Dil açısından meseleye bakıldığı zaman her şeyden önce Kur’an’ın,
gönderildiği toplumun kullandığı ve anladığı dil olan Arapçayla nazil olduğunda bir
kuşku yoktur. Allah’ın vahyini/mesajını ilk muhataplar tarafından bilinmeyen bir
dille göndermesi de düşünülemez. Yüce Allah’ın her topluma kendi diliyle hitap
etmesi sünnetullah gereğidir. Allah enfüsî ve âfâkı deliller/ayetler yanında sözel
ayetlerle de kendi varlığını ve insanın var oluş gayesini hatırlatırken elbetteki beşere
kendi dilini kullanmıştır. Allah’ın vahiy için belirli bir dili kullanması, o dilin, vahyin
içeriğine “belirleyici” ve “sınırlayıcı” tarzda bir müdahalede bulunduğu anlamına
gelmez. Aksi takdirde vahyin zamandan ve mekândan münezzeh mutlak ilim sahibi
Allah’tan olmasının bir kıymeti kalmayacağı gibi, insanların vahye ihtiyaçlarının
olmayacağı bir sonucu da çıkar. Ayrıca vahyin beşerin dilini kullanması yanında,
ondaki kelimelerin seçilişi, bir yandan farklı seviyelere hitap edebilecek kadar kolay
ama aynı zamanda bir o kadar anlam derinliği olan bir anlatıma sahip olması
bakımından muciz bir kelam olduğu gerçeği de gözden uzak tutulmamalıdır.
Kur’an’ın bir kısım ayetlerinin hususî bazı olay ve sorular nedeniyle nazil
olması, o olay veya soruların olmaması halinde bu ayetlerin inmeyeceği anlamına da
gelmez. Determinist bir bilim anlayışıyla o hadiselerin veya soruların ayetlerin
inmesini zorunlu kıldığı şeklindeki düşünce kanaatimizce bir yanılgıdır. Zira Kur’an
ayetlerinin büyük bir kısmının özel bir sebep olmadan nazil olması, bizim bu tezimizi
güçlendirdiği gibi, hangi hadise veya soruya vahyin yanıt vereceğinin ilahî iradeyle
belirlenmesi, vahyin zuhûrunda Allah’ın belirleyici role sahip olduğunun açık
kanıtıdır. Nüzûl dönemindeki bazı hadiseler veya sorular ayetlerin iniş vesilesi olarak
görülebilir; ama bunlar ayetlerin varlık sebebi (sebeb-i vücûd) değildir.
Elbetteki hiç bir vahiy zamanın ve mekânın dışında vücud bulmamıştır. Bu
ilke gereği vahiy zincirinin son halkası olan Kur’an da, belirli bir tarihte (m.610-632)
belirli bir mekânda (Mekke-Medine) varlık sahnesindeki yerini almıştır. Kur’an’ın
nazil olduğu coğrafî ve soyso-kültürel koşulları dikkate alması, onun Allah’ın muradı
dışında ve tamamen şartların güdümü doğrultusunda indiği anlamına elbette gelmez.
Bir şeyin toplum, coğrafya ve tarihle bağlantısı olmasıyla ona idirgenmesi farklı bir
şeydir. Dolayısıyla, nüzûl döneminin coğrafî ve kültürel koşulları, Kur’an metninin
nüzûlünde belirleyici ve etkileyici değil, sadece sebep olucu bir fonksiyona sahiptir.
Tarihselcilik tartışmalarında dile getirilen ayetlerin zahirine değil, maksadına
ve gerçekleştirmek istedikleri maslahata bakma düşüncesi son derece hassas bir
konudur. Makâsıd konusuna özel bir önem veren Şâtıbî’ye atıflar yapılarak tarihselci
yönelişe dayanak aranmaktadır. Şâtıbî’nin Kur’an’ı ilk muhatapların anlayışı
doğrultusunda anlama tezi ile tarihselci yaklaşım arasında kısmî bir benzeşme
görülse de, o hiçbir zaman ahkâmın değişmesini talep etmemiştir. Şâtıbî’nin üzerinde
durduğu husus, ilk muhatapların bilmediği çeşitli ilimlerle Kur’an’ı yorumlama
teşebbüslerine karşı çıkıştır. Bir başka deyişle Şâtıbî’nin yaptığı şey, bir ifadeye onun
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder