşlilikle ilgili Nisa sûresinin 3. ayetinin tefsiri
bağlamında yapılan yorumlarda adalet şartı gerçekleştiği takdirde çok eşliliğin
mübah olduğu belirtilmiştir.192 Bu yorumlarda müfessirlerimizin tartıştığı mesele bir
183 Fazlur Rahman, İslam, s.52.
184 Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, s.102.
185 Fazlur Rahman, “Alah’ın Elçisi ve Mesajı” Makaleler I, s.49.
186 Fazlu Rahman, “Alah’ın Elçisi ve Mesajı” Makaleler I, s.50.
187 Fazlur Rahman, İslam, s.53, 322.Kur’an’ı tamamıyla tarihsel bir metin olarak gören oryantalist Rudi Paret,
modern eğilimli Müslüman aydınları, ayetlerden hareket ederek Kur’an’ın tek eşliliği öngördüğünü iddia etmeleri
yüzünden eleştirmekte ve onların tutarsız olduklarını belirtmektedir. Paret, Müslüman aydınların ayetleri
kullanarak çeşitli tutarsız izahlara girmeleri yerine, ilgili Kur’an ayetlerinin tarihsel olduklarını söylemelerinin,
dolayısıyla bugün için herhangi bir bağlayıcı değer ve anlam taşımadığını itiraf etmelerinin kendileri açısından
daha tutarlı ve doğru olacağını ifade eder. Paret, Rudi, “Tarihte ve Günümüzde Kur’an”, Kur’an Üzerine
Makaleler, s.112-113.
188 El-Husayn, Ahmet b. Abdulaziz, el-Meretü’l Müslime, s.253; Sıbaî, Mustafa, el-Mer’e beyne’l Fıkh ve’l- Kanûn,
s.71.
189 El-Husayn, Ahmet b. Abdulaziz, el-Mer’etü’l Müslime, s.256-257.
190 Nisa, 4/2-3.
191 Bkz., En’am, 6/152; İsra, 17/34.
192 Taberî, Muhammed b. Cerir, Camiuu’l-Beyan, IV,234; Ibnu’ı Arabî, Ahkamu’l-Kur’an, I,408; İbn Kesîr, Tefsir,
I,37; Kurtubî, Ebu Abdillah, Muhammed b. Ahmed, el-Cami’ li Ahkami’l Kur’an, V, 17.
68
erkeğin aynı anda nikahı altında bulundurabileceği eşin en üst sayısının kaç
olacağıdır. Müfessirlerin kahir ekseriyeti en üst sayının dörtten fazla olamayacağını
belirtirken193 bazısı, ayetin dilsel yapısından ve Hz. Peygamber’in dörtten fazla eşle
aynı zamanda nikahlı oluşundan hareket ederek bu sayının dörtle de sınırlı
olmayacağını belirtmişlerdir.194 Kurtubi, kaç eşle evlenileceği konusunda ayetin
herhangi bir sınırlama getirmediğini ileri süren kimselerin Rafızîler ve Zahirîlerin
bazıları olduklarını, bu görüş sahiplerinin Arap dilini ve sünneti bilmediklerini, aynı
zamanda ümmetin icmaına da muhalefet ettiklerini belirtir. Ayrıca Kurtubî,
sahabeden veya tabiinden hiçbir kimsenin dörtten fazla eşle evlendiklerinin
nakledilmediğini, aksine Hz. Peygamber’in beş hanımla evli olarak Đslam’ı kabul
eden Nevfel b. Muaviye’ye birisini bırakmasını ve benzer durumda olan bazı
sahabeye de dörtten fazla eşlerini boşamalarını emrettiğine dair rivayetlerin
bulunduğunu kaydeder.195 Kurtubî, Hz. Peygamber’in dörtten fazla eşi aynı zamanda
nikahı altında bulundurmasının, ona ait özel bir durum olduğunu belirtir.196
Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber’in dörtten fazla olan eşlerini boşamasının
onun açısından bir zulüm ve gaddarlık olacağını; yeni doğmakta olan Đslam dininin
kabilecilik bağları oldukça kuvvetli olan bir toplumda yayılması için Hz.
Peygamber’in çok eşliliğinin önemli bir işleve sahip olduğunu; kadınlarla ilgili bazı
Đslamî kaide ve esasların öğretilmesinde Hz. Peygamber’in eşlerinden yardım
aldığını ve onların Müslüman kadınların hukuk danışmanı olarak görev yaptıklarını
belirterek, Hz. Peygamber’in dörtten fazla evlenmenin yasaklanmasından sonra da bu
eşlerini nikah altında bulundurmasının işte bu nedenlerden dolayı olduğunu
kaydeder.197
Nisa sûresinin 3. “Eğer yetim kızlar hakkında âdil davranmaktan korkarsanız
size helal olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Onlar arasında da adaleti
sağlayamamaktan korkarsanız bir tane alın; yahut ellerinizin altında bulunan
cariyelerle yetinin……” ayetini, aynı surenin 129. “ne kadar isteseniz de kadınlar
arasında adaleti temin edemezsiniz…. .” ayetiyle beraber mütalaa ederek ilk ayette
adaleti sağlama şartıyla çok eşliliğin hela kılındığını, sonraki ayette ise adaleti
teminin mümkün olmadığı belirtilerek iki ayet arasında bir çelişki/müşkil olduğu
belirtilerek Kur’an’ın açıkça çok eşliliği reddettiği şeklinde bir sonuca
ulaşılmaktadır.198
193 Önceki kaynaktaki müfessirlere bkz.
194 Razî, Fahrudddin, et-Tefsiru’l-Kebir, III,487-488.
195 İbn Mace, Nikah, 40; Tirmizi, Nikah, 33.
196 Kurtubî, Ebu Abdillah, Muhammed b. Ahmed, el-Cami’ li Ahkami’l Kur’an, V, 17.
197 Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, II, 669-670.
198 Jansen, J.J.G., Kur’an’a Yaklaşımlar, s.171.
69
Kur’an Allah katından bir kitap olduğu için her türlü çelişkiden uzaktır.199 Nisa
suresinin 3. ayetini sıyakıyla beraber değerlendirdiğimizde bu ayetteki adalet
şartının, kadınlara mehirlerinin ödenmesi gibi zahiri haklarla ilgili olduğu
görülmektedir. Bu ise, yerine getirilmesi mümkün ve de gerekli olan bir adaletin
talep edilmesidir. Đkinci ayetin ise, eşlere karşı duyulan duygu, temayül, sevgi gibi
soyut konularla ilgili bir bağlamda geçtiği görülmektedir. Buna göre yüce Allah’ın
“asla adaleti sağlayamazsınız” dediği konu, kocaların eşlerine karşı duydukları sevgi
ve aşk ile ilgilidir. Bu da insan fıtratına son derece uygundur. Bu sevgi farklılığı,
eşler arasında zahirî haklar konusundaki adaletin gözetilmesine engel olmamalıdır.
Burada şunu belirtmek isteriz ki iki şey arasında herhangi bir çelişkinin olabilmesi
için o iki şeyin aynı konuda olması gerekmektedir. Farklı konularla ilgili ifadeler
arasında herhangi bir çelişki ve ihtilafın olması mümkün değildir. Üzerinde
durduğumuz iki ayetin de farklı konuları işlediğini açıkça görmekteyiz.
Bireysel ve toplumsal zorunluluklardan dolayı çok eşlilik tecviz edilmiştir. Bu
bireysel gerekçeler arasında kadının kısır olması veya evlilik ilişkisini sürdürmeye
mani bir hastalığının olması, aşırı yaşlılık vb. nedenler sayılmıştır. Toplumsal
zorunluluklar arasında ise savaş ve başka nedenlerle kadın nüfusun artması çok
eşliliği gerektiren durumlar arasında görülmüştür.200 Bu ve benzer durumlar
insanlarla beraber var olacağından çok eşlilik de dinin verdiği bir ruhsat olarak
varlığını sürdürecektir. Dolayısıyla çok eşlilik Kur’an’ın verdiği dönemsel bir cevaz
değildir. Modern dünyanın genel kabullerine ve kadın haklarına aykırı diye çok
eşliliğin Đslam’da olmadığını iddia etmek pek doğru gözükmemektedir.
b- Kadının Mirastaki Hissesi
Kur’an’ı Kerim, hüküm koyarken tedrîce riayet, insan fıtratına uygunluk,
maslahatı temin, insanlar arasında ayrıcalık gözetmeme gibi temel prensipleri daima
göz önünde bulundurmuştur. Genellikle ilke düzeyinde insanlara hitap eden Kur’an,
son derece dar bir alanda ve belirli sayıdaki ahkâmda tafsilata girmiştir. Kur’an’ın
tafsilatlı bir şekilde beyan ettiği ahkâmın başında miras hukukunun geldiğini
söyleyebiliriz. Kur’anî teşrîin ilke düzeyinde oluşunun bilincinde olan Hz.
Peygamber, mîras ayetindeki detaylar karşısında “Allah (c. c) mîras paylarının
taksimini bizzat kendisi üstlendi” sözleriyle bir nevi şaşkınlığını izhar etmiştir.201
Biz bu başlık altında miras hukukunun kadınla ilgili bütün hükümlerini detaylı
bir şekilde ele alıp inceleyecek değiliz. Tarihselcilik tartışmalarında tarihsel olduğu
ifade edilen Nisâ suresi 11. ayetindeki sadece “Allah size, çocuklarınız hakkında
199 Nisa, 4/82.
200 El-Husayn, Ahmet b. Abdulaziz, el-Mer’etü’l Müslime, s.270; Sıbaî, Mustafa, el-Mer’e beyne’l Fıkh ve’l-
Kanûn, s.80-89.
201 Ibn Âşûr, M. Tahir, Makasidü’ş- Şeriati’l İslamiyye, s.137.
70
erkeğe kadının payının iki misli (miras vermenizi) tavsiye eder….” hükmüyle ilgili
müfessirlerin yaptıkları yorumları zikrederek bugün bu ayetlerin nasıl anlaşılacağı
çerçevesinde bazı değerlendirmeler yapacağız.
Kur’an’ın kız çocuğa erkek çocuğun yarısı kadar miras verilmesi talebi,
özellikle modern dünyada tartışma yaratmaktadır. Bu Kur’anî hüküm, bazı
Müslümanlar tarafından Đslam’ın kadına erkeğin yarısı kadar değer verdiği şeklinde
algılanmakta; insanlar arasında eşitlik ve adaleti temin için var olan Đslam’ın bu
hükmünün eşitliğe aykırı olduğu gerekçesiyle modern dünyada tatbikinin ve izahının
imkânsız olduğu iddia edilmektedir. Kadının mirasıyla ilgili bu Kur’anî hükme,
akılcı ve tarihselci bir tarzda yaklaşılmasını öneren Nasr Hâmid Ebû Zeyd, bu
düşüncesini şöyle ortaya koyar:
Kur’an’ın Đslam öncesi dönem şartları altında mirasta, kadına erkeğin payının
yarısını vermesi, ileriye doğru atılmış bir adımdı. Çünkü o dönemde ona hiçbir hak
verilmemekteydi. Eğer tarihin belirlediği bu hükmün maksadı bugün dikkate
alınacak olursa, kadın ve erkeğin hukuk karşısında tam bir eşitlik içinde olması
gerekir.202 Ebû Zeyd’in bu görüşlerinden Đslam’ın geldiği dönemde kadının hiçbir
miras hakkının olmadığı, Đslam’ın kadına yarı da olsa bir hak verdiği; ancak bu
iyileştirme sürecinin devam edip geliştirilmesi gerektiği neticesi çıkmaktadır. Ebu
Zeyd’e göre o günkü tarihin ve şartların belirlediği bu hükmün maksadı dikkate
alınarak bugün bu hüküm, erkek ve kadın eşit pay alacak şekilde değişmesi gerekir.
Hatta buradan, kadının erkeğe göre ekonomik açıdan daha muhtaç olduğu
durumlarda, kadına mirastan daha fazla pay verilmesi sonucu da çıkmaktadır.
Kadına miras hakkı veren Kur’anî hükmün bir iyileştirme süreci olup
olmadığının tespiti için, Đslam öncesi dönemde kadının miras hakkına kısaca göz
atmakta yarar var. Kaynaklarımızda bu konuda farklı bilgiler yer almaktadır.
Bunlardan bir kısmı, Cahiliye döneminde sadece eli silah tutan, kabileyi dışarıdan
gelecek tehlikeye karşı koruyan ve ganimet elde edebilen erkeklere miras verildiğini,
rüşdüne ulaşmamış erkek çocuğun dahi mirasta mahrum edildiğini kaydeder.203
Buhari, Hz. Ömer’in şu sözlerine yer verir: “Vallahi Cahiliye döneminde biz,
kadınlara, Allah onlar hakkındaki ayeti indirinceye ve onlarla ilgili taksimatı
yapıncaya kadar hiçbir şey vermezdik.”204 Said b. Cübeyr (ö.95/714) ve Katade
(ö.117/735) gibi Tabiîn döneminin önemli müfessirleri de müşriklerin mirastan
sadece yetişmiş erkeklere pay verip kadınlara ve çocuklara hiçbir şey vermediklerini
bunun üzerine “ana-baba ve akrabaların geriye bıraktıklarından hem erkeklerin hem
202 Hoebink, Micheil, Thinking About, s.55.
203 Taberî, Muhammed b. Cerir, Camiu’l Beyan, IV, 275; Razî, Fahruddîn, et-Tefsiru’l- Kebir, III, 508; Ibn Kesir,
Tefsir, I, 404-405.
204 Buharî, Tefsir, 66, Libas, 31; Müslim, Talak, 32.
71
de kadınların hissesi vardır”205 ayetinin nazil olduğunu ifade ederler.206 Şatıbî ise,
mirasta kız çocuğa erkeğe verilen hissenin yarısının verilmesi uygulamasının,
Cahiliye dönemi Araplarında bulunan ve Đslam tarafından da aynen benimsenen
hükümlerden olduğunu kaydeder. 207 Bu farklı bilgilerin arasını belki şöyle telif
etmek mümkündür. O devirde bazı bölge ve kabilelerde kadınlara mirastan hiçbir
hisse verilmezken, bazılarında ise erkeğin yarısı kadar hisse verilmiş olabilir.
Dolayısıyla Cahiliye dönemi Araplarının kadına mirastan pay verilmesi
uygulamasına tamamen yabancı oldukları söylenemez.
Đkili birli taksime ait yorumlara geçmeden önce, miras ayetinde yer alan “Allah
size… tavsiye eder”208
ifadesi üzerinde durmak istiyoruz. Zira bazı
akademisyenlerimiz ayette geçen “yûsî” fiilini “emir ve farz kılma” anlamında
almayıp; “tavsiye” anlamına geldiğini ifade etmektedir.209 Gerçekten mirasla ilgili
belirlenen hükümler bir tavsiye ve öneri niteliğinde midir?
Ibn Manzûr, “el-îsâu” kelimesinin, ulaştırmak anlamında olduğunu zikreder.
Bir kimse bir şeye ulaştığı zaman, vasâ-yesî; bir kimse bir kimseyi bir şeye
ulaştırdığında evsâ- yûsî denilir. “Evsânî” denildiğinde bunun anlamı, “O, beni
kendisini bilmem gereken şeyi bilmeye ve anlamaya iletti, götürdü” demektir. Ibn
Manzûr, yûsî kelimesinin bu ayette farz kılmak anlamına geldiğini belirtir. Çünkü
Allah’ın vasiyet etmesi onun farz kılması anlamına gelir. Nitekim En’an suresi 151.
ayette de aynı kelime bu anlamda kullanılmaktadır.”…. . Haksız yere Allah’ın
yasakladığı cana kıymayın! Düşünesiniz diye Allah size bunları tavsiye etti…”
Burada mü’minlere yerine getirmeleri gereken muhkem bir farz emredilmektedir.210
Müfessirlerin büyük bir kısmı da buradaki “ tavsiye eder” ifadesinin “emreder”
anlamına geldiğini belirtir.211 Buradaki tavsiye ifadesinin bir farz ve emir anlamına
geldiği, ayetin bizatihi sonunda yer alan “farîzatan minallah” ifadesinden de oldukça
açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Ayrıca, miras payının ayrıntılı bir şekilde verildiği
bölümden sonra gelen ayetler, bu konuda kuşkuya yer bırakmayacak şekilde açıktır.
Zira bu ayetlerde, miras payıyla ilgili hükümlerin hududullah olduğu, bu sınırlarda
durmanın Allah’a ve Rasûlüne isyan sayılacağı ve böyle kimselerin cehenneme
girecekleri çok açıkça ifade edilmiştir. Dolayısıyla bu ayetlere metinsel bütünlük
205 Nisa, 4/7.
206 İbn Kesir, Tefsir, I, 401.
207 Şatıbî, el-Muvafakat, II, 75.
208 Nisa,4/11.
209 Hatipoğlu, M. Said, “Kur’an-ı Kerim’de Mahalli Hükümler Meselesi,” İslâmiyat, c.7, sa:1, Ocak- Mart 2004,
s.12.
210 Ibn Manzûr, Lisanu’l Arab, XV 395. Razî de, Zeccac’ın “Allah size tavsiye eder” ifadesini “Allah size farz kılıyor”
şeklinde anladığını nakleder. Râzî, Fahruddin, et- Tefsiru’l Kebir, III, 509.
211 Zamahşerî, el- Keşşaf, I,469: Beyzavî, Envaru’t-Tenzîl, I, 236; Ibn Kesîr, Tefsir, I, 404; Taberî, bu ayetin (Nisâ,
11) miras konusunda Allah’ın vacip olan hükmünü açıklamak için Hz. Peygamber’e indiğini kaydeder.Taberi
Muhammed b. Cerir, IV, 275.
72
içinde baktığımızda, buradaki tavsiyelerin sıradan bir tavsiye/öneri olmayıp bunun
bir emir ve farz olduğu anlaşılmaktadır.
Kur’an’ın kadına erkeğin yarısı kadar miras vermesi hükmünü doğru bir
şekilde anlayabilmek için, Đslâm’ın aile hukukuna dair hükümlerini bir bütünlük
içinde ele alıp değerlendirmek gerekir. Her tikel çözüm, ancak bir sistem içerisinde
değerlendirildiğinde doğru sonuca ulaşılır; değilse, yanlış sonuçlara ulaşmak
kaçınılmazdır.212 Miras taksiminde bütün hallerde erkeğe iki, kadına bir hisse
verilmemekte çeşitli durumlarda bu oranlar değişmektedir.213 Kadının; anne, nine, eş,
kız çocuğu ve kız kardeş olma durumuna göre alacağı hisse ayrı ayrı
belirlenmiştir.214 Muhammed Imara, miras oranlarının belirlenmesinin cinsiyete göre
olmayıp, bu hususta üç kıstasın bulunduğunu zikreder.
Birincisi, mûrîse olan yakınlık. Vârisin mûrîse yakınlığı oranında alacağı hisse
artar. Đkincisi, vârisin nesil/kuşak silsilesindeki konumu. Aynı nesil vârislerden
küçük olana büyüklerden daha fazla hisse düşer. Çünkü küçük olan, gelecek bir
hayatla karşı karşıya ve onun önünde büyüyen bir sorumluluk alanı var. Đkisi de
erkek olmasına rağmen mûrîsin oğlu, babasından daha çok hisse alır. Her ikisi de
kadın olmasına rağmen, mûrîsin kızı onun annesinden daha fazla hisse alır.
Üçüncüsü, vârisin yüklendiği ve Đslâm’a göre mükellef olduğu malî yük. Bu üç
kıstası ölenin erkek ve kız çocukları üzerine düşündüğümüzde, her ikisi de ölüye
yakınlık açısından ve kuşak açısından durumları aynıdır, ama ailedeki malî yükü
yüklenmedeki sorumlulukları açısından farklıdır. Đşte bu üçüncü kıstastaki farklılık
sebebiyle erkek kadından fazla hisseye sahiptir.215
Bu konuyu biraz daha açarsak, her şeyden önce Đslâm’a göre erkek, hem
kendisinin hem de eşinin geçimini sağlamak zorundadır. Bunun yanında çocuklarını,
annesini, babasını geçindirmek de erkeğe düşer. Kadın ise kocasına bakmak zorunda
değildir. Genellikle kadına başkaları tarafından bakılır, kadın himaye görür, erkek ise
himaye eden durumundadır. Eğer kadının kazancı varsa bunu kendisine harcar.216
Yine evlilik esnasında erkek, kadına mehir vermek zorundadır. Evlilikte kadın için
zorunlu herhangi bir masraf da söz konusu değildir.217 Kadın boşandığında iddet
süresince onun geçimi ve diğer masrafları da boşayan kocaya aittir. Bu konudaki
Kur’anî emirler şöyledir: “Boşanmış kadınların, iyilikle faydalandırılmak haklarıdır.
212Şimşek, M. Said, Günümüz Tefsir Problemleri, s.373; Topaloğlu, Bekir, İslam’da Kadın, Yağmur yayınları,
İstanbul trs., s.169.
213 Imara, Muhammed, “ Havle Tarihiye ev Hulûdi Ahkami’l Kur’ani’l Kerim,” Hakaiku’l İslâm fî Müvaceheti
Şübühati’l Müşekkikin, Kahire 1423/2002, s.310; Karaman, Hayreddin, İslâm’da Kadın ve Aile, s.23, 288.
214 Nisâ, 4/ 11-12.
215 Imara, Muhammed, a.g.e., s.310-311.
216 Ibn Kesîr, Tefsir, I, 404; Rıza, M. Reşid, Tefsiru’l Menar, IV, 406: Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri,
II, 222-223.
217 Sıbaî , Mustafa, el- Mer’e beyne’l Fıkh ve’l Kanun, s.34.
73
Bu, muttakiler için bir vazifedir.”218 Đşte, Đslam’ın erkeğe yüklediği mali yükümlülük
ve kocanın aile içindeki sorumlulukları bütünlüğünde miras meselesi
değerlendirildiğinde, erkeğe kadından fazla miras verilmesinin adaletsizlik değil,
hakkaniyet olduğu anlaşılır. Bir diğer açıdan bu mesele, tamamen ekonomik olup
Đslâm’ın kadını ihmal ettiği anlamına gelmez.219
Burada şöyle bir itiraz ileri sürülebilir. Günümüz toplumlarında genellikle
kadın da erkekle beraber çalışmakta, ailenin geçimi ve çocukların bakımı için gerekli
nafaka müştereken kazanılmaktadır. Yani kadın, erkeğin yüklendiği malî yükün
aynısını yüklenmekte, çalışma hayatının her alanında yer almaktadır. Bir bakıma
günümüz kadınının toplumdaki rolü, Kur’an’ın nazil olduğu zamanki kadın rolünden
oldukça farklılaşmıştır. Dolaysıyla böyle bir ortamda da kadının miras hissesi
erkeğin yarısı kadar mı olacaktır?
Kadının miras hissesine geçmeden önce Đslam’ın sosyal hayatta kadına nasıl
baktığına kısaca değinmekte fayda var. Kur’an’ı Kerim iyiliği emretme kötülükten
sakındırma konusunda kadın erkek ayrımı yapmaksızın herkesin eşit derecede
sorumlu olduğunu belirtir. 220 Bir nevi halkla idareciler arasında sözleşme
sayılabilecek biata, Hz. Peygamber döneminde kadınların da katılması ve buna
ayetin muvafakatı221 seçme hakkına erkeklerle beraber kadınların da sahip olduğunu
göstermektedir.222 Kadının kamu görevine katılıp katılamayacağı Đslam hukukçuları
arasında tartışma yaratmıştır. Ülkemizin önemli hukukçularından Hayreddin
Karaman, kadının kamu görevini konu alan bir makalesinde, kadının hâkimlik
görevini üstlenmesine dinî kaynakların bir engel teşkil etmediğini belirtir. Ayrıca
Karaman Kur’an nassları223 ve bazı ilk dönem uygulamalarını delil göstererek
kadının devlet başkanlığı görevini de üstlenebileceğini ifade eder. Karaman’a göre
kadının kamu görevini üstlenme konusunda kaynaklarda yer alan farklı görüş ve
tartışmalar, bağlayıcı, kısıtlayıcı nasslardan çok örf, adet ve ihtiyaca, başka bir ifade
ile zamanın soysa kültürel ve ekonomik şartlarına bağlıdır. Makalesinin sonuç
kısmında Karaman, Đslâm’da kadının, gerektiğinde kamu görevi yapmasını
yasaklayan açık, kesin, bağlayıcı bir nass olmadığını, aksine bu kapıyı aralayan
deliller bulunduğunu kaydeder. Bununla beraber geçmişte ve günümüzde kadının
kamu görevlerinde nispeten az istihdam edilmesi, devlet başkanlığı görevinde ise
218 Bakara, 2/241. Ayrıca bkz. Bakara 2/ 236.
219 Şimşek, M. Said, Günümüz Tefsir Problemleri, s.373.
220 Hac, 22/41; Al-i İmran, 3/104, 110.
221 Mümtahine, 60/12.
222 Akdemir, Salih, Tarih Boyunca ve Kur’an’ı Kerim’de Kadın, İslamî Araştırmalar Dergisi, c.5, sa: 4, Ekim 1991,
s.265; Kur’an ve Sünnette göre kadının hâkimlik de dahil olmak üzere bakanlık ve devlet başkanlığı gibi her türlü
siyasi görevi üstlenmesinin bir mahzuru olmayacağıyla ilgili bir makale için bkz. Nejla Akkaya, İslam Hukukunda
Kadının Siyasi Hakları, İslamî Araştırmalar Dergisi, c.5, sa: 4, Ankara 1991, s.236-250.
223 Tevbe, 9/71; Neml, 27/22-44.
74
nadiren bulunması Đslâm’ın tezini güçlendirmektedir. Yüce Allah erkek ve kadına,
birbirini tamamlayan farklı özellik ve kabiliyetler vermiştir. Bu özellik ve
kabiliyetler, aksine bir ihtiyaç ve zaruret bulunmadıkça tabii bir iş bölümünü ve
öncelikler sistemini beraberinde getirmektedir. Dolaysıyla devlet başkanlığında
öncelik erkeklere aittir; bu görevin gerektirdiği fıtrî donanım daha ziyade erkeklerde
vardır, bununla beraber ihtiyaç ve zaruret bulunursa kapı kadınlar için de açıktır.224
Bize göre burada sorgulanması gereken husus, modern toplumlarda olduğu gibi
kadının da erkekle beraber ailenin geçim yüküne ortak olmasının ne derece doğru
olduğudur. Đslâm âlimleri, ailenin geçimi hususunda kadının çalışarak kocasına
yardımcı olmasının caizliğinde ittifak olduğunu belirtirler. Ancak ailenin geçimine
kadının katkıda bulunması zorunluluk değil, ihtiyarî bir durumdur.225 Đhtiyaç ve
zaruret hallerinde rollerin değişmesine bir engel de yoktur. Kadına erkeğin
yüklendiği mali yükümlülüğün aynısını yüklenmeyi zorunlu kılan pek çok modern
hukuk, buna dayanarak onların miras paylarını da eşit görmektedir. Đslam ise kadın
ile erkek arasında iş bölümü öngörmekte onların fizyolojik durumlarını da göz
önünde bulundurarak farklı roller vermekte, her birinin bu yükümlülüğüne göre
hakkı farklılık arzetmektedir. Bu bakımdan Đslâm’ın, erkekle kadının miras paylarını
farklı tayini âdil ve hukûka uygun bir paylaşımdır. Eğer Đslâm, kadını da erkek gibi
ailenin geçimi ve diğer harcamaları konusunda eşit bir seviyede tutsaydı,
muhtemelen miras da ona göre bölünürdü.
Burada üzerinde durulması ve tartışılması gereken bir diğer konu da Mustafa
Sıbaî’nin sorusuyla kadının ailenin geçim yükünü erkekle eşit bir şekilde
yüklenmesinin aile ve toplum maslahatına ne kadar uygun olduğudur. Cevabında
Sıbaî, modern dünyanın kadınla erkeği eşit bir şekilde malî yükümlülüğün altına
sokmasının doğurduğu olumsuz sonuçlara detaylı bir şekilde işaret etmektedir.226
Kadının mali yükümlülükte erkekle eşit derecede sorumlu görülmesi, özellikle
ülkemizde olduğu gibi gelenekle modernite arasında sıkışmış toplumlarda kadının
fizikî yapısı da dikkate alındığında ona karşı yapılmış bir haksızlıktır. Biz bu
düşünceyi öne sürerken kadını toplumsal hayattan tamamen soyutlamayı ve onu
eğitim ve öğretim hayatından uzaklaştırmayı kastediyor değiliz. Elbette kadın
toplumsal hayatın çeşitli alanlarında kendi doğasına ve kabiliyetine uygun işlerde
çalışabilir. Ama bu durum batılı toplumlarda olduğu gibi hayatın her alanında
kadının çalışma hayatının tam ortasında olacağı anlamına gelmez. Âile geçimine
katkıda bulunmak amacıyla da asla kadının kamuda çalışmasında bir takım ilkelere
224 Karaman, Hayreddin, “Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi” İslâmî Araştırmalar Degisi, c.5, sa: 4,
Ankara 1991. s.289-291.
225 Sıbaî, Mustafa, el- Mer’e beyne’l Fıkh ve’l Kanûn, s.36; Karaman, Hayreddin, “Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve
Kamu Görevi, s.289; Şimşek, M. Said, Günümüz Tefsir Problemleri s.358.
226 Sıbaî, Mustafa, a.g.e. s.36.
75
bağlı kalması gerektiğine de burada işaret etmek gerekir. Örneğim, aile içinde
yapması gereken görevleri aksatmaması ve iş hayatında temel Kur’anî emirlere
aykırı davranmaması bunlardan sadece ikisini oluşturur.
Đslâm’ın kadına hiçbir miras hakkı verilmeyen bir toplumda yarı da olsa ona bir
hak vererek iyileştirme süreci başlattığı, bunu eşitlemeyi zamana bıraktığı şeklindeki
iddia ise, Kur’an’dan modern taleplere denk hükümler türetmek için uygun zemin
oluşturmaya yönelik bir iddia gibi gözükmektedir. Bu iddia dinin tamamlanmış
olduğu nassıyla227 çeliştiği gibi; Muhammed Imara’nın yerinde tespitiyle Kur’an’ın
son şeriatın kitabı, Hz. Peygamber’in risaletinin son risalet olduğu gerçeğine de
aykırıdır. Dinî nassların tarihselliği kuralını Kur’an’a uyguladığımızda, dinî
kaynaktan uzaklaşmakla228 karşı karşıya kalırız. M. Hamdi Yazır da Kur’an’ın bu
hükmünün, erkekle kadın arasında miras eşitliğini hazırlamaya yönelik bir inkılabın
başlangıcı olmadığını şu anlamlı tespitiyle ortaya koyar: “Erkeğe iki kadın payı kadar
miras düşer”229 gerçeği ileride erkekleri harcama zahmetinden kurtarmak için erkekle
kadın arsında miras eşitliğini hazırlamaya yönelik bir inkılabın başlangıcı olmak
üzere değil, ortada yaratılış hikmetine aykırı olarak bulunan bir hukukî ve sosyal
ihtilafı ortadan kaldırmakla adalet ve hak dengesini tespit eden ve anlatan ezelî bir
hak kanunun ifadesi olmak üzere indirilmiştir.”230 Kur’an nihaî hükmü koymuş olsa
toplumun bunu kabul etmeyeceği iddiası da çok tutarlı gözükmemektedir. Nitekim
Kur’an toplumun bağımlı olduğu içki konusunda bile kademeli de olsa son hükmü
getirmiştir. Hakikatte mirasta kadına bir pay verilmesi hususunun toplumun genel
kabulleriyle bir ilişkisi olsa da içki gibi fertlerde bağımlılık yapan bir yönü de
bulunmamaktadır. Bir de bu konuya şöyle bakılabilir. Putperestlik de olsa kendi batıl
dininden vazgeçip Đslam’ı kabul eden bu insanların, yeni kabul ettikleri dinin bir
hükmüne itiraz etmeleri çok da makul gözükmemektedir. Bize göre Kur’an miras
konusunda nihaî hükmünü vermiştir.
c-Kadının Şahitliği
Bir kişinin başka bir kimsede olan hakkını ispat amacıyla, hakim önünde ve
davalının karşısında ileri sürdüğü iddiası üzerine, üçüncü bir şahsın “şuna ve şuna
şehadet ederim” diyerek davayla ilgili bilgisini sunmasına şahitlik; böyle bir beyanda
bulunan kimseye de şahit denir.231 Gerek Đslâm hukukunda gerekse diğer hukuklarda
şahitlik önemli ispat vesilesidir. Şahitlerin yapacağı şahadete göre önemli bir suç
sübut bulacağı gibi, ağır ceza verilebilecek bir kişinin bu cezadan kurtulması da
ihtimal dahilindedir. Şahitlik müessesesine önem verilmesi, şüphe yok ki adaletin
227 Maide, 5/3.
228 Imara, Muhammed, “ Havle Tarihiyye ev Hulûdi Ahkami’l Kur’ani’l Kerim,” s.308.
229 Nisa, 4/11.
230 Yazır, M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, II, 523.
231 Heffening W. “Şahid” İA, MEB Basımevi, İstanbul 1979, XI, 282.
76
tecellisi içindir. Kur’an’da şahitlerin âdil olmaları emredilirken;232
putlara
tapınmaktan kaçınmakla yalan şahitlikten sakınmak yan yana zikredilmiştir.233 Hz.
Peygamber de büyük günahları sayarken Allah’a şirk koşmak ve ana-babaya karşı
gelmekten sonra yalan şahitliği zikretmiştir.234 Kur’an’ı Kerim’de şahitlik yaptıkları
kimseler için hısım akraba veya zengin fakir ayırımı yapmaksızın adaletten
ayrılmaması istenmektedir.235
Ayrıca, şahitliği gizlemek hakkın ve adaletin
örtülmesine sebep olacağından yasaklanmakta, şahitliği gizlemenin günah olduğu
açıkça beyan edilmektedir.236
Kur’an’ı Kerim’de, ölüm anındaki vasiyet esnasında237 ve iddet müddetinin
sona ermesiyle tekrar kadını alma veya boşama durumlarında iki âdil şahidin
bulundurulması238 öğütlenmekte; fuhuş suçunun239 ve namuslu kadınlara zina
isnadında bulunulduğunda bunların ispatı için dört şahidin getirilmesi240
emredilmektedir. Borçlanma söz konusu olduğunda ise, bunun iki erkekle veya bir
erkekle iki kadının şahitliğiyle tespiti istenmektedir.241 Biz bu başlık altında,
tarihselcilik tartışmalarında gündeme gelen, müdayene ayeti olarak da bilinen 2.
Bakara sûresinin 282. ayetinde yer alan iki erkek bulunmazsa bunun yerine bir
erkekle iki kadının bulunmasını isteyen ayetin bu gün nasıl anlaşılıp
yorumlanacağıyla ilgili tartışmalara yer vereceğiz. Öncelikle bu ayetle ilgili klasik
müfessirlerin yorumlarına yer verecek, daha sonra çağdaş âlimlerin bu konudaki
kanaatlerini zikrederek konuyu değerlendirmeye çalışacağız.
Müfessirler ayetin tefsirinde şahitlik konusuyla ilgili geniş malumat vererek bu
konuda Đslam hukukçularının içtihatlarını da zikrederler. Şahitlerde bulunması
gereken, akıl, buluğ, konuşabilme, görür olmak, hürriyet, adalet gibi genel şartların
yanında, bazı hususlarda erkek ve Müslüman olmak gibi özel şartlar da sayılmıştır.242
Kadınların hangi konularda şahitlik yapacakları hususu da ihtilaflıdır. Đmam Şafiî,
malların dışında erkeklerle beraber kadınların şahitliğinin caiz olmadığını belirtir.243
Leys, vasiyyet ve köle azadında kadınların şahitliğinin caiz olduğunu, nikah talak ve
amden katil konularında caiz olmadığını belirtir. Etbaut Tabiin devrinin en mühim
232 Talak, 65/2.
233 Hacc, 22/30.
234 Buharî, Edep, 6.
235 Nisâ, 4/135; Talak, 65/3.
236 Bakara, 2/283; Maide,5/106.
237 Mâide, 5/106.
238 Talak, 65/2.
239 Nisâ, 4/15.
240 Nûr, 24/4.
241 Bakara, 2/282.
242 Bu şartlara kaynaklarımızda genişçe yer verilmekte, her biriyle ilgili oldukça tafsilatlı bilgiler verilmektedir.
Mesela bkz; Kurtubî, el-Cami’li Ahkami’l Kur’an, III, 389-391.
243 Kurtubî, el-Cami’li Ahkami’l Kur’an, III, 395.
77
âlimlerinden olan Süfyan es-Sevri’ye ( ö.161/ 77) göre hadler hariç her konuda
kadının şahitliği caizdir.244 Đmam Malik’e (ö.179/795)göre, hadler, kısas, talak,
nikah, ensab, vela ve ihsan konularında kadının erkekle beraber şahitlik yapması caiz
değildir. Buna mukabil, vasiyet ve velâ konularında caizdir. 245 Tabiin dönemi
önemli müfessirlerinden Hasan el Basrî ( ö.110/728) ve Dahhâk b. Müzahim’e
(ö.105/723) göre, kadının şahitliği sadece borçlanmada caizdir. Ata b. Ebi Rabah
(ö.115/733) ve eş- Şa’bi’ye (ö.109/727) göre talakta da caizdir. Ebu Hanife, Ebu
Yusuf, Muhammed ve Züfer’e göre ise, hadler ve kısasta erkeklerle beraber
kadınların şahitliği kabul edilmez, bunun dışındaki konularda kabul edilir.246
Âlimlerin çoğunluğuna göre ise, doğum, süt emzirme, bekaret gibi çoğunlukla
erkeklerin göremedikleri konularda aralarında erkek olmaksızın tek başına kadınların
şahitliği kabul edilir.247 Ömer Nasûhi Bilmen bu konuda şunları kaydeder: “Nisab-ı
şahadet, hâdiselere göre değişir. Şöyle ki: Hukuk-ı ilahiyyeden olan hadd-i zina
hususun da nisab-ı şahadet, dört erkektir. Sair hudûd ve kısasa hakkında ise iki
erkektir. Bunlarda kadınların şahadetleri kabul olunmaz. Hukuk-ı ibâda ait
hususlarda Şahadetin nisabı, iki erkek veya bir erkek iki kadındır. Bunlarda yalnız
kadınların şahadetleri makbul değildir. Ancak erkeklerin ıttıla, mümkün olmayan
yerlerde mala aid olmak üzere yalnız kadınların şahadetleri kabul olunabilir. Meselâ:
Kadınlar hamamlarında bir katl hâdisesi vuku bulsa buna dair diyet husûsunda
kadınların şahadetleri kabul olunur.248
Đslâm âlimlerinin kadının şahitliğiyle ilgili görüşlerini şöyle kategorize
edebiliriz. Malî konularda erkeklerle beraber kadının şahitliği ittifakla kabul
edilirken, ceza hukukuna ait kısas ve hadlerde ise, ekseriyetin görüşü onun
şahitliğinin kabul edilmemesi yönündedir. Sadece kadınların bilmesi mümkün olan
hususlarda ise, hemen hemen ittifakla kadının şahitliği geçerli görülmüştür.
Đbn Kayyım da Ömer b. Hattab’ın Ebu Musa el-Eş’ari’ye yazdığı mektubu
şerhederken delil konusunu ele almakta ve Hz. Peygamber’in “iddia edene delil,
inkar edene yemin gerekir” hadisini yorumlayarak şahitlik konusuna da genişçe yer
vermektedir. Đbn Kayyım, özetle orada, Kur’an ve hadislere göre kadının da her
hususta şahitlik yapabileceğini kaydeder.249 Đslâm âlimleri kadınların şahitliğinin
kabul edilmemesine delil olarak ayetlerde yer alan “erba’aten minküm,250 erba’atu
şühedâ,251 zû adlin minkum,252 zevey adlin minküm”253 ifadelerindeki müzekker
244 Ebû Hayyan, el-Bahru’l Muhit, II, 363.
245 Kurtubî, a.g.e., a.y.
246 Ebû Hayyan, a.g.e., a.y.
247 Kurtubî, el-Cami’li Ahkami’l Kur’an, III, 395; Ebu Hayyan, a.g.e., a.y.
248 Bilmen, Ömer Nasûhî, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhıyye Kamusu, Bilmen yayınevi, İstanbul trs, VIII, 123.
249 İbn Kayyım, İ’lamu’l-Muvakkıîn, I, 91-96.
250 Nûr, 24/4.
251 Nisâ, 4/15.
78
kelimeleri gösterirler. Hâlbuki kur’an’ın birçok yerinde tağlib tarıkıyla254 erkeklere
yönelik hitabın içeriğine kadınlarında girdiği kabul edilen bir gerçektir. Ceza
davalarında kadının şahitliğinin kabul edilmemesinin Kur’an ve Sünnet kaynaklı bir
uygulama olmayıp Arap örf ve âdetini yansıtıyor olabileceği veya isrâiliyyat
kaynaklı olabileceği de ileri sürülmüştür.255
Kaynaklarımızda borçların yazılmasının vucûb mu yoksa nedb teşvik mi ifade
ettiği konusu tartışılmaktadır. Taberî, unutmayı veya inkarı ortadan kaldırmak için
ister satış isterse borç verme şeklinde olsun ilgililerin bu tür borçlanmaları
yazmalarının vacip olduğunu belirtir.256 Zahiriler de buradaki emrin vücûb ifade
ettiği görüşündedirler.257 Taberî’nin nakline göre, Şa’bi, Ibn Cüreye, Ebu Said el-
Hudrî, Rebi’, gibi âlimler borçların yazılmasını emreden ayetin “ Eğer biriniz
diğerine güvenirse……”258 ayetiyle neshedildiğini ileri sürerler. Taberî ise, bu ayetin
mensuh olduğu görüşünün doğru olmadığını kaydeder. Çünkü, “Eğer biriniz diğerine
güvenirse…. .” ayetindeki iznin, yazmaya bir fırsat bulamazsa veya yazacak bir
kimseyi bulan kimseler için belirli bir süreye kadar borçlanmalarda Allah Teâla’nın
emrettiği şekilde borcu yazmak farzdır. Nesh, nasih ile mensuhun hükmünün, aynı
konuda bir arada toplanmasının caiz olmadığı yerde gerçekleşir. Hâlbuki bu iki
ayetle birinin hükmü diğeri ile çelişmez, dolaysıyla burada bir nesh söz konusu
değildir.259 Ibn Abbas da deyn ayetinin muhkem olup onda herhangi bir neshin
bulunmadığını söyler.260 Âlimlerin büyük çoğunluğu (cumhur) ise yazmanın,
malların korunması ve şüphelerin izalesi için verilmiş mendup bir emir olduğu
kanaatindedirler. Çünkü bu ayet, insanların hayrına din ve dünya ihtiyatına olan
şeylere bir yönlerdirme ve teşviktir.261
Alışverişlerde şahit tutulmasının vücup mu yoksa nedb mi ifade ettiği
hususunda da âlimler tartışmışlardır. Ebu Musa el-Eş’ari, Ibn Ömer, Dahhak, Said b.
El-Müseyyeb, Cabir b. Zeyd, Mücahid, Davud b. Ali ve onun oğlu Ebubekir,
buradaki emrin vücup ifade ettiği görüşündedirler. Bu konuda Ata da işi oldukça sıkı
252 Mâide, 5/106.
253 Talak, 65/2.
254 Tağlib: Bir şeyi başkalarına galip sayarak onu cemi (çoğul) şekliyle zikrederek diğerini de kastetmektedir. Diğer
bir ifade ile, muhtelif iki şeyden birini diğerine galip sayarak ifade etmektedir. Örneğin: Ve kânet mine’l-kânitîn
“( İmran’ın kızı Meryem) samimiyetle itaat edenlerdendi.” ( Tahrîm, 66/12 ) ayetindeki kânitîn kelimesiyle-cem’i
müzekker olduğu için itaat eden erkekler manasındadır-Tağlib yoluyla erkek-kadın, bütün itaatkar insanlar
kastedilmiştir. Tehânevî, Muhammed Ali, Keşşâfu Istılâhâti’l-Funûn ve’l-Ulûm,tahk, Ali Dehrûc, Mektebetü
Lübnan, 1. Baskı, Beyrut 1996, I, 489.
255 Acar, İsmail, İslâm Ceza Hukukunda Kadının Şahitliği, İslâmiyât, c.3, sa: 2, Ankara 2000, s.85.
256 Taberî, Muhammed b. Cerir, Camiu’l-Beyan, III, 120.
257 Ebû Hayyan, el-Bahru’l Muhît, II, 359.
258 Bakara, 2/283.
259 Taberî, Muhammed b. Cerir, Camiu’l-Beyân, III, 120.
260 El- Cessas, Ahkamu’l Kur’an, I, 481.
261 El- Cessas, a.g.e., a.y. Kurtubî, el- Cami’li Ahlami’l Kur’an, III, 383; Ebû Hayyan, el- Bahru’l-Muhît, II, 359.
79
tutanlardandır. O şöyle demiştir: Bir dirheme, yarım dirheme, üçte bir dirheme ya da
bundan daha az bir meblağ olsa da sattığında şahit tut. Çünkü yüce Allah, “Alışveriş
yaptığınız vakit de şahit tutun” buyurmaktadır.262 Taberî de bu konuda şu kanaatleri
ortaya koyar: Alışverişinde herhangi bir müslümanın Şahit tutmaması helal değildir.
Böyle yapmayacak olursa Aziz ve celîl olan Allah’ın kitabına aykırı hareket etmiş
olur. Aynı şekilde bu vadeli ise bunu yazması ve bir yazıcı bulması halinde de şahit
tutması görevidir.263 Ancak bazı âlimlere göre mesela Şa’bi ve Hasen el-Basri gibi,
buradaki emir, mendubluk ve irşad ifade etmektedir. Kat’î bir emir değildir. Bu
Malik Şafiî ve rey ashabının görüşüdür.264 Ibnu’l Arabî de sahih olanın nedb ifade
eden görüş olduğunu zikreder.265
Görüldüğü gibi âlimlerin büyük çoğunluğuna göre bu ayet, borçlanmalarda
borcun yazılması ve şahit tutulması hususunda tavsiye ve teşvik mahiyetindedir. Bu
durum borçlu ile alacaklı arasındaki ihtilafları önlemek bakımından önemlidir. Ama
yine bazı âlimlerin anladığı şekilde her türlü borçlanmanın yazılmasını ve şahit
bulundurulmasını da vucûb olarak almak meşakkat doğurabilir. Aynı ayette yer alan
“Bu Allah katında daha adil, şahitlik için daha doğru…. . . bir yoldur” ifadesi de bu
emrin nedb, yani teşvik ve tavsiye niteliğinde olduğunu gösterir.
Şahitlikte bir erkekle beraber iki kadın bulundurulması hükmünün illeti, ayette
yer alan “…. . kadınlardan biri unutursa diğeri ona hatırlatır…. .” ifadesidir.
Ebussuud da bu ifadenin iki kadın bulundurmanın illeti olduğunu belirtir. Ama o,
hakikatte illetin hatırlatmak olduğunu, fakat unutmanın hatırlatmanın sebebi
olduğundan onun yerine geçtiğini kaydeder.266
Müfessirler “en tedılle ihdâhüma fe tüzekkira ihdahüma’l ühra” ifadesiyle ilgili
kıraat farklılıklarına yer vererek buna göre ayete mana verirler. Meselâ Taberî’nin de
tercih ettiği kıraat, “en tedille ıhdahüma fe tüzekkîra ihdâhüma’l ühra” şeklinde
okunanıdır. Bu şu demektir. Fel yeşhed racülün vemraettâni key in dallet ihdahüma
zekkerathâ’l ühra” Bir erkekle iki kadın şahitlik yapsın (iki kadının şahitlik
yapmasının nedeni), eğer o kadınlardan biri unutursa, diğeri hatırlatsın diye.267 “ En
tedılle” unutursa diye takdirindedir ki buna göre, buradaki lâm harf-i cerri
harfedilmiştir.
Đkinci ise “ iradete en tedille = Unutacağı
düşüncesiyle…”takdirindedir. Hamza ise hemzenin kesresi ile “in tedille = eğer
unutursa” şeklinde; “fe tüzekkiru = ona hatırlatır” lafzını da şeddeli ve merfu olarak
262 Kurtubî, el-Cami’li Ahkami’l Kur’an, III, 402
263 Taberî, Muhammed b. Cerir, Camiu’l-Beyan, III, 134. krş., Kurtubî, el-Cami’li Ahkami’l Kur’an, III, 402-403.
264 Kurtubî, a.g.e., III, 403.
265 Ibnu’l Arabî, Ahkamu’l Kur’an, I, 342.
266 Ebussuud, Tefsir, I, 270. krş., Zamahşerî, el- Keşşâf, I, 321.
267 Taberî, Muhammed b. Cerir, Camiu’l-Beyan, III, 125.
80
okumuştur.268 Hamza’nın okuyuşuna göre “in tedille” kısmı şart, fe tüzekkiru kısmı
da cevap/ceza olarak alınmaktadır. Eğer şahitlerden biri unutursa diğeri hatırlatır
anlamındadır.
Buradaki “en tedille” ifadesindeki dalal hakkında müfessirler farklı yorumlar
yapmışlardır Taberî’ye göre, Rebi’, Süddî ve Dahhak bu kelimeyi “unutmak”
manasında almaktadırlar.269 Zamahşerî, bu kelimenin yol gösterilmediği zaman, yolu
şaşıran kimse anlamında “şaşırmak” anlamına geldiğini belirtir. 270 Ebu Amr’ ise
Arapça’da “dalal” in mânâsının gaybûbet yani “kaybolmak, yitmek”olduğunu
söylemiştir. 271 Kurtubî, dalal kelimesi şahitlikle ilgili kullanıldığında, olayın bir
yönünü hatırlayıp diğer yönlerini unutmak anlamına geldiğini belirtir. Bu durumda
kişi, arasında tereddüt eder. Ve karar veremez duruma gelir. Yani Kurtubî, dalal
kelimesinin unutmak anlamı yanında karıştırmak ve tereddüt anlamına geldiğini
kaydeder.272
Ayette de açıkça zikredildiği gibi bir erkekle beraber iki kadın bulundurulması
illeti/gerekçesinin “unutma, yanılma, şaşırma” olduğu anlaşılmaktadır. Burada şu
soru anlam kazanmaktadır. Unutma zaafiyeti kadının doğasında yer alan, cins alarak
ebediyen onunla beraber olacak olan fitrî bir durum mu? Yoksa bu zaafiyet belirli
alanlarda ve belirli şartlarda veya dönemlerde bulunan ârızî bir nitelik midir? Bu iki
soru çerçevesinde konuyu değerlendirmek istiyoruz.
Gerek klasik gerekse çağdaş bazı müfessirler kadındaki unutma zaafiyetinin
onun fıtrî yapısıyla alâkâlı olduğunu belirtirler. Mesala Razî, şu yorumu yapar:
“Kadınların yapılarında yer alan ilgisizlik (burûdet ) ve gevşekliğin (rutûbet)
çok olmasından ötürü, unutma kadının genel karakteri olmuştur. Đki kadının birden
unutması, birinin unutmasından aklen daha uzak bir ihtimaldir. Đşte bundan dolayı,
biri unuttuğunda, diğeri kendisine hatırlatsın diye iki kadın bir erkeğe bedel
sayılmıştır.”273 Ibn Kesîr ise bu konuda kadının aklının noksanlığıyla ilgili hadisi274
de delil göstererek iki kadını bir erkeğin yerine ikame edilmesini kadının aklının
eksikliğiyle izah eder.275 Ibnu’l Arabî de aynı hadise yer vererek erkeğin kadına olan
üstünlükleri çerçevesinde meseleyi değerlendirir. Ibnu’l Arabî Şöyle bir soru da
sorar: “Bu noksanlığın kadınların fiillerine olmayıp kendisine nisbeti nasıl olur?
denilirse biz de şöyle deriz: Bu, Allah’ın adaletindendir, dilediğini yüceltir, dilediğini
268 Râzî, Fahruddîn, et- Tefsru’l-Kebîr, III, 95.
269 Taberî, Muhammed b. Cerir, Camiu’l-Beyân, III, 126.
270 Zamahşerî, el-Keşşâf, I 321.
271 Râzî, Fahruddîn, a.g.e., III, 95.
272 Kurtubî, el Cami’li Ahkami’l Kur’an, III, 397.
273 Râzî, Fahruddîn, et- Tefsiru’l- Kebir, III, 95; krş., Ebû Hayyan, el- Bahru’l Muhît, II, 366.
274 Buharî, Hayz, 6, Ibn Mâce, Fiten, 19.
275 Ibn Kesîr, Tefsir, I, 294.
81
düşürür, dilediği şekilde hükmeder, över, kınar, insanlar yaptıklarından hesaba
çekildikleri halde, o Allah yaptıklarından sorguya çekilmez. Bu durum, Allah’ın
mahlukatı belirli bir konumda yaratması ve onlara mertebeler vermesi yüzündendir.
Bunları bize açıkladı, biz de öğrendik, iman ettik ve ona teslim olduk.”276 Beyzavî de
iki kadın şahit bulundurmayı, kadının akıl noksanlığına ve hafıza gücünün
eksikliğine dayandırmaktadır.277
M. Hamdi yazır iki kadın şahit bulundurmanın gerekçesini erkeklere nispetle
kadınların akılda tutma gücünün biraz eksik, unutma ihtimalinin daha fazla oluşuyla
açıklar. Böyle olmayanlar bulunabilirse de burada itibar kişiye değil cinsedir, cinsin
de çoğunluğuna göredir. M. Yazır unutkanlığı kadının psikolojisiyle irtibatlandırır.
Buna göre, kadında duygusallığın ileri boyutlarda oluşu ve yaşadığı olaylardan
kolayca etkilenmesi, unutkanlığa sebebiyet verebilmektedir. Çünkü bir şeyi akılda
tutabilmek, sadece bir zekâ ve hâfıza meselesi değil, aynı zamanda psikolojik yapıyla
da alakalıdır. Yazır’a göre ticarî işler ve borçlanmalar gibi dışarıya ait şeylerle kadını
meşgul etmek, kadınlık açısından arzu edilecek bir olgunluk değildir. Kadında haya
ve utanma duygusu kuvvetlidir ve böyle olmalıdır. Şahitlik gibi işlerle meşgul etmek
onun bu özelliğini ortadan kaldırır. Erkekleşmek kadın için bir düşüş ve
dejenerasyon demektir. Dolaysıyla, kadınlaşmış erkeklerin şahitlikleri geçerli ve
muteber olmadığı gibi, erkekleşmiş ve yarı yarıya erkek gibi olmuş kadınların
şahitliği de caiz değildir. Ayrıca ticarî meseleler kadının genellikle ilgi alnının
dışındadır. Bundan dolayı bir erkek karşılığında yalnızca bir tek kadına şahitlik
yükünü yüklemek gerçeğe ve hakkaniyete uygun olmaz.278 Đki kadın şahit
bulundurulmasındaki unutma illetini kadının fıtratı ve onun psikolojisiyle açıklayan
bu görüşe göre, ayette geçen hükmün illeti değişmediği için hüküm de değişmez.
Buna mukabil Reşid Rıza ise, kadının unutkanlığını onun aklının noksanlığıyla
izaha çalışan kimseleri eleştirmekte, unutkanlığın asıl nedeninin fıtrî olmayıp kadının
ilgi alanına bağlı olduğunu ifade etmektedir: “Bazıları kadınların yanılmaya ve
unutmaya maruz kalmalarını onların dininin ve aklının noksanlığıyla illetlendirir.
Bazıları ise mizaçlarında var olan rasgele konuşmayla (rutûbet) illetlendirir. Üstaz
Đmam (Abduh) dedi ki: Bu konuda müfessirler konuştular onun sebebinin mizaç
olduğunu söylediler ve kadının mizacının ilgisizliği gerektirdiğini bunun da peşi sıra
unutmanın geldiğini söylediler ki bu gerçek değildir. Gerçek sebep, malî muâmeleler
ve bedelli akitler gibi hususlar, kadının iştigal ettiği şeyler değildir. Dolaysıyla bu
konularda kadının hafızası zayıftır; ama meşgûliyet alanı olan ev işlerinde durum
276 Ibnu’l Arabî, Ahkamu’l Kur’an, I, 235-236.
277 Beyzavî, Envaru’t- Tenzîl, I, 235.
278 Yazır, M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, II 261-262. Benzer izahlar için bkz., Ateş, Süleyman, Çağdaş Tefsir, I,
491; İbn Âşûr, M. Tahir, et- Tahrîr ve’t-Tenvîr, ed-Daru’t-Tunusiyye, Tunus trs. III, 109; Zuhaylî Vehbe, et-
Tefsîru’l-Münîr, Daru’l Fikri’l-Muâsır, 1. Baskı, Beyrut 1411/1991, III, 111.
82
böyle değildir, hatta ev işlerinde erkeğin hafızasından onun hafızası daha güçlüdür.
Yani erkek olsun kadın olsun önem verdiği ve çok meşgul olduğu işleri hatırlaması
insan yapısındandır. Bu durum asrımızdaki bazı yabancı kadınların malî işlerle
iştigaliyle çelişmez. Çünkü bu durum azdır, çok değildir. Umûmî hükümler ise ancak
eşyadaki çokluğa ve asla göre gerekçelendirilir.”279 Kadındaki unutma zaafiyetini
onun ilgi alanıyla açıklayan bu görüşe göre, kadın da ticarî işlerin içine girip bu
konularla ilgilendiği takdirde bu zafiyetin ortadan kaldırılması nedeniyle onun
şahitliği erkeğe denk sayılacaktır.
Tarihselci yöntemi benimseyen Müslüman düşünürlerin kadının şahitliğiyle
ilgili nassı, tarihsel arkaplan çerçevesinde yorumlayıp değerlendirmektedirler. Bu
düşünürler kadındaki unutma zafiyetinin yalnız ekonomik alanla ilgili ve kadının o
günkü şartlarda ekonomik hayatla direkt ilgilenmemesinden doğan geçici bir zafiyet
olduğu kanaatindedirler. “Bir erkek yerine iki kadının şahadeti neden? Şayet biri
unutursa diğer kadının ona hatırlatması için. Bu durum, peygamber döneminde
Arabistan’ın sosyolojik çerçevenin açık bir izahıdır ve mümkün olduğunca doğru
delil ortaya koymada ısrar anlamını taşır. Bu emrin uygulanması Müslüman’ın bugün
özellikle utanç duyacağı kadar çok zor mudur?”280 “Burada bir erkek yerine iki kadın
şahit tutulmasının nedeni, o günlerde bu tip alış-verişlerde kadınlar genel olarak şahit
tutulmaya alışkın olmadıkları için erkeklerden çok daha ‘unutkan’ olacakları kabul
edilmiştir. Kadının şahitliğinin erkeğinkinden daha az kıymetli sayılması, kadının
ticari işlerde hafızasının daha zayıf olmasına bağlandığı için kadılar bu konuda
alışkanlık kazanınca ki bu yanlış bir şey olmamakla beraber toplumun yararına
olduğu için, onları şahitliği de erkeklere denk sayılabilir.”281 Fazlur Rahman, Kur’an
nasslarının nüzûl dönemi sosyolojik yapısı içerisinde değerlendirmenin yeterli
olmayıp, aynı zamanda Kur’an’ın toplumsal değişimdeki hedeflerinin de dikkate
alınarak yorumlanması gerektiğini belirtir. “Kadınların ne kadar zihnî yetenekleri
gelişirse gelişsin, onların mahkemedeki şahadeti erkeğinkinden değersizdir demek,
Kur’an’ın toplumsal değişimdeki hedeflerine insafsız bir hakarettir. Bunun gibi diğer
hükümler de kıyaslanabilir.”282 Mehmet Aydın’ın da benzer argümanlarla kadının
şahitliğiyle ilgili ayeti yorumladığını görüyoruz. Aydın’a göre, Kur’an’ın geldiği
dönemlerde kadın iş ve ticaret hayatının dışında bulunuyordu. Dolaysıyla borçlanma
akdi gibi bir konuda, hakim önünde, çoğu teknik içerikli bilgileri değerlendirip
hukûkî açıdan hükme esas olacak şekilde ileri sürmekte zorluk çekecekti Đşte bu
279 Rıza, M. Reşit, Tefsiru’l-Menar, III, 124-125.
280 Fazlur Rahman, İslamî Çağdaşlaşma; Alanı, Metodu ve Altarnatifleri, s.318.
281 Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, s.103.
282 Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık, s.84.
83
sebeple, fertler arasındaki anlaşmazlıklarda şahitsiz kalınmaması için böyle bir
uygulamaya gidilmiştir.283
Salih Akdemir de kadının şahitliği meselesini aynı paralelde ele almaktadır.
Akdemir’e göre bir yerine iki kadının şahit istenmesinin sebebi, o zaman ki Arap
toplumunda kadının ticarî konulara pek aşina olmamasıdır. Nitekim “biri unutursa,
diğeri ona hatırlatsın” ifadesi bu hususu doğrulamaktadır. Akdemir’e göre
müfessirler ve hukukçular ilgili ayete dayanarak kadının şahitliği erkeğin şahitliğinin
yarısına eşit olduğu sonucuna varmakla yanılmışlardır. Âlimlerin yanılmasına,
şahitlikle ilgili ayetlere bütünsellikten uzak, parçacı yaklaşımları yol açmıştır. Ayrıca
ayetleri yorumlarken ayetlerin varmak istedikleri gayeleri de her zaman göz önünde
bulundurmak gerekir. Bu yapılmadan sadece ayetlerin zâhirî manaları dikkate
alınarak sağlıklı çözümlere ulaşmak mümkün değildir. Buharî’de geçen284 Kadınların
akıllarının ve dinlerinin eksik olduğunu ifade eden hadisin uydurma olduğunu
söyleyen Akdemir’e göre gerçekten de kadının şahitliği erkeğinkinin yarısına denk
olsaydı âyet-i kerimede “kadının şahitliği erkeğinkinin yarısına denktir” ifadesinin
yer alması gerekirdi. Oysa böyle bir şey söz konusu olmamıştır. Şahitlikle ilgili
ayetleri değerlendiren Akdemir, mülaane ayetini kadının şahitliğinin erkeğin
şahitliğine eşit olduğuna delil olarak ileri sürmektedir. Bu ayetlerde,285 kocanın eşine
zina isnad etmesi durumunda, kadının şahitliğini erkeğin şahitliğine eşit saymakta ve
dört defa şahitlik etmesi durumunda, kadından zina cezasının kaldırılacağını
bildirmektedir. Kadının, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa
Allah adına yemin ve şahitlik etmesi, zina cezasını ondan kaldırır. Akdemir’e göre,
ileri sürüldüğü şekliyle, eğer kadının şahitliği erkeğin şahitliğinin yarısına eşit
olsaydı, bu ayette kadının sekiz kere şahitlikte bulunması kendisine emredilecekti.
Ama böyle olmamıştır. Şu halde kadının şahitliği erkeğin şahitliğinin yarısına denk
olduğunu söylemek bizzat Kur’an’ı Kerim’e muhalefetten başka bir şey değildir ki
bu gibi davranışlardan kesinlikle kaçınmak gerekir.286
Kur’an’daki kadınla ilgili hükümleri tarihsel bulan ve bunlara tarihselci bir
tarzda yaklaşan Amine Vedûd, iki kadın şahit bulundurulması ayetinin lafzından
kadınların ikisinin de şahit olmadığının anlaşıldığını iddia eder. Amine Vedûd’a
göre, kadınlardan birinin görevi diğerine hatırlatmaktır, yani sadece teyit edici bir
283 Aydın, Mehmet, İslâm’ın Işığında Kadın, s.28.
284 Buharî, Hayz, 6; İbn Mâce, Fiten, 19.
285 Nûr, 24/6-9.
286 Akdemir, Salih, Tarih Boyunca ve Kur’an’ı Kerim’de Kadın, s.266-267.
84
rolü vardır. Đki kadın var olmasına rağmen her ikisinin de görevleri birbirinden
farklıdır.287
Kadının şahitliğinin erkeğin şahitliğinin yarısına eşit olmasının nedenleri
üzerinde duran Muhammed Đmara, bu konunun “şahitlik” ile “şahit tutmanın”
arasının karıştırılması sebebiyle doğduğunu kaydeder. Đmara’ya göre şahitlik,
hâkimin belgeyle adaleti ortaya çıkarmada kendisine dayandığı bir araçtır. Burada
hakim, şahitlerin cinsine ve sayısına bakmaksızın, onların söylediklerinin doğru
olduğuna kalbi mutmain olunca hükmünü verir. Ama Bakara sûresinde ayetin söz
konusu ettiği işhad=şahit tutma ise, hakim karşısındaki şahitlikten farklı bir şeydir.
Bu ayetteki şahit tutma, borçlunun borcunu belgelendirmek için müracaat ettiği bir
yoldur; yoksa hâkimin davalılar arasında hüküm vermek için kendisine dayandığı
mahkeme şahitliği değildir. Bu ayet hakime hitap etmez, her halükârdaki şahitlikle
ilgili değildir.288 M. Đmara bu düşüncelerini temellendirmek için Ibn Kayyım el-
Cevziyye’nin şu görüşlerine yer verir: Kur’an, bir erkekle iki kadının şahiliğini,
hâkimin kendileri ile hüküm verdiği hüküm yolu olarak zikretmedi. Daha doğrusu
Kur’an’ın zikrettiği şey, insanların mallarını koruma yolunda belgelerden sadece iki
çeşidini dikkatlere sunmaktadır. Bakara 282. ayetinde yer alan hakkı korumak için
yazılması, borçlunun kâtibe yazdırması, şahit bulundurulması vs. hususların hepsi
hakları muhafaza için insanlara yönelik bir nasihattır, irşattır. Hakların kendisiyle
korunduğu şey, farklı bir şeydir; hâkimin kendisiyle hüküm verdiği şey, farklı bir
şeydir. Hüküm verme yoları, bir erkekle iki kadından şahit olmalarını istemekten
daha çoktur. Çünkü hakim bazen yeminle bazen yeminsiz, bazen ayak izleriyle ve
daha başka yollarla hüküm verir. Kısaca bu ayet, hakkın kendisiyle korunduğu şey
olmaktan çok daha geniştir.289 M. Đmara şahitlikte itibarın bilgi, tecrübe ve adalete
olduğunu erkek veya kadın olmanın önemli olmadığını kadının yaratılıştan unutkan
olduğunun kabul edilmeyeceğini kaydeder. Mahmud Şeltut’un lian ayetinde erkekle
kadının şahitlikliklerinin eşitliğine yaptığı atfı da hatırlatan M. Đmara, eğer bilgi ve
tecrübe sahibi ise kadının şahitliğinin erkeğin şahitliğine eşit sayılabileceğini
belirtir.290
Hüseyin Atay ise, “unutma” iletinin erkek ve kadın tarafından paylaşılan ortak
bir nitelik olduğuna işaret etmektedir. Bu noktadan hareketle de şahitlik konusunu
“tekabüliyet ilkesi”ne göre yorumlamaktadır. Bu ilkeye göre, karşılıklı iki cinsten
287 Vedud- Muhsin, Amine, Kur’an ve Kadın, s.146. Benzer düşünceleri Hayri Kırbaşoğlu da ileri sürmektedir. Bkz.
Kırbaşoğlu, Hayri, Kadın Konusunda Kur’an’a Yöneltilen Başlıca Eleştiriler, İslamî Araştırmalar Dergisi, c.5, sa: 4,
Ekim 1991, s.276.
288 Imara, Muhammed, “Şehadetü’l Mer’e Nısfü Şehadeti’r-Racül,” Hakaiku’l İslâm fî Müvaceheti Şübühâti’l
Müşekkikîn, s.560-561.
289 Imara, Muhammed, a.g.m., s.564. naklen, Ibn Kayyım, et-Turuku’l Hükmiye fi’s- Siyâseti’ş- Şer’iyye, s.103-
104.
290 Imara, Muhammed, a.g.m.,s.570- 574.
85
birine yönelik olarak verilen hüküm, diğerini de kapsamaktadır. Meselâ kadınlara
yönelik hükümler, onların sahip oldukları tabiatları dolayısıyla değil de erkeklerle
ortak insanî yapılarından ileri geliyorsa, hüküm erkekleri de kapsamaktadır.
Dolayısıyla hüküm, unutkanlık üzerine bina edildiğine göre erkek de insan olarak
unutma niteliğine maruz kaldığından, unutkan olan iki erkek de bir erkeğe denk
olarak şahitlik yapabilir. Nitekim Kur’an’da erkek sigasıyla gelen namaz, oruç, gibi
hükümler de bu ilkeye göre kadınları da kapsamaktadır.291
M. Sait Şimşek de bu ayeti, Đslam Hukukunda “illetin ortadan kalkmasıyla
hüküm de ortadan kalkar” kuralı doğrultusunda yorumlamaktadır. Unutma illetinin
ayette zikredildiğini belirten Şimşek’e göre unutmanın üç sebebi bulunmaktadır.
Bunlar; hafıza zaafiyeti, ilgi duymama ve bir şeyi kasden unutmayı istemektir. Bu
sebeplerden hangisi nedeniyle kadının unuttuğu tespit edilebilir. Çünkü günümüzde
birtakım anket ve istatistiklerle insanların zeka ve kabiliyetleri ölçülebilmektedir. Bu
imkânlardan yararlanarak kadının unutkanlığının fıtrî mi, yoksa sosyal birtakım
sebeplerden mi kaynaklandığı, yahut da hangi alanlarda erkeğe nazaran daha unutkan
olduğu konular tespit edilebilir. Buna göre, şayet erkeğe nazaran bu unutkanlık
hayatın kimi alanlarıyla ilgiliyse, bu hüküm sadece o alanlarda geçerli olur. Fakat bu
unutkanlık, kadının sosyal hayata katılımıyla ortadan kalkıyorsa, bu takdirde hüküm
bu alana katılan kadınlar hakkında ortadan kalkar. 292 Hayreddin Karaman da aynı
parelelde görüşler ileri sürmekte, ilave olarak da çağımızda kadının değişmesinin,
fıtratın ona biçtiği kemal yönünde bir gelişme mi, yoksa bir geriye gidişmi
olduğunun sorgulanması gerektiğini belirtmektedir. Buna göre hükmün illeti
değişmişse ve bu değişme de ilmî ve Đslâmî değer ölçülerine göre bir gelişme
mahiyetinde ise ancak o zaman, ayetin öngördüğü hükmün de değişebileceğinden söz
edilebilir. Ayrıca Karaman, ilgili ayetteki şahitliğin şifahî şahitlik olduğunu bunun da
yazı ve imzanın yaygın olmadığı dönemler de başvurulan bir yöntem olduğunu
kaydeder. Karaman, şifahî şahitlikte kadının durumunun erkekten farklı olarak
ihtiyatı gerektirebileceğini, ama yazı ve imzalı şahitlikler de ise unutma ihtimali
ortadan kalkacağından ayetin bu tür şahitlikleri kapsamadığını zikreder.293
Ali Bulaç da fıkıh usûlünde ki makasıdu’ş-şeria bağlamında kadının şahitliği
konusunu ele allığı makalesinde meseleyi, birtakım istatistikler yardımıyla da
tartışmaktadır. Bulaç bu makalesinde illetin değişmesiyle hükmün de değişeceği
ilkesinden hareket ederek, bu hükmün kadının sosyal ve kültürel düzeyine göre
değişiklik gösterebileceğini ileri sürer. Bulaç’a göre kadının unutması fizyolojik,
zihinsel ve ruhsal yapıdan kaynaklanmayıp, kültürel ve antropolojiktir. Dolaysıyla
günümüzde bazı bölgelerde kadının eğitim düzeyinin yükselmesi nedeniyle ayetteki
291 Atay, Hüseyin, Kur’an’a Göre Araştırmalar I- III, s.26.
292 Şimşek, M. Sait, Günümüz Tefsir Problemleri, s.365- 366.
293 Karaman, Hayreddin, Kadının Şahitliği, s.288.
86
unutma illeti değişmiştir. Đşte bu bölgelere mahsus olmak üzere, kadının şahitliği
erkeğin şahitliğine eşit sayılabilir. Bununla beraber, illetin tekerrürünün hükmün
tekerrürünü gerektirdiğinden, bu hükmün yeniden devreye gireceğini ifade eder.294
Sonuç olarak bizde diyoruz ki ayetin metninde de yer aldığı gibi iki kadının
şahitliğinin bir erkeğe eşit sayılması ticarî konularla ilgilidir. Bu kadının ilgi
sahasının dışında bir konudur. Hz. Peygamber bir hadisinde bedevînin şehirliye
şahitliğinin geçerli olmadığını belirtir.295 Bedevînin şehirliye şahitliğinin geçerli
sayılmaması şehir hayatına yabancı olması ve hadiseleri yanlış algılaması ihtimali ile
ilgilidir. Kadınların doğrudan bilgi sahibi oldukları konularda onların şahitliklerinin
yeterli görülmesi, bir erkek yerine iki kadının şahitliğini istemenin ticarî tecrübe
azlığından kaynaklandığını doğrular niteliktedir. Ancak bu durum, dünyanın her
tarafındaki kadınların ticarî tecrübe kazandığı anlamına gelmez. Bu hükmün, illetinin
baki olup olmamasına göre değerlendirilmesi gerektiği düşüncesindeyiz. Günümüzde
hükmün her bölgede herkes için artık değiştiği söylenemez. Mesele bölge, bilgi ve
tecrübe bazında hatta fert fert ele alınabilir.
III- Cezalar
Kur’an’ı Kerim’deki inançla ilgili ayetlerin Mekke’de, hukuka dair olan
ayetlerin Medine’de indiği bilinen bir gerçektir. Zira inançları değişmemiş bir
toplumu onların kabul etmedikleri veya tamamen benimsemedikleri yeni bir dinin
hukûkî kurallarıyla sorumlu tutmak beraberinde önemli bazı problemler doğurabilir.
Bir başka açıdan, hukûkî kuralların uygulanması için bağımsız bir toplum ve bu
toplumu idare eden bir yöneticinin bulunması gerekir. Bu imkânlara Müslümanların
Medine’de kavuştuklarını görüyoruz. Đşte bu gibi sebeplerle hukûkî ayetler
Medine’de indirilmiştir.
Đnsanların yer yüzünde insanlığını unutup her türlü fesadı ve bozgunculuğu
işlediği dönemlerde yüce Allah, toplumu ıslah etmek için peygamberler
göndermiştir. Bu peygamberler, çevresindeki insanları tevhide çağırmış ve onlara
ahlakî telkinlerde bulunmuşlardır. Ancak, toplum düzenini korumak sadece ahlakî
telkinlerle gerçekleşmez. Toplum düzenini sağlamak için bazen zorunlu kurallara
ihtiyaç duyulur. Đşte hukuk kuralları bu zorunluluktan doğmuştur.296
Hukukun gözettiği en önemli gayelerden biri, toplum düzenini sağlamaktır.
Toplum düzeninin korunması da ancak ortaya çıkan kargaşa, fitne ve tecavüzlere
meydan vermemek, bunların yollarını kapatmak suretiyle olur. Bunun yolu ise,
hukûkun bu konuda kuralları belirlemesi ve icra makamının bunları uygulamasıyla
294 Bulaç, Ali, “Mekasidu’ş-Şeria Bağlamında Kadının Şahitliği Konusu,” İslami Araştırmalar Dergisi c.5, sa.: 4 Ekim
1991, s.309.
295 Ebû Davûd, Akziye, 17; Ibn Mâce, Ahkâm, 30.
296 Şimşek, M. Said. Kur’an’ın Ana Konuları, s.287.
87
gerçekleşir. Aksi takdirde, insanlar kötülüğü ortadan kaldırmak için hep şer yollarını
seçerler ki böylece şer giderek artar.297
Đslâm hukûkunda cezaî müeyyideler çeşitli açılardan ayırımlara tabi tutulur.
Bunlardan en çok bilinen ayrım, had, kısas-diyet ve ta’zir şeklinde olanıdır. Bu
tasnifin bir başka görünümü de cezaların, Şari’ tarafından belirlenenler ve kulların
(yetkili mercilerin) takdirine bırakılanlar şeklinde ikiye ayrılıp, birinci kısmın da
kendi arasında had-kısas şeklinde tekrar ikiye ayrılarak yapılan şeklidir.298 Had
denilen cezalardan Kur’an’da dört tanesinin zikredildiğini görüyoruz:
1. Zina edene 100 sopa (celde) vurulması
2. Đffetli bir kadına zina iftirasında bulunan kişiye seksen sopa vurulması ve
ayrıca şahitliğinin kabul edilmemesi,299
3. Silahlı gasp, yol kesme ve eşkiyalık gibi suçları işleyenlerin öldürülmesi,
asılması, el ve ayaklarının çapraz kesilmesi veya sürgün edilmesi,300
4. Hırsızın elinin kesilmesi.301
Görüldüğü gibi Kur’an ceza hukukuna dair son derece az hüküm koyarak, bu
alanda insanlara geniş bir hareket imkânı bırakmıştır. Biz burada bu cezaların hepsini
ele almayıp tarihselcilik tartışmalarında sıkça gündeme gelen bedenî cezalardan
sadece el kesme cezası üzerinde durmak istiyoruz.302
El Kesme Cezası
Konuyla ilgili ayetlerde şöyle denilmiştir: “Hırsızlık eden erkek ve kadının,
yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah’tan (başkalarına) bir ibret olmak üzere ellerini
kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir. Kim bu haksız davranışından sonra tevbe eder
ve durumunu düzeltirse şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Allah çok
bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”303 Ayet son derece açık olup herhangi harici bir desteğe
ihtiyaç duyulmaksızın anlaşılacak niteliktedir. Burada hırsızlık yapan ister erkek,
isterse kadın olsun bu eylemin karşılığı Allah’tan ibret verici bir ceza olarak ellerinin
kesilmesidir.
Kur’an’ın gayeleri ve Hz. Peygamber’in görev yaptığı sosyolojik çevrenin
dikkate alınarak ayetlerin anlaşılması ve yorumlanması gerektiğini belirten Fazlur
297 Ibn Âşûr, M. Tahir, Makasıdu’ş-Şeriati’l İslâmiyye, s.205.
298 Bardakoğlu, Ali, “Had”, DİA, İstanbul 1996, XIV, 547-548.
299 Nu^r, 24/4.
300 Mâide, 5/33-34.
301 Mâide, 5/38.
302 Bursa’da yapılan bir ilmî toplantıda Kur’an’daki bedenî cezaların tarihselliği konusunda oldukça yoğun
tartışmaların yapıldığını görüyoruz. Daha sonra bu tebliğler kitap olarak yayımlanmıştır. Bkz. Kur’an’ı Nasıl
Anlamalıyız? Tartışmalı İlmî Toplantı, Rağbet Yayınları, İstanbul 2002, s.108-140.
303 Mâide, 5/38.
88
Rahman, hırsızlık cezası ile ilgili ayete de aynı şekilde yaklaşılmasını ister. Fazlur
Rahman’a göre, klasik hukukçular hadlere son derece cömert bir şekilde “şüphenin
faydası” ilkesini uygulayarak ve hırsızlığın tarifini çok daraltarak bir “çıkış yolu”
bulmaya çalıştılar. Hakikatte bu, suçlu olan kişilerin cezalandırılmadıkları anlamına
geliyordu. Çünkü onların görüşüne göre diğer hiçbir ceza “hadd” cezasının yerine
getirilemezdi. Hemen hemen hiç uygulanmayan bir kanun (hele hele ilahî bir kanun)
varken bu ortamın meydana getirdiği ahlakî kötülük bariz olarak ortadadır. 304 Fazlur
Rahman’ın bu ifadelerinden, farklı gerekçeler bulmak suretiyle hemen hemen hiç
uygulanmayan el kesme cezası yerine, bir başka cezanın benimsenmesi gerektiği ve
böylece kanûnî boşluğun yarattığı ahlâkî bozuklukların da ortadan kalkacağı neticesi
çıkmaktadır. Fazlur Rahman’ın şüphelerle hadlerin düşürüldüğü yönündeki klasik
hukukçulara yönelttiği eleştiri abartılı ve doğru değildir.
El kesme cezasıyla ilgili düşüncelerini daha açıkça dile getiren bir düşünür de
Hasan Hanefî’dir. Hanefî’ye göre bazı insanların zihninde Đslâm, bedenî cezalar
sebebiyle, insan haklarıyla en az uzlaşan, tabiatın zıddı bir din olarak görülmektedir.
Bir anlık zaafın sonucu olan hırsızlığın, el kesme cezasıyla cezalandırılmasının kalıcı
bir sakatlığa sebebiyet verdiğini, halbukî bedene sahip olmanın tabiî bir insan hakkı
olduğunu söyleyerek, eli kesilmiş bir kişinin toplumdaki konumu ve onurunu nasıl
kazanacağı, tekrar eliyle iş görebilecek hale nasıl gelebileceğini sorgulayarak metne
rağmen bu cezanın uygulanmaması gerektiğini ileri sürer.305
El kesme cezasını ayetin metnindeki illete göre değil de Kur’an’ın nüzûl
dönemi tarihî sosyal ve kültürel şartlarıyla gerekçelendiren M. Abîd el-Câbiri’ de
konuyla ilgili şu görüşleri ileri sürer:“Birincisi hırsızın elinin kesilmesi, Arap
Yarımadasında Đslâm’ dan önce de uygulanan bir ceza şekliydi. Đkincisi, el kesme
cezası, develeri ve çadırlarıyla bir yerden diğerine göç eden bedevî bir toplumda
uygulanmıştır ve böyle bir toplumda hırsızın ‘hapis’ cezasına çaptırılması mümkün
değildi. Zira o zaman, ne hapishane, ne duvar, ne mahkumların kaçmasını önleyecek
otorite, ne de onların iaşe ve ibatesini sağlayacak bir teşkilat vardı. Öyleyse, yegâne
çözüm yolu bedensel ceza olmaktadır. Böylesi bir toplumda hırsızlığın çoğalması,
kaçınılmaz bir biçimde o toplumun varlığının yok olmasına sebep olacaktır. Çünkü o
zaman, ne sınırlar, ne duvarlar, ne de servetin korunduğu güvenli yerler vardı.
Dolayısıyla, şu iki hedefi amaçlayan bedenî ceza, zorunlu olarak kendisini ortaya
koymaktadır. Tekrar çalma imkânını nihaî olarak ortadan kaldırmak ve insanların
kolayca hırsızları tanıyacakları bir alameti kişide sürekli olarak bulundurmak.
Kuşkusuz, elin kesilmesi de, bu iki amacı birlikte gerçekleştirir. Netice itibarıyla,
304 Fazlur Rahman, İslâmî Çağdaşlaşma; Alanı, Metodu ve Altarnatifleri, s.318-319.
305 Hanefî, Hasan, Soruşturma, İslâmiyat, c.1., sa: 4 , Ekim-Aralık 1998, s.287-288.
89
çölde bedevî yaşayan göçebe bir toplumda hırsızın elinin kesilmesi anlamlı ve makul
bir tedbirdir.”306
Yine günümüzde bazı Müslümanlar “elin kesilmesi” ifadesine lafzî değil
mecazî bir anlam yükleyerek bununla kastedilenin hırsızlığa uzanan ele engel olmak,
hırsızlığın önünü almak olduğunu iddia etmektedirler. El kesme cezasıyla ilgili ileri
sürülen bu iddiaların tartışmasına geçebiliriz.
Daha önce de belirttiğimiz gibi hırsızlık yapan kimseye el kesme cezasını
öngören ayet, muhkem olup, kelime bilgisiyle de anlaşılabilecek kadar açıktır.
Ancak, ayette, asgari olarak hangi miktarda çalan kimsenin elinin kesileceği, çalınan
malın hangi niteliklere sahip olması gerektiği, çalan kimsenin hangi nedenlerle bu
eylemi gerçekleştirdiği ve her hırsızlık yapana el kesme cezasının uygulanıp
uygulanamayacağı ve diğer hususlar açıkça belirtilmemiştir. Bu hususların bir kısmı
Kur’an’ın açıklaması durumunda olan hadislerle, diğer bir kısmı da bu hadisleri de
dikkate alarak âlimlerin yaptıkları içtihadlarla açıklığa kavuşturulmuştur. Dolaysıyla
biz bu ayetin anlaşılması için mutlaka tarihsel ve sosyal bağlam içinde
değerlendirilmesinin gerekli olmadığı kanaatindeyiz.
El kesme cezasının Đslam’dan önce de bilinen ve uygulanan bir ceza olduğu
hususuna gelince, bu bilgi kaynaklarımız tarafından da doğrulanmaktadır. Ibn Kesir,
cahiliye döneminde ilk el kesme cezasını, Kureyş kabilesinin uyguladığını; Huza’a
kolundan Muleyh b. Amr oğullarının mevlası Duveyk’in Kabenin hazinesini
soyduğu için elinin kesildiğini nakleder.307 Şah Veliyullah Dihlevî de bu cezanın
daha gerilere dayandığını belirterek, önceki şeriatlarda da bulunduğunu şöyle dile
getirir: “Bizden önceki şeriatlarda, öldürme suçuna kısas, zinaya recm, hırsızlığa ise
el kesme hükmü bulunuyordu. Bu üç ceza üzerinde, bütün semavî şeriatlar
müştereklik arz ediyor, peygamberlerin büyük çoğunluğu bunlar üzerinde icma
halinde bulunuyordu. Böyle bir hükmün terk edilmemesi ve ona dört elle sarılınması
gerekir.”308 Bu bilgilerden el kesme cezasının cahiliye döneminde olmakla beraber
daha eskilere dayanan bir uygulama olduğunu, Kur’an’ın da bunu aynen
benimsediğini görüyoruz. Kadim şeriatlarda da el kesme cezasının var olmas, bu
cezayı mahallilikten çıkararak adeta ona evrensel bir boyut katmaktadır.
Kur’an’da var olan kısasın da cahiliye devrinde mevcut bir uygulama olduğunu
kaynaklar bize haber vermektedir. Meselâ, Hz. Peygamber’in amcası Ebû Talip,
Hâşimoğullarına mensup bir çobanı hatâen öldüren katile, diyet olarak yüz deve
ödemediği, yahut maktulü kendisinin öldürmediğine dair kendi kabilesinden elli
306 El-Cabirî, M.Âbid, Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma, s.59.
307 Ibn Kesir, Tefsir, II, 52.
308 Dihlevî, Şah Veliyullah, Huccetullahi’l-Baliga, çev: Mehmet Erdoğan, Yeni Şafak, İstanbul 2003, II, 403-404.
90
kişiye yemin ettirmediği takdirde, kısas yapılarak öldürüleceğini söylemiştir.309
Ancak Kur’an, kısası bir cahiliye örfü olarak aynen almayıp bazı düzenlemelerle
kabul etmiştir. Meselâ cahiliye döneminde maktülün velisi güçsüz ise, kısas cezası
uygulanmayıp diyet almak zorunda bırakılıyordu. Fakat Đslâm, diyet uygulamasını
maktülün velisinin rızasına bırakmıştır.310
Yine cahiliye döneminde hataen
öldürmelerde de kısas tatbik edilebiliyordu.311 Ancak Kur’an, hataen öldürme
durumunda kısas uygulamasına izin vermeyerek diyet uygulamasını getirmiştir.312
Çünkü Kur’an’a göre kısasın mümkün olabilmesi için cinayette kasıt şarttır.313
Ayrıca Đslam, suçun şahsîliği prensibini de getirerek cahiliye döneminde rastlanılan
suçlunun yakınlarını öldürme ve yaralama adetlerini de ortadan kaldırmıştır.314
Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki Đslam, el kesme cezası gibi cahiliye
dönemine ait bazı uygulamaları aynen benimserken, kısas örneğinde olduğu gibi
bazılarını da değişiklikler yaparak ve amacına uygun hale getirerek onları
kabullenmiştir.
El kesme cezasının develeri ve çadırlarıyla bir yerden diğer yere göç eden
bedevî bir toplumda uygulandığı ve böyle bir toplumda hırsızın hapis cezasına
çarptırılmasının mümkün olmadığı iddialarına gelince; her şeyden önce bu iddialar
tarihi gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Çünkü Kur’an’ın ilk muhatapları olan Mekke
ve Medine halkının büyük çoğunluğu şehir hayatı yaşamaktadır. Yani ilk
muhataplardan bedevî bir hayat yaşayan insanlar oldukça sınırlı sayıdadır. Ayrıca
Medine’de bir şehir devleti oluştuğu ve bunun yöneticisinin de Hz. Peygamber
olduğunu görüyoruz. Eğer hırsızlık suçuna verilebilecek en uygun ceza hapis olsaydı
bunun Hz. Peygamber döneminde tatbik edilmemesinin makul bir gerekçesi
bulunmamaktadır. Tam aksine, bu konudaki rivayetler Hz. Peygamberin hapis
cezasını uyguladığı yöndedir.315 Metin Hülagu “Đslâm Hukukunda Hapis Cezası”
adıyla hazırladığı tezinde, kaynaklarını zikrederek, Hz. Peygamber’in bir cinayet
suçlusu olan Sümame b. Üsâle’yi mescidin duvarına bağlattığını zikreder. Tay
kabilesinden Hatem’in kızı Sûfine, mescitte kadınlara mahsus bir odaya
hapsedilmiştir. Yine Benî Kurayza Yahudilerinden esir aldıkları kimseleri Haris’in
kızının evine hapsetmiştir.316 Ancak burada şu duruma işaret edelim ki Hz.
Peygamber dönemindeki hapis cezası, uzun süreli olmadığı gibi, bugünkü anlamıyla
309 Buharî, Menâkıb, 26.
310 Bakara, 2/178.
311 Buharî, Menakıb, 26.
312 Nisa, 4/92.
313 Nisa, 4/92.
314 En’am, 6/164; Fatır, 35/18; İsra, 17/18.
315 Ebû Davud, Akdiye, 29; Tirmizi, Diyât, 20; Nesa’î, Sârık, 2.
316 Hülagu Metin, İslâm Hukukunda Hapis Cezası, Rey yayıncılık, Kayseri 1996, s.16.
91
muhkem binalardan yapılmış bir hapishane de mevcut değildi. Hapis kısa süreli
olmuş ve o günün şartlarında mescit ve evler hapishane olarak kullanılmıştır.
Hümanistik duygularla Kur’an’daki bedeni cezalardan dolayı Đslâm’ın, insan
haklarıyla uzlaşmayan bir din olduğu yönündeki düşünceler ise, kanaatimizce
Đslâm’a ve Đslam toplumuna bir bütün olarak bakmamaktan kaynaklanmaktadır.
Đslam’ın ya hiç uygulanmadığı veya kısmen uygulandığı toplumları nazarı itibara
alarak, buralarda böyle bir cezanın uygulanmasının mahzurlu yanlarını görmek
suretiyle, bu Kur’anî hükmün değiştirilmesini talep etmenin doğru olmadığı
düşüncesindeyiz. Çünkü Đslâmî sistem, birbirini tamamlayan bir bütündür.
Dolaysıyla tikel hükümler, bu tümel sistem içerisinde ele alınıp değerlendirilirse
ancak tam manasıyla anlaşılabilir. Aynı şekilde bu tikel hükümlerin genel sistem
içerisinden çekip alınarak uygulanması da doğru değildir. Kısaca her şey kendi
sistemi ve bütünlüğü içerisinde değerlendirilmelidir.317
Đslâm her insanın yaşam hakkını ve bu yaşam hakkını gerçekleştirecek
vesileleri de korumayı ister. Eğer kişi yaşamını idame ettirmek için çalışıp gerekli
nafakayı kazanamıyorsa, Müslüman toplum ona yardım eder. Bu gibi kimselerin
Müslümanların beytül malinden belirli bir pay alma hakları doğar. Ayrıca Đslâm,
ferdî mülkiyeti sadece helal kazançla caiz görür. Malın, piyango, kumar ve diğer
meşru olmayan yollardan kazanılmasını yasaklar. Emeğe de çok büyük önem verir.
Zenginin fakiri gözetip kollaması sayesinde zengin ile fakir arasında bağlar kurulur
ve fakirlerin zenginlerin mallarında gözleri olmadığı gibi, onlara karşı kin de
duymazlar. Ayrıca Đslam namaz ve diğer vesilelerle sürekli toplumu eğitime tabi
tutar. Buna rağmen bir insan şiddetli bir ihtiyacı olmadığı halde, herhangi bir emek
harcamadan zengin olmak arzusuyla çalıyorsa buna verilecek cezanın ağır olması
oldukça yerindedir.318 Hırsızın elini kesmek, toplumun tedavisi için son çaredir.
Daha önce hırsızlığı doğuran sebepleri ortadan kaldırmak gerekir. Hırsızlığa itecek
sebep yok iken bir kimse hırsızlık yapıyorsa, işte onun eli kesilir.319
El kesme cezasıyla ilgili hükmü doğru bir şekilde anlamak için ilgili ayetin
bilimsel açıdan iyi tahlil edilmesi gerekir kanaatindeyiz. Müfessir Ebus-suud
“ellerini kesiniz” hükmünün illetinin “yaptıklarına bir karşılık olsun” ifadesi
olduğunu; “yaptıklarına karşılık” ifadesinin illetinin de “Allah’tan ibret olarak bir
ceza/nekâlen minallah” ifadesi olduğunu kaydeder. 320 Yani, el kesme hükmünün
gerekçesinin insanların yaptıklarının karşılığı olan bir ceza, böyle bir cezanın
verilmesi de Allah’tan ibret verici ve caydırıcı bir ceza olması nedeniyledir. “Nekal”
kelimesi üzerinde duran Ibn Âşûr, bu kelimenin “diğer insanları benzer işi
317 Cum’a, Ali, “Haddü’s-Sirka”, Hâkâiku’l İslâm fî Müvaceheti Şübühati’l Müşekkikîn, s.544.
318 Cum’a, Ali, a.g.e., s.544-545; Şimşek, M. Sait, Ana Konularıyla Kur’an, s.304.
319 Ateş, Süleyman, Çağdaş Tefsir, II, 527.
320 Ebussuûd, Tefsir, III, 35.
92
yapmaktan alıkoyan şiddetli bir ceza anlamına” geldiğini ifade eder.321 Bu ifadede
dikkati çeken bir diğer husus “minallah” beyanıdır. Burada açıkça bu ibret verici
cezanın Allah tarafından konduğu, ve bu konuda insanların herhangi bir belirleme
yetkisinin olmadığı belirtilmektedir. Đslâm hukukçuları, kanun koyucu devlet
başkanına, had cezalarını azaltıp çoğaltma, başka bir ceza türüne çevirme yönünde
esasa müteallik bir takdir ve tasarruf hakkı tanınmayacağı konusunda görüş birliği
içindedir.322
Đnsanlar tarih boyunca neyin suç olup olmadığını gayet iyi bilmişlerdir. Ancak
onlar suça verilecek ceza konusunda ihtilaf etmişlerdir. Đşte ilahî vahiyler insanlara
bu konuda yardımcı olmaktadır. Yüce Allah eğer el kesme cezasının her zaman her
mekânda uygulanmamasını dileseydi “hırsızlık yapan erkek ve kadına uygun bir ceza
verin” şeklinde bir ifade gönderirdi. Ama ilahi vahiy böyle dememiştir.
Đslâm Hukukunda suçlar sübût bulunca cezanın infazı bireylere bırakılmamış,
bunların yetkili mercilerce uygulanması talep edilmiştir. Bu sebeple Ibn Âşûr, “eli
kesiniz” emrinin yöneticilere yönelik olup, mü’min bireylere ait olmadığını
kaydeder. 323 Râzî de bu konuda şu izahları yapar: “Allah (c. c. ) ayette hırsız ve zânî
olanlara, cezanın uygulanmasını farz kılmıştır. Şer’î cezaların suçlulara uygulanması,
tek tek fertlere farz olmadığından bunları ancak devlet başkanı uygular. Dolaysıyla
bütün müminlerin bir imamının bulunması onlar üzerine bir vecibedir.”324
Ellerini kesiniz ifadesi hakiki anlamda olmayıp mecazî olduğu şeklindeki iddia
ise tarihen sabit olan uygulamalara tezat teşkil etmektedir. Kaynaklarda Hz.
Peygamber’in hırsızlık yapanlara bu cezayı tatbik ettiğine dair bilgiler yer
almaktadır. 325 Kur’an’ı Kerim ilk defa bize nazil oluyor değildir. Đlk defa Hz.
Peygamber’e ve onun ashabına hitap etmiştir. Onlar da bu hitaba kulak vermişler,
onu anlamışlar ve hayatlarına da tatbik etmişlerdir. Dolaysıyla tarihteki mevcut
uygulamalar bu ifadenin mecazi anlamıyla anlaşılmasına olanak tanımamaktadır.
Hırsızlık suçuna karşı Kur’an’ın vadettiği el kesme cezası, diğer bazı suçlarda
olduğu gibi326 alternatifleri olmayan bir ceza olup,327 Đslâm’ın bir bütün olarak
uygulandığı Müslüman toplumlarda her zaman uygulanabilecek bir yapıdadır. Bir
taraftan mesken masûniyetini, bir taraftan mülkiyet hakkını, diğer taraftan ise kamu
321 Ibn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, VI, 192.
322 Bardakoğlu, Ali, “Had” DİA, XIV, 548.
323 Ibn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, VI, 190.
324 Râzî, Fahruddin, et-Tefsiru’l-Kebîr, IV, 356.
325 Buhârî, Hudûd, 11-12; Megazî, 53; Müslim, Hudûd, 8-9; Ebû Davûd, 4,9,21; Tirmizî, Hudûd, 6,20; Nesâî,
Kitabü’s Sârik, 15,16; Ibn Mâce, Hudûd, 24,29.
326 Mesela hırabe (terör) suçunda öldürme, asılma, el ve ayakları çaprazlama kesme veya sürgün edilme
alternatifleri sayılmıştır. Bkz. Mâide, 5/33.
327 Ibn Âşûr, et-Tahrir ve’t-Tenvir, VI, 192.
93
güvenliğini tehdit eden hırsızlık gibi toplumların kangren olmuş yarasını iyileştirecek
herhangi bir başka ceza formülünün bulunabileceğini ve bunun Kur’an’ın getirdiği
sert ama gerekli tedbirin yerini tutabileceğini düşünmüyoruz.
SONUÇ
Tarihselcilik düşüncesinin kökenleri batıda oldukça gerilere dayanmaktadır.
Đlkçağ düşüncesinde mitolojiler önemli bir yer tuttuğu için önceleri tarihin öznesi
olarak tanrılar görülmüş, doğa araştırmalarında aklın etkinliği ve insanın ön plana
çıkmasıyla bu süreçte de tarihin öznesi olarak insan görülmüştür. Dolayısıyla
Đlkçağ’da tarihin yönü döngüseldir.
Ortaçağ’da düşüncenin merkezinde din vardı. Bu çağda Yahudilik ve
Hıristiyanlığın getirmiş olduğu zaman anlayışları çizgisel tarih anlayışının
yerleşmesine neden oldu. Tabiatıyla bu iki dine göre doğayı ve doğadaki olayları
yaratan Tanrı olduğu için, doğa alanındaki yasalar ile tarih alanındaki yasalar
arasında bir fark görülmemiştir. Dolayısıyla Batı düşüncesinde Ortaçağ’da tarihin
öznesi olarak Tanrı görülmekteydi. Tarihselcilik, Batı düşüncesinde tarihin mahiyeti,
öznesi, yönü ve nasıl anlaşılıp değerlendirileceğine dair yapılan uzun tartışmalar
neticesinde ortaya çıkmıştır.
Reform sonrasında Hıristiyan teologlar, Kitab-ı Mukaddes’e yaklaşımlarında
tarihselci-tenkitçi yönteme başvurmuşlardır. Bu dönemde Kutsal Kitab’ın literal
anlamda sürekli onaylanan bir anlayıştan uzaklaşılarak, tarihsel-nesnel bir şekilde
anlaşılması teşebbüsleri doğdu. Yine Protestan teologlar Kutsal Kitab’ı yorumlama
işinin belli bazı doktrinleri doğrulama aracı olmaktan çıkartılarak, metnin tenkitçi bir
gözle okunması gerektiğini ifade ettiler. Denilebilir ki önceki döneme bir reaksiyon
olarak kutsal metinlerin literal anlamını tenkit eden ve onu aşan bir anlayışla bu
metinlerin okunması şeklinde bir anlayış bu döneme hakim oldu. Ayrıca tekrar
bireyin ön plana çıkması sebebiyle tarih yapıcı olarak insan görüldü.
Her konuda akla öncülük tanıyan, bilgi yönleri olarak da gözlem ve deneyi esas
alan Aydınlanma dönemi, hayatın her alanında dinî bir dünya görüşünden insan
yapısı ve seküler bir dünya görüşüne geçiş anlamına gelmektedir. Aydınlanmanın
ortaya koyduğu bu dünya görüşüne göre insan, her zaman her yerde aynı varlıktır.
Ayrıca insan aklı da her yerde ve devirde aynıdır. Đnsan aklı ve insanlığın manevi
yapısının her yerde bir ve aynı olduğu düşüncesinden hareketle, bilimin de genel
geçerliliğe sahip olması gerektiği düşünüldü. Đşte bu aydınlanma dönemi aklının
ortaya koyduğu evrenselci anlayışa ve genel geçerliliğe bir tepki olarak tarihselci
yöntem doğdu.
Aydınlanma dönemi aklının ve pozitivist düşüncenin ortaya koyduğu
evrensellik anlayışı mekânik bir evrenselliktir. Oysa bizim Kur’an’ın evrenselliğiyle
kastettiğimiz husus, bu tarz bir evrensellik değildir. Kanaatimizce Kur’an’ın
94
evrenselliği, ona muhatap olan insanların “insan olma” ortak paydasındaki nitelikleri
çerçevesinde ele alınmalıdır. Đnsanlık tarihine bakıldığında onun temel güdülerinde,
Örneğin; hayata olan sevgisi, karşı cinse olan eğilimi, mal ve mülke olan arzularında
değişen bir şey yoktur. Günümüzde yaşanan katliamlar ve kan dökmeler nefsinin
kötülüklerine mağlup olan insan doğasının hala değişmediğinin açık kanıtıdır.
Kur’an’ın evrenselliğini, onun getirdiği iman esaslarının, hukuk ve ahlak ilkelerinin
insan fizyolojisi ve psikolojisine uygunluğu ile onun ahkâmının beşerî farklılıkları,
zarûrî ve istisnaî durumları gözeterek her yerde ve herkes için geçerli olacağı
anlamında ele almak gerekmektedir. Ayrıca Kur’an’ın tüm insan farklılıklarının
üstünde “fıtrata” hitap etmesi onun evrenselliğini gösterir.
Kur’an’ın tarihsel bir metin olduğu şeklindeki tartışmalar, ilk defa 19. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren Hint Alt Kıtasındaki klasik Đslâm modernistleri tarafından
başlatılmıştır. Bu düşünce daha sonra aralarında farklılıklar bulunmakla beraber
Fazlur Rahman, Hasan Hanefî, Muhammed Arkoun ve Nasr Hâmid Ebû Zeyd
tarafından günümüze kadar taşınmıştır.
Tarihselci Müslüman düşünürlerin önemli ortak yanlarından biri, Đslâm kültür
ve geleneğini kıyasıya eleştirmeleridir. Mesela Fazlur Rahman ve Muhammed
Arkoun’da bu durum açıkça görülmektedir. Elbette gelenek içerisinde eleştirilecek
yönler bulunmaktadır. Ancak bu eleştiriler bunlarda bazen-örneğin Muhammed
Arkoun’da olduğu gibi- Đslâm’ın temel kaynağı olan Kur’an’ın özüne kadar
varabilmektedir. Bu durum elbette tasvip edilemez.
Tarihselci aydınların bir başka ortak yönü, Kur’an’ın literal olarak okunmasına
karşı çıkmalarıdır. Mesela Fazlur Rahman, Kur’an ahkâmının lafız olarak aynen
alınıp günümüze taşınması yerine, onların arkasındaki ilkelerin ve temel gayelerin
alınarak günümüz problemlerine çözüm bulunması gerektiği konusu üzerinde
özellikle durur. Bunun için herhangi bir tarihsel bağlama yerleştirmeksizin kelime
bilgisiyle anlaşılabilecek olan muhkem ayetleri bile tarihsel bağlama yerleştirerek
aşırı te’vilci bir tarzla yorumlama cihetine gider. Yine Muhammed Arkoun Kur’an
metninin ilahî yönünün öne çıkarılarak literal tarzda okunmasının terk edilmesi
gerektiğini ve ondaki beşerî yöne vurgu yaparak antropolojik okumanın ısrarla
üzerinde durur.
Kur’an’ı Kerim’in iki yönü olduğu belirtilmektedir. Bunlardan birincisi ilahî;
ikicisi ise beşerî yöndür. Kaynak itibarıyla Kur’an ilahî bir hüviyete sahip iken,
beşere ait bir iletişim vasıtası olan dili kullanması, bir kısım ayetlerinin belli bazı
beşerî sebepler ve olaylar üzerine inmesi (esbab-ı nüzûl), nazil olduğu coğrafî ve
soyso-kültürel koşulları dikkate alması (Mekkî-Medenî) onun beşerî yönünü
oluşturmaktadır. Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanmasında klasik âlimlerin de farklı
bir seviyede önem verdiği bu beşere ait yön, tarihselcilik tartışmalarında önemli
argümanlar olarak görülmektedir.
95
Dil açısından meseleye bakıldığı zaman her şeyden önce Kur’an’ın,
gönderildiği toplumun kullandığı ve anladığı dil olan Arapçayla nazil olduğunda bir
kuşku yoktur. Allah’ın vahyini/mesajını ilk muhataplar tarafından bilinmeyen bir
dille göndermesi de düşünülemez. Yüce Allah’ın her topluma kendi diliyle hitap
etmesi sünnetullah gereğidir. Allah enfüsî ve âfâkı deliller/ayetler yanında sözel
ayetlerle de kendi varlığını ve insanın var oluş gayesini hatırlatırken elbetteki beşere
kendi dilini kullanmıştır. Allah’ın vahiy için belirli bir dili kullanması, o dilin, vahyin
içeriğine “belirleyici” ve “sınırlayıcı” tarzda bir müdahalede bulunduğu anlamına
gelmez. Aksi takdirde vahyin zamandan ve mekândan münezzeh mutlak ilim sahibi
Allah’tan olmasının bir kıymeti kalmayacağı gibi, insanların vahye ihtiyaçlarının
olmayacağı bir sonucu da çıkar. Ayrıca vahyin beşerin dilini kullanması yanında,
ondaki kelimelerin seçilişi, bir yandan farklı seviyelere hitap edebilecek kadar kolay
ama aynı zamanda bir o kadar anlam derinliği olan bir anlatıma sahip olması
bakımından muciz bir kelam olduğu gerçeği de gözden uzak tutulmamalıdır.
Kur’an’ın bir kısım ayetlerinin hususî bazı olay ve sorular nedeniyle nazil
olması, o olay veya soruların olmaması halinde bu ayetlerin inmeyeceği anlamına da
gelmez. Determinist bir bilim anlayışıyla o hadiselerin veya soruların ayetlerin
inmesini zorunlu kıldığı şeklindeki düşünce kanaatimizce bir yanılgıdır. Zira Kur’an
ayetlerinin büyük bir kısmının özel bir sebep olmadan nazil olması, bizim bu tezimizi
güçlendirdiği gibi, hangi hadise veya soruya vahyin yanıt vereceğinin ilahî iradeyle
belirlenmesi, vahyin zuhûrunda Allah’ın belirleyici role sahip olduğunun açık
kanıtıdır. Nüzûl dönemindeki bazı hadiseler veya sorular ayetlerin iniş vesilesi olarak
görülebilir; ama bunlar ayetlerin varlık sebebi (sebeb-i vücûd) değildir.
Elbetteki hiç bir vahiy zamanın ve mekânın dışında vücud bulmamıştır. Bu
ilke gereği vahiy zincirinin son halkası olan Kur’an da, belirli bir tarihte (m.610-632)
belirli bir mekânda (Mekke-Medine) varlık sahnesindeki yerini almıştır. Kur’an’ın
nazil olduğu coğrafî ve soyso-kültürel koşulları dikkate alması, onun Allah’ın muradı
dışında ve tamamen şartların güdümü doğrultusunda indiği anlamına elbette gelmez.
Bir şeyin toplum, coğrafya ve tarihle bağlantısı olmasıyla ona idirgenmesi farklı bir
şeydir. Dolayısıyla, nüzûl döneminin coğrafî ve kültürel koşulları, Kur’an metninin
nüzûlünde belirleyici ve etkileyici değil, sadece sebep olucu bir fonksiyona sahiptir.
Tarihselcilik tartışmalarında dile getirilen ayetlerin zahirine değil, maksadına
ve gerçekleştirmek istedikleri maslahata bakma düşüncesi son derece hassas bir
konudur. Makâsıd konusuna özel bir önem veren Şâtıbî’ye atıflar yapılarak tarihselci
yönelişe dayanak aranmaktadır. Şâtıbî’nin Kur’an’ı ilk muhatapların anlayışı
doğrultusunda anlama tezi ile tarihselci yaklaşım arasında kısmî bir benzeşme
görülse de, o hiçbir zaman ahkâmın değişmesini talep etmemiştir. Şâtıbî’nin üzerinde
durduğu husus, ilk muhatapların bilmediği çeşitli ilimlerle Kur’an’ı yorumlama
teşebbüslerine karşı çıkıştır. Bir başka deyişle Şâtıbî’nin yaptığı şey, bir ifadeye onun
96
sahip olmadığı anlamları yükleyerek veya Arap dil kurallarıyla ilişkisi olmayan
anlamlara kelimenin taşınması sûretiyle yapılan aşırı yoruma itirazdır, başka bir şey
değildir. Ama tarihselci yaklaşım, ayetleri nazil olduğu tarihsel bağlamda anladıktan
sonra günümüze taşırken yaptığı yorumlarda, bu ifadeleri çoğu kere aşırı bir şekilde
yorumlamaktadır. Aşırı yorum karşıtı Şâtıbî’den, aşırı yorum taraftarı tarihselci
yaklaşıma dayanak çıkmaz.
Kur’an ayetlerinin yorumlanmasında maslahata yapılan vurgu da tarihselci
yaklaşımın önemli dayanaklarındandır. Kanaatimizce tarihselci yorumcular, nass ile
maslahat çatıştığında maslahatın öncelenmesi gerektiğini iddia eden Tûfî’den daha
ileri bir noktadadırlar. Zira Tûfî, salt muamelata dair ahkâmda maslahatın takdim
edilmesini söylerken; tarihselciler, bunu daha da genelleştirerek mukadderât denilen
-miras payları ve iddet sayıları gibi- alanı da kapsayacak şekilde genişletmektedirler.
Hâlbuki maslahat ve mefsedet kavramlarının tayin ve tesbitindeki rölatif durum, bu
delillere istinaden açık bir Kur’anî hükmü değiştirmeye imkân sağlamayacak şekilde
kaygan bir zemin oluşturmaktadır. Bize göre bu kaygan zeminden kurtulmanın
yegâne yolu, açık ve sabit olan nassın hükmüne itibar etmek ve maslahatı orada
aramaktır. “Allah biliyor, siz bilmiyorsunuz”328 ilahî uyarısı da bunu vurgular.
Değerler karmaşasına itilmiş toplumlara hakim olmuş bulunan olguları hakikat ve
maslahat kabul ederek, nassın sabit hükmünü değiştirmek yanılgıya düşürür.
Her şeyden önce Đslâmî bir bilgi teorisi, şu ön kabul temelinde gelişmek
zorundadır: Đnsan, aşkın bir referansa tâbi olmaksızın çoğu kere kendi maslahat veya
mefsedetinin nerede olduğunu tayin edecek bir güce sahip değildir. Böyle bir
referans olmaksızın giriştiği tayinler, kendisini aşkın bir güç olarak görme anlamına
gelebileceği gibi, çoğu kere yaptığı maslahat ve mefsedet tayinlerinde tam tersi
sonuçlar doğabilecektir.
Đsâm dünyası son birkaç yüzyıldır askerî, siyasî ve ekonomik açıdan geri bir
durumdadır. Bu olgu, Müslüman bilinci etkilemekte ve onların Kur’an’ı anlama
eylemlerinde baskın bir hal almaktadır. Buna mukabil Batı’nın içinde bulunduğu
durum onun düşüncelerine karşı bir güven ve sempati uyandırmaktadır. Hiçbir
yorum, içinde yaşanılan siyasî, sosyal ve ekonomik durumdan bağımsız değildir.
Nasıl ki 19. yüzyılda tüm dünyada bilimsel çalışmaların revaçta olduğu bir dönemde
bilimsel tefsir yaygın bir hal almışsa, bugün Đslam dünyasının mevcut durumu da
tarihselci yönelişin ortaya çıkışında önemli bir etkendir. Bu verili durum, Kur’an’ı
anlama ve yorumlamada çoğu kere Kur’an’daki anlamı yakalamak yerine ona anlam
yüklemek şeklinde tezahür etmektedir.
Kanaatimize göre Hz. Ömer’in kimi ictihad ve uygulamaları, sabit bir Kur’an
ahkâmını değiştirmek değil ya bir başka nassı uygulamak veya illete bağlı olarak
328 Bakara, 2/232.
97
hükmün değerlendirilmesidir. Bir başka açıdan buna “durumsallık” diyebiliriz.
Bunun anlamı belirli bir durum ve şartlar için konulmuş olan hükmün o şartlarda
uygulanması, o durumun ortadan kalkmasıyla da bu hükmün uygulanmamasıdır.
Yani bu ictihadlar, tarihselci yorumcuların ileri sürdüğü tarzda bir kısım nassla sabit
hükme alternatif hüküm getirmek olmadığı gibi, buradan Kur’an ahkâmının
tarihselliğine dayanak çıkmaz.
Kur’an’ın getirdiği hükümlerin nihaî hükümler olmadığı, tedric mantığı gereği
bu hükümlerin ikmalini insanlara ve zamana bıraktığı, zaman içerisinde maslahat
gereği bu ahkâmın tamamlanacağı düşüncesi bize göre doğru değildir. Çünkü bu
düşünce, Kur’an’ın son kitap ve Đslam şeriatının son şeriat olduğu gerçeğine ters
düşmektedir. Hâlbuki biz çok açık bir şekilde bilmekteyiz ki, yüce Allah yeni bir
kitap ve yeni bir din göndermeyecektir. Ve bu dinin tamamlandığını kendisi haber
vermektedir. Bize göre son kitabın hükümleri tamamlanmıştır, beşer vasıtasıyla onun
ikmali gibi bir beklenti söz konusu olamaz.
Kanaatimizce Kur’an’ı anlama ve yorumlamada yorumcunun Kur’an
tasavvuruyla yapılan yorum arasında sıkı bir ilişki vardır. Kur’an Müslüman için
hem bir bilgi kaynağı hem de inanca konu bir kitaptır. Bir metne iman etmek, o
metinle inanan kişi arasında diğer metinler arasında olmayan türden bir ilişkinin var
olduğu anlamına gelir. Bir Müslüman için yaşamın realiteleri ne kadar önemli ise,
imana konu olan kitap da o kadar ve hatta daha fazla önemlidir. Kur’an’ı devre dışı
bırakma anlamına gelebilecek ve izafî konuma indirgeme ihtimali doğabilecek hiçbir
yorum ve yöntem sağlıklı değildir.
Bu makale 2004 yılında Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde “Kur’an Tefsirinde Tarihselci
Yöntem” adıyla hazırlanmış olan Doktora tezinin özetlenmiş ve makale formatına dönüştürülmüş
şeklidir.
98
BĐBLĐYOGRAFYA
ACAR, Đsmail. (2000). Đslâm Ceza Hukukunda Kadının Şahitliği. Đslâmiyât, c.3, sa:
2. Ankara.
AKARSU, Bedia. (1998). Felsefe Terimleri Sözlüğü. Đstanbul: Đnkılap Kıtabevi.
AKDEMĐR, Salih(2002). “Kur’an’ı Anlamada Tarihsellik ve Bütünsellik Sorunu,”.
Kur’an’ı Nasıl Anlamalıyız? Tartışmalı Đlmi Toplantı. Đstanbul: Rağbet yayınları, 1.
Baskı.
------------------. (1991). “Tarih Boyunca ve Kur’an’ı Kerim’de Kadın”. Đslamî
Araştırmalar Dergisi, c.5, sa: 4.
AKSAN, Doğan. (1998). Her Yönüyle Dil Ana Çizgileriyle Dilbilim. Ankara: TDK
yayınları, No: 39.
ARKOUN, Muhammed. (1995). Kur’an Okumaları, çev: A. Zeki Ünal, Đstanbul:
Đnsan yayınları.
Arkoun, Muhammed. (1985). el-Fikru’l Arabî. Arapça’ya çev: Adil Avva,
Menşurâtu Uveydât, 3. Baskı, Beyrut.
Arkoun, Muhammed (1995). ‘’Đslâm’ı ve Laikliği Yeniden Düşünmek’’ Avrupada
Etik, Din ve Laiklik. çev: Sosi Dolanoğul. Đstanbul: Metis yayınları, 1. Baskı.
ATAY, Hüseyin. Kur’an’a Göre Araştırmalar I-III. Ankara: Atay yayınları.
ATEŞ, Süleyman. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri. Đstanbul: Yeni Ufuklar Neşriyat.
AYDIN, Mehmet. (1998). “Đslâm’ın Işığında Kadın”, Đslam’ın Işığında Kadın,
(Konferans, 8 Aralık-1996). Ankara: TDV yayınları.
BARDAKOĞLU, Ali. (1996). “Had”. DĐA. XIV. Cilt. Đstanbul.
BEYZAVÎ, Nasuriddin Ebî Said Abdillah b. Ömer b. Muhammed. (2000). Envaru’t-
Tenzîl ve Esraru’t-Te’vil, Daru’r-Reşîd. 1. Baskı. Beyrut.
BĐLMEN, Ö. Nasuhî. Hukuk-ı Đslâmiyye Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu. Đstanbul:
Bilmen yayınevi.
BĐLTÂCĐ, Muhammed. (1970). Menhecü Ömer Ibn’I Hattab fi’t-Teşri. Kahire.
BĐRIŞIK, Abdulhamit. (2001). Hind Alt Kıtası Düşünce ve Tesfir Ekolleri. Đstanbul:
Đnsan yayınları.
BULAÇ, Ali. (1991). Mekasidu’ş-Şeria Bağlamında Kadının Şahitliği Konusu”.
Đslami Araştırmalar Dergisi c.5, sa: 4.
BUHARÎ, Muhammed b. Đsmail. (1981). el-Camiu’s-Sahih. Đstanbul: Çağrı yayınları.
99
CÂBĐRÎ, Muhammed Âbid. (2001). Çağdaş Arap-Đslam Düşüncesinde Yeniden
Yapılanma. çev:Ali Đhsan Pala- Mehmet Şirin Çıkar. Ankara: Kitâbiyât, 1. Baskı.
EL- CESSAS, Ebu Bekr Ahmed b. Ali er- Râzî. Ahkâmu’l Kur’an, Daru’l Kitabi’l
Arabî. Beyrut trs.
El-Alvanî, Tâhâ Câbir. (1996). Hâkimiyyetü’l Kur’an, el-Ma’hedü’l Alemî li’l Fikri’l
Đslâmî, 1. Baskı, Kahire.
CEVĐZCĐ, Ahmet. (2000). Felsefe Sözlüğü. Đstanbul: Paradigma yayınları, 4. Bask.
EL-CEVZĐYYE, Ibn Kayyım. (1987). Đ’lamu’l- Muvakkıîn an Rabbi’l-Alemîn, tahk.
Muhammed MuhyiddinAbdulhamid, el-Mektebetü’l-Asriyye. Beyrut.
COLLĐNGWOOD, R. G. (1996). Tarih Tasarımı. çev: Kurtuluş Dinçer, Đstanbul:
Gündoğan yayınları, 2. Baskı.
CORBĐN, Henry. (1994). Đslâm Felsefesi Tarihi. çev: Hüseyin Hatemi. Đstanbul:
Đletişim yayınları.
CUM’A, Ali. (2002). “Haddü’s-Sirka”, Hâkâiku’l Đslâm fî Müvaceheti Şübühati’l
Müşekkikîn. Kahire.
ÇAĞATAY, Neşet. (1982). Đslâm Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı. Ankara:
AÜĐF yayınları, 4. Baskı.
DERVEZE, M. Đzzet. (2000). et-Tefsiru’l-Hadis, Daru’l-Garbi’l- Đslamî. 2. Baskı,
Beyrut.
DĐLTHEY, Wilhelm. (1999). Tin Bilimlerine Giriş. çev. Doğan Özlem, Đstanbul:
Paradigma yayınları.
DĐHLEVÎ, Şah Veliyullah. (2003). Huccetullahi’l-Baliga. çev: Mehmet Erdoğan,
Đstanbul: Yeni Şafak.
. DUMLU, Ömer. (1998). Kur’an Tefsirinde Yöntem. Đzmir: Anadolu yayınları.
DÜZGÜN, Ş. Ali. (1996). Evrensellik Kuramı ve Đslâm Düşüncesindeki Yeri.
Diyanet Đlmî Dergi, c.32, sa: 2.
DRAZ, Muhammed A. (1985). En Mühim Mesaj. çev: Suat Yıldırım, Ankara: Akçağ
yayınları, 1. Baskı.
EBÛ HAYYAN el- endülûsî. (1993). el- Bahru’l Muhît, thk. ve talk. , Adil Ahmed
Abdulmevcûd, Ali Muhammed Mi’vaz, Daru’l-Kütübi’l-Đlmiyye. 1. Baskı, Beyrut.
EBU DAVUD, Süleyman b. El-Eş’as es-Sicistanî, es-Sünen. (1981). Đstanbul: Çağrı
Yayınları.
EBUSSUUD, Muhammed b. Muhammed. (1990). Đrşadü’l Akli’ s- Selim ila
Mezaye’l Kur’anil- Kerim, Daru Đhyai’t- Turasi’l Arabî. 2. Baskı. Beyrut.
100
ERDEM, Hüsameddin. (2000). Đlkçağ Felsefesi Tarihi. Konya: Hü-er yayınları, 4.
Baskı.
ERDOĞAN, Mehmet. (1994). Đslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi. Đstanbul:
MÜĐF Vakfı Yayınları, 3. Baskı.
-----------------------. (1996). Vahiy-Akıl Dengesi Açısından Sünnet. Đstanbul: MÜĐF
Vakfı yayınları, s.67.
ESED, Muhammed. (1999). Kur’an Mesajı. çev: Cahit Koytak –Ahmet Ertürk,
Đstanbul: Đşaret yayınları.
ERTEN, Mevlüt. (1998). Nass-Yorum Đlişkisi. Yayımlanmamış Doktora Tezi,
Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
FAZLUR RAHMAN. (1996). Đslâm. çev: Mehmet Dağ-Mehmet S. Aydın, Đstanbul:
Selçuk yayınları.
---------------------. (1990). Đslâmî Çağdaşlaşma: Alanı, Metodu ve Alternatifleri.
çev:Bekir Demirkol. Đslâmi Araştırmalar, c.4, sa: 4.
---------------------------. (1996). Đslâm ve Çağdaşlık. çev:Alparslan Açıkgenç-Hayri
Kırbaşoğlu. Ankara: Ankara Okulu yayınları.
--------------------------. (1996). Ana Konularıyla Kur’an. çev:Alpaslan Açıkgenç.
Ankara: Ankara Okulu yayınları, 3. Baskı.
-------------------------. (1997). “Allah’ın Elçisi ve Mesajı;” Allah’ın Elçisi ve Mesajı
Makaleler I içinde. Ankara: Ankara Okulu yayınları.
FREUND, Juliend. (1991). Beşerî Bilim Teorileri. çev: Bahaeddin Yediyıldız,
Ankara: TTK yayınları.
GADAMER, H. G. (1990). “Tarih Bilinci Sorunu” Toplum Bilimlerinde Yorumcu
Yaklaşım, der. Rabinow, Paul- Sullivan, William, çev: Taha Parla. Đstanbul: Hürriyet
Vakfı yayınları, 1. Baskı.
---------------------. (1995). “Hermeneutik”, Hermeneutik Üzerine Yazılar, çev. ve
der. , Doğan Özlem. Ankara: Ark yayınevi, 1. Baskı.
GÖKA, Erol-Topçuoğlu, Abdullah-Aktay, Yasin. (1996). Önce Söz Vardı. Ankara:
Vadi yayınları, 1. Baskı.
GÖKBERK, Macit. (1999). Felsefe Tarihi. Đstanbul: Remzi Kitabevi, 11. Baskı.
GÖKBERK, Ülker. (1980). “Yorumsama Kuramı Açısından Yazın Eleştirisi,”
Dilbilim ve Dilbilgisi Konuşmaları. Ankara: TDK yayınları.
101
GÜLER, Đlhami. (1998). Muhtar Bir Đrade (Allah’ın Đradesi) ve Mümkün Bir Tarihin
(610-632) Kelam-ı Kadîm’e ve Zorunlu Tarihe Dönüşmesi, III. Kur’an Haftası
Kur’an Sempozyumu, 13-19 Ocak 1997. Ankara: Fecr yayınevi.
GÜNEŞ, Kamil. (2003). Đslamî Düşüncenin Şekillenişinde Akıl ve Nass, Đstanbul:
Đnsan yayınları, 1. Baskı.
HAMĐDULLAH, Muhammed. (2003). Đslâm Peygeamberi. çev: Salih Tuğ, Ankara:
Yeni Şafak yayınları.
----------------------------. (1988). “Abd”, DĐA. Đstanbul. I. Cilt.
----------------------------. Đslam’a Giriş. Ankara: Nur yayınları.
-----------------------------. (1963). Đslâmda Devlet Đdaresi, çev: Kemal Kuşçu.
Đstanbul: Ahmed Said Matbaası.
-----------------------------. (1973). Rasûlullah Muhammed, çev; Salih Tuğ, Đstanbul.
HANEFÎ, Hasan. (1997). Aksiyom Bilimi Olarak Hermenötik, çev: Dücane
Cündioğlu, Ankara: Tezkire Dergisi, sa: 11-12; Aralık 1997.
-----------------------------. (1998). Soruşturma, Đslâmiyat, c.1. , sa: 4.
HARMAN, Ö. Faruk. (2001). “Kadın”. Đstanbul. DĐA, XXI. Cilt.
HATĐPOĞLU, M. Said. (2002). Kur’an’ın Aktüel Değeri I, Đslâmiyât, c.5, sa: 1.
-----------------------. (2004). “Kur’an’ı Kerim’de Mahallî Hükümler Meselesi,”
Đslamiyat, c.7, sa: 1.
HEFFENĐNG W. (1979). “Şahid” ĐA, Đstanbul: MEB Basımevi, XI. Cilt.
HOEBNĐK, Mıcheil. Thinking About Renewal In Islam: Towards A History Of
Islamıc Ideas On modernızatıon And Secularızatıon, Arabica, sa: XLVI, Leiden.
EL-HUSAYN, Ahmed b. Abdulaziz. (1998). Mer’etü’l Müslime Emâme’t-
Tehaddiyyât. Daru’l Mi’raci’d-Düveliyye, 1. Baskı. Riyad.
HÜLAGU Metin. (1996). Đslâm Hukukunda Hapis Cezası. Kayseri: Rey yayıncılık.
IMARA, Muhammed. (2002). “Havle Tarihiye ev Hulûdi Ahkâmi’l Kur’ani’l
Kerim,” Hakaiku’l Đslâm fî Müvaceheti Şübühati’l Müşekkikin. Kahire.
-----------------------. (2002). “Şehadetü’l Mer’e Nısfü Şehadeti’r-Racül,” Hakaiku’l
Đslâm fî Müvaceheti Şübühâti’l Müşekkikîn, Hakaiku’l Đslâm fî Müvaceheti
Şübühati’l Müşekkikin, Kahire.
ĐBNU’L-ARABÎ, Ebu Bekr Muhammed b. Abdillah. (1988). Ahkâmu’l Kur’an,
Daru’l Kütübi’l-Đlmiyye, 1. Baskı. Beyrut.
102
ĐBN ÂŞÛR, Muhammed Tahir. Makasıdü’ş- Şerîati’l-Đslamiyye, eş-Şirketu’t-
Tunusiyye-el-Müessesetü’l-Vataniyye, Tunus-Cezayir.
-------------------------. et- Tahrîr ve’t-Tenvîr, ed-Daru’t-Tunusiyye, Tunus.
ĐBN KESÎR, Đsmail Ebi’l Fida. (1990). Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, Mektebetü’l-
Menâr, 1. Baskı, Ürdün.
ĐBN MACE, Ebu Abdillah Muhammed b. Yezid b. El-Kazvinî. (1981). es-Sünen.
Đstanbul: Çağrı yayınları.
ĐBN MANZÛR, Ebu’l Fadl Cemaluddin Muhammed b. Mükerrem el- Ensârî.
(1990). Lisanu’l Arap, Dâru Sâdır, 1. Baskı. Beyrut.
JAPP, Uwe. (1995). “Hermeneutik, Filoloji ve Edebiyat”. Hermeneutik Üzerine
Yazılar, çev. ve der. , Doğan Özlem. Ankara: Ark yayınevi.
KÂDÎ, Abdulcebbar. (1961). el-Muğnî fî Ebvabi’t-Tevhid ve’l Adl (Halku’l Kur’an).
tahk. Đbrahim el-Ebyârî. Kahire: Matbaatü Dari’l Kütüb, 1. Baskı.
----------------------. (1965). Şerhu’l-Usuli’l Hamse, nşr. Abdulkerim Osman. Kahire.
KARAMAN, Hayreddin. (1991). “Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi”.
Đslâmî Araştırmalar Degisi, c.5, sa: 4. Ankara.
KILLIOĞLU, Đsmail. “Tarih Felsefesi”. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi. Đstanbul:
Risale yayınları.
KIRCA, Celal. (1997). “Tenzil Yönteminin Tarihselliği Problemi ve Kur’an
Yorumlarına Olan Etkisi,” Kur’an Mesajı Đlmî Araştırmalar Dergisi, sa: 2. Đstanbul.
----------------. (1998). Kur’an’ı Anlamada Dil Problemi, Kur’an Mesajı Đlmî
Araştırmalar Dergisi, sa: 9. Đstanbul.
KOTAN, Şevket. (2001). Kur’an ve Tarihselcilik. Đstanbul: Beyan yayınları.
EL-KURTUBÎ, Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Ensarî. (1996). el-Cami’li
Ahkâmi’l Kur’an, Darü Đhyai’t-Türasi’l Arabî, Lübnan 1405/1985. Kitapları, 2.
Baskı, Đstanbul.
MAHMASANÎ, Suphi. (1997). Hükümlerin Değişmesi, çev: Kaşif Hamdi Okur,
Kur’an’ın Tarihsel ve Evrensel Okunuşu içinde, der. Mevlüt Uyanık. Ankara: Fecr
yayınevi.
MANDELBAUM, Maurıce. (1987). Historicism, The Encyclopedia of Philosophy,
Ed. Paul Edwards, USA.
MCAULĐFFE, Jane Damnen. (1988). “Quranic Hermeneutics: The Views of al-
Taberi and Ibn Kathir,” Approaches to the History of the Interpretation of the
Qur’an, ed. Andrew Rippin. Oxford.
103
MENGÜŞOĞLU, Takiyettin. (1988). Felsefeye Giriş. Đstanbul: Remzi Kitabevi.
MEVDÛDÎ, Ebu’l A’la. (1986). Tefhîmu’l Kur’an. çev: M. Han Kayanî ve diğerleri,
Đstanbul: Đnsan yayınları.
(1971). Meydan Larousse, IV. Cilt. Đstanbul: Meydan yayınevi.
MUHAMMED SALĐH, Muhammed. (1996). Esbabu’n-Nüzûl Beyne’l- Fikri’l-Đslamî
ve’l-Almanî, Mısır: Daru’l Kütübi’l-Mısrıyye,1. Baskı.
------------------------------------. (1995). et-Ta’lîl fi’l- Kur’ani’l- Kerim Diraseten ve
Tefsiran, 1. Baskı.
MÜSLĐM, b. El-Haccac el-Kuşeyrî. (1981). Sahihu Müslim, Đstanbul: Çağrı
Yayınları.
NASIF, Fatıma Ömer. (1992). Hukûku’l-Mer’e ve Vâcibetüha fî Davi’l Kitap ve’s
Sünne. Kahire: Matbaatü’l Medenî, 1. Baskı.
OZONKAYA, Özer. (1995). Temel Toplum Bilim Terimleri Sözlüğü. Đstanbul: Cem
yayınevi.
ÖNER, Necati. (1982). Klasik Mantık, Ankara: AÜĐF Yayınları, 4. Baskı.
ÖZCAN, Zeki. (2000). Teolojik Hermenötik. Đstanbul: Alfa yayınları, 2. Baskı.
ÖZLEM, Doğan. (1996). Tarih Felsefesi. Đstanbul: Anahtar Kitapları, 2. Baskı.
PAÇACI, Mehmet. (2000). Kur’an ve Ben Ne Kadar Tarihseliz?. Ankara: Ankara
Okulu yayınları.
----------------------. (2001). Kur’an ve Tarihselci Yorum, Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Kur’an ve Dil-Dilbilim ve Hermenötik-Sempozyumu, 17-18 Mayıs 2001, Erzurum
trs.
POLAT, F. Ahmet. (2002). Çağdaş Đslâm Düşüncesinde Kur’an’a Yaklaşımlar,
Yayınlanmamış Doktora Tezi. Konya: S. Ü. Sosyal Bilimler Entitüsü.
POPPER, Karl R. (2002). Açık Toplum ve Düşmanları, çev: Mete Tunçay. Đstanbul:
Remzi Kitabevi, 4. Baskı.
-------------------. (2000). Açık Toplum ve Düşmanları, çev: Harun Rızatepe. Đstanbul:
Remzi Kitabevi, 4. Baskı.
RAYSÛNÎ, Ahmed. (1992). Nazariyyetü’l Makâsıd Đnde’l-Đmam eş-Şâtıbî, el
Ma’hedu’l Âlemî li’l Fikri’l Đslâmî, 1. Baskı.
RAZĐ, Fahruddin, Muhammed b. Ömer Ebi Abdillah. (1997). et-Tefsiru’l Kebir,
Daru Đhyai’t-Türasi’lArabî, 1. Baskı, Beyrut.
RIZA, M. Reşid, Tefsiru’l Menâr, Daru’l Fikr, 2. Baskı, yy. trs
104
SALĐH, Subhi, Mebahis Fî Ulûmi’l- Kur’an, Derseâdet, Đstanbul trs
SERĐNSU, A. Nedim. (1996). Tarihsellik ve Esbab-ı Nüzûl, Đstanbul: Şûle yayınları.
SIBAÎ, Mustafa. el- Mer’e beyne’l Fıkh ve’l Kanûn, el- Mektebetü’l Arabiyye, 2.
Baskı, Halep trs.
SUYÛTĐ, Celaluddin Abdurrahman. (1987). el-Đtkan fî Ulûmi’l Kur’an, tahk. ve talk,
Mustafa Dîb el-Buga, Daru Ibn Kesîr, 1. Baskı, Beyrut.
EŞ-ŞATIBÎ, Đbrahim b. Musa b. Muhammed Ebu Đshak. (1990). el-Muvâfakât fi
Usûli’ş-Şeri’a, çev: Mehmet Erdoğan, Đstanbul: Đz yayınları.
ŞELEBÎ, M. Mustafa. (1981). Ta’lîlu’l-Ahkâm, Dâru’n- Nehzati’l-Arabiyye, Beyrut.
ŞENER, Abdülkadir. Kıyas, Đstihsan, Đstıslah. Ankara: DĐB yayınları.
ŞĐMŞEK, M. Said. (1997). Günümüz Tefsir Problemleri. Đstanbul: Esra yayınları.
-------------------. (1999). Kur’an’ın Ana Konuları, Đstanbul: Beyan yayınları.
-------------------. (1987). Kur’an’da Đki Mesele (Müteşabih-Nesh). Konya: Selam
yayınevi.
TABERÎ, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir. Tarihu’t-Taberi, tahk. Muhammed Ebu’l
Fazl Đbrahim, Daru Suveydan, Lübnan trs. , VIII. Cilt. .
-------------------. (1988). Câmiu’l Beyan an Te’vili Ayi’l-Kur’an Daru’l-Fikr, Beyrut.
TUĞLACI, Pars. (1969). Okyanus Ansiklopedik Sözlük. Cem yayınları, yy, trs. , II.
Cilt. .
(1969). Türkçe Sözlük. Ankara: TDK yayınları, 5. Baskı.
TRĐTTON, A. S. (1983). Đslâm Kelâmı, çev. Mehmet Dağ. Ankara: AÜĐF yayınları.
VAHĐDÎ, Ebu’l Hasen Ali b. Ahmed. (1992). Esbabun-Nüzûl, thk. I’sam b.
Abdulmuhsin el- Humeydan, Daru’l Đslah, 2. Baskı. Suud.
VEDUD– MUHSĐN, Amine. (1997). Kur’an ve Kadın, çev: Nazife Şişman, Đstanbul:
Đz yayıncılık.
YAZIR, M. Hamdi. Hak Dini Kur’an Dili, sad: Đsmail Karaçam vd. Đstanbul: Azim
yayıncılık.
ZAMAHŞERÎ, Muhammed b. Ömer. (1995). el- Keşşaf an Hakâiki Gavâmizi’t-
Tenzil ve Uyûni’l-Akavîl fî Vucûhi’t-Te’vil, Daru Kütübi’l-Đlmiyye, thk. Muhammed
Abdusselâm Şahin, 1. Baskı. Beyrut.
ZEHEBÎ, M. Hüseyn. (1976). et-Tefsîr ve’l Müfessirun, Daru’l Mektebeti’l Hadis, 2.
Baskı, y. Y.
105
ZERKANÎ, Muhammed Abdullazim. Menahilu’l-Đrfan fî Ulumi’l-Kur’an, Daru
Đhyai’l Kütü’bi’l Arabiyye, Kahire trs.
ZERKEŞÎ, Bedruddin Muhammed b. Abdillah. (1988). el-Burhan fî Ulumi’il Kur’an,
thk. Mustafa Abdulkadir Ata, Daru’l Fikr, 1. Baskı. Beyrut.
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale yayınları, Đstanbul 1990, II,149.
Meydan larouse, meydan yayınları, Đstanbul 1971.
Kur’an’ı Kerim
Kitabı Mukaddes

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder