8 Eylül 2012 Cumartesi

Kur’an Tefsirinin İlkeleri / Emin Ahsen İslahi

Kur’an Tefsirinin İlkeleri / Emin Ahsen İslahi
Kur’an tefsirinin prensipleri hakkında bir konuşma1 yapmam için beni davet etmiş bulunuyorsunuz. Öncelikle konuşmama peygamber ve ashabından sonra, Kur’an tefsiri için benimsenmiş, çeşitli düşünce ekollerine bağlı olan müfessirlerin farklı yaklaşımlarını özetleyerek başlayacağım. Akabinde ise bu yaklaşımların eleştirel kısa bir analizi gelecek ve sonra konumuz, peygamberin ashabı arasında bulunan ilk müfessirler tarafından, hem akla uygunluğu hem de uygulanabilirliği açısından tasdik edilmiş, uygun ve olması gereken Kur’an tefsirinin ilkelerini izah ederek bitecektir. Kanaatimce konuyu bu şekilde ele alış biçimimiz dinleyiciler için daha faydalı olacaktır. Bu şekilde, peygamber ve ashabından sonraki müfessirler tarafından benimsenen farklı yaklaşımları dinleyicilere açıklamakla kalmayacağım, aynı zamanda bu tür yaklaşımların karşılaştırmalı ve çözümsel incelemesi için gerekli olan şeyin ne olduğunu ortaya koymuş olacağım. Bu nedenle bu türden yapılacak bir çalışma, bu yaklaşımların her birinin değerleri ve kusurları hakkında bir fikre varmada yardımcı bir girişim olacaktır.
Tarih boyunca yazılmış tefsirleri incelersek dört farklı düşünce ekolüne ait tefsir türüyle karşılaşırız. Şimdi teker teker Kur’ani tefsir üsluplarını ve bu dört düşünce ekolünü sizlere açıklamak istiyorum.
Muhaddisler ya da Gelenekselciler
Kur’an müfessirleri arasında en muteber düşünce ekolü bunlardır. Onlara göre, Kur’an tefsiri yazımı aşamasında müfessirler, Kur’an’ın ilk dönem müfessirlerinin ve ashabın dediklerine bakmalı, hadis rivayetlerinde bulunan açıklamalara güvenilmelidir. Bu samimi çabalarında, Kur’an tefsiri sırasında hadis kitaplarında bulabildikleri kadar konuyla alakalı hadisleri, Kur’an’ın her bir ayeti altında kullandılar. Bazen bu hadisler birbiriyle çelişse bile, herhangi bir mutabakat aramaksızın iktibas ederlerdi. Bu şekilde yazılmış olan, İmam İbni Cerir et-Taberi2’nin “Cami’ül-Beyan Tevil’il Kur’an” adlı tefsiri meşhur bir tefsirdir. Aslına bakarsanız, bu tefsir Kur’an’ın erken dönem meşhur müfessirlerinin sözleri ve Kur’an tefsiri ihtiva eden hadislerle doludur. Okuyucu her bir ayet altında, bu rivayetlerden ya da ashabın sözlerinden örnekler bulabilir. Ama neyin doğru neyin uydurma olduğunu ayırt edebilmek neredeyse imkansız gibidir. Taberi’den sonra yazılmış tefsirler, az ya da çok onun yazdıklarını tekrar etmişlerdir. Bir mumun başka bir muma ışığını vermesi gibi bu tefsir de diğer tefsirlere ışığını vermiştir. Okuyucu, müteakip dönemlerde yazılmış tefsirlerin Taberi’nin tefsirinin kısaltılmış versiyonu olduğunu hemen fark edecektir. Hatta İbn-i Kesir’in meşhur tefsiri bile Taberi’nin tefsirinden meydana gelmiştir diyebiliriz.
Kelam Ehlinin Yaklaşımı
Müslümanlar, toprakları genişledikçe ve Arap olmayan milletlerle irtibata geçince, o bölgelerdeki moda olan felsefe ve akademik bilgi kollarının etkisine maruz kaldılar. Sonuç olarak, dünya görüşleri çok çabuk değişikliğe uğramaya başladı. İşte “kelam ilmi” bu sonucun en çarpıcı örneğidir. Kelam ilmi, dalga dalga yeni düşünce ekolleri ortaya çıkardı. Bu ilmin temsilcileri Kur’an tefsirleri yazarak görüşlerini halka tanıtmaya çalıştılar. Karşılaştıkları felsefelerden ve ilginç ilim dallarından elde ettikleri görüşler doğrultusunda zaman harcarlarken, neredeyse hiç Kur’an tefsiri kaleme almadılar. Bu şekilde yazılmış tefsirler arasında iki tefsir, Müslümanlar arasında büyük ün kazandı ve “yaygın şekilde kabul” gördü. Bunlar Zemahşeri’nin El-Keşşaf ve Razi’nin Tefsir-i Kebir adlı eserleridir. “Keşşaf” Mutezile’nin sözcülüğünü yaparken, “Tefsir-i Kebir” ise Eşarilerin sözcülüğünü yapmaktaydı. Geleneksel müfessirler arasında İbni Cerir’in tefsiri ne ise “Keşşaf” ve “Tefsir-i Kebir” de kelam ehli arasında aynı yere sahiptir. Onlardan sonra kim bu şekilde bir tefsir yazmak istediyse, sadece onların adımlarını takip etmişlerdir.
Mukallitlerin Yaklaşımı
Mukallitlerden kastım, dört mezhep ya da onların ardından gidenler değil, Kur’an tefsiri yazarken yalnızca seleflerini takip eden müfessirlerdir. Örneğin İbni Cerir’den, Zemahşeri’den ve Razi’den sonra yazılan tefsirlerin çoğu, ya onların düşünceleri kopya edilerek ya da onların kısaltılmış versiyonu yazılarak onları takip etmiştir. Yani onlardan, varsa bile sadece birkaçı, bağımsız temellere dayalı bir şekilde yazılmıştır. Bu durum öyle bir boyuta ulaştı ki, neredeyse meşhur bir müfessiri taklit ederek bir tefsir yazmak, sonraki nesillerin müfessirleri için “olmazsa olmaz kural” haline geldi.
Modernistlerin Yaklaşımı
Modernistlerden kastım, modern Batı düşüncesini ve görüşlerini benimsemiş, onlardan etkilenmiş kişilerdir. Yunan felsefesi altında yeni bir söylem geliştirmiş, kendi uydurdukları fikirleri kanıtlamak adına Kur’an’ın anlamını eğip-bükmüş ve kelama dayalı çelişkiler yumağına dalmış ve bu yüzden başka tüm gerçeklere kulaklarını tıkamış kelam ehli gibi, modernistler de Batı ideolojisinin etkisi altına girdi ve Batı ideolojisiyle Kur’an mesajını aynı potada eritebilmek adına, acımasızca, Kur’an’ın anlamını çarpıttılar. Ülkemizde, bu hareketin öncüsü Seyyid Ahmet Han3’dan sonra bu akım, yuvarlanan bir kartopu gibi büyümeye devam etti. Bu akımın ne zaman son bulacağını ve Allah’ın kitabının ne zaman, böyle ben-merkezci ve cahil insanların saldırılarından uzak kalacağını Allah bilir.
Bu Üç Yaklaşımın Eleştirisi
Şimdi, doğaları gereği var olan hatalarına dikkat çekmek için bu yaklaşımları eleştireceğim.
Muhaddislerin yaklaşımından başlayalım. Hiç şüphe yok ki tefsir yazarken en güvenli ve hayırlı yaklaşım budur. Böyle bir tefsirin en çekici özelliği, peygamberden gelen rivayetlerin, ashabın sözlerinin ve ilk dönem müfessirlerinin sözlerinin bize ulaşabiliyor olmasıdır. Herkes bilir ki kimse ashabın anladığı gibi Kur’an’ı anlayamaz. Onların sonraki nesillere, Kur’an’ın anlamını aktarma-açıklama gibi bir ayrıcalıkları vardır. Dünyada kim, onların Kur’an anlayışından daha doğru ve uygun bir tefsiri ortaya koyabileceğini iddia edebilir ki? Fakat müfessirlerin bu tefsir anlayışı ve yaklaşım biçimleri bazı belli başlı problemler ihtiva ediyor. Bu problemler öylesine aşikar ki, kimse bunları inkar edemez. Örneğin:
1. Kur’an tefsiri hakkında, peygamberin sadece sınırlı sayıda merfurivayetleri vardır. Bir de bu konuda güvenilir bir şekilde ashaba atfedilmiş sadece birkaç hadis vardır. Bu yaklaşım altında yazılmış tefsirler genellikle sonraki dönemde yazılan müfessirlerin-alimlerin sözleriyle doludur. Bu tefsirlerdeki sözler kesin bilgi olarak ele alınamaz. Sağlıklı delillere dayanmadığından dolayı, kimsenin mutabık olamadığı bir şeye kesin bilgi olarak bakılmayacağı su götürmez bir gerçektir.
2. Muhaddis tefsirciler, Kur’an tefsiri hakkında rivayet toplarken ve bunu iletirken, bizzat kendileri etraflı bir inceleme yapamadıklarını ifade etmişlerdir. Ahmet bin Hanbel net bir şekilde bu rivayetlerin asılsızlığını dile getirmiştir. Ve herkes bu konuda onun kararının ne kadar önemli olduğunu bilir. Özetleyecek olursak, bu şekilde yazılmış tefsirler böylesine asılsız rivayetlerle doludur ve doğru olanı, uydurulmuş olandan ayırmanın objektif bir ölçütü yoktur.
3. Akademik, ciddi bir tetkik sonucu doğru olmayanı, doğru olandan ayırt etsek bile, Kur’an tefsiri yazarken bu şekilde ayırt edilmiş sağlam rivayetleri, mutlak surette delil olarak kabul edemeyiz. Yani bu rivayetler Kur’an tefsirinde “son söz statüsünde” değerlendirilemez. Mantıklı olan şudur ki, ne kadar araştırma yaparsak yapalım, bu rivayetler tamamen şüphe unsurundan arındırılamaz. Bir tefsirde bu rivayetleri kesin bir bilgi olarak kullanmak, Kur’an’ın kesinliğine telafisi mümkün olmayan zararlar verebilir. Bu bizim için tamamen kabul edilemez bir şeydir. Bu rivayetler, bir tefsirde yalnızca destekleyici argüman ya da doğrulayıcı kanıt olarak kullanılabilir. Ama bu konuda sadece ve sadece bunlara güvenemeyiz.
4. Bu yaklaşımla yazılan tefsirlerde, genellikle her bir ayet altında birden çok rivayet olabiliyor. Bu da, ilk müfessirin vermiş olduğu delilleri tanımlayıp-değerlendirmeden yapılmaktadır. Sık sık bu rivayetler birbirleriyle çelişmektedir. Şurası kesin ki, bu tarz bir tefsir kabul edilemez. Kur’an, mesajı itibariyle “tek anlamlı”dır. Belli bir meselede tutarsız görüşler ona mal edilemez. Bu nedenle, genel anlama, metne ve halihazırdaki delillere uyan hadisler ve sözler önem arz etmektedir. Aksi takdirde, Kur’an’ın mesajı itibariyle tek sesli olduğuna inanmak hüsnü kuruntudan başka bir şey olmayacaktır.
Şimdi Kur’an’ın kelami tefsirlerine dönelim. Kelam ehlinin yaklaşımındaki en büyük hata, Kur’an hakkındaki çalışmalarında felsefi fikirlerinin mutlak doğru olduğuna dair zanlarında haklı olduklarına inanmalarıydı. Onlara göre, akademik çabalarının doruk noktası, Kur’an’ın bu felsefi fikirlerle aynı hizada-uyumlu olduğunu göstermeye çalışmalarıydı. Sonuç olarak, ne zaman ön yargılı felsefi düşüncelerinde ve Kur’an arasında uyuşmazlık olsa onlar, Kur’an ayetlerine öncelik vermek yerine, kendi fikirleriyle uyumlu hale getirmek amacıyla Kur’an mesajını çarpıtmaktan kaçınmazlardı. Bir de onlar, İslam’ın ilk dönem alimlerine atfedilen sözler arasından az da olsa seçim yaparlar, ama bu sözler kendi fikirleriyle çeliştiği takdirde görmezden gelirlerdi. Bu türden pek çok örnek, Razi’nin tefsirinde bulunabilir. O, Eşarilerin görüşlerinin sağlamlığını göstermek için, Kur’an kendisini yalanlasa bile fikirlerinden caymaz. Çünkü onun bu bakış açısı kesin, rasyonel delillere dayalıdır. Ve ayrıca Kur’an mesajı, kesinlikten yoksun sözlü aktarım yoluyla yayılmış delillere dayanmaktadır. Bu ön koşul ile Kur’an’ın statüsü geri bir pozisyona, yani ilahi bir kitaptan daha çok, sıradan bir kitap konumuna çekilmiş olmaktadır.
“Kur’an tek başına yol göstermez, ancak kelam ehlinin görüşleriyle yol gösterebilir.” Bu ilahi kitaba saygısızlık değil de nedir?
Mukallitlerin yaklaşımında da, mezhepleri takip edenlerinkine benzer hatalar vardır. Selef fakihler, kendi başlarına Kur’an ve sünnet hakkında en büyük merci, mutlak otorite olmadığı için selefi müfessirler de Kur’an tefsiri bağlamında herhangi bir özel statüye sahip değillerdir.
Akli (rasyonel) ve nakli (metne dayalı) delillerle bildirilmedikçe hiçbir şey, sadece bazı ilk dönem müfessirler savundu diye doğru kabul edilemez. İbni Cerir’in ve Razi’nin tefsirinde savunulan her şey objektif bir değerlendirmeye tabi tutulabilir. Onların sübjektif iddiaları, hiç şüphesiz yazdıklarını geçerli kılamaz. Yazdıklarının geçerliliğini tasdik etmeden önce, teste tabi tutulmaları gerekmektedir.
Aynı sorun modernistlerde de vardır. Tek fark, kelamcılar görüşlerini Yunan felsefesi altında ifade ederlerken, modernistler ideolojilerini Batı düşüncelerinin etkisinde geliştirdiler. Bununla birlikte, kendi düşüncelerini halka ulaştırırken, önyargılı fikirlerini Kur’an’la aynı hizaya sokmak için, Kur’an mesajını çarpıtmakta bir sakınca görmediler. Hindistan’da Seyyid Han ve Mısır’da Tantavi modernist hareketin İslam dünyasına damgasını vuran iki etkin örneğidir. Bazı yönlerden bu hareket, kelam ehlinden daha kötüdür. Yaklaşımlarındaki pek çok hataya rağmen kelam ehli, gramer ve dilin köklü prensipleri ile Kur’an’ı tefsir etmeye çalışıyorlardı. Hiç olmazsa onlar, Kur’an’ı tefsir ederken mütevatir sünnetle çatışmaya cesaret edemiyorlardı. Mantığa aykırı gibi görünse de modernistler, nakli tefsirin bütün köklü ilkelerini öylesine küstahça yoksaydılar ki, takipçilerini cahil ve bilinçsiz yerine koydular. Açıkçası onların sözüm ona, tefsirlerine tefsir demek hiç doğru değildir. Aslında bu tefsirler dinle alay ediyor gibiler.
Doğru Tefsir Yaklaşımı
Şimdi doğru bulduğum Kur’an tefsir metodunu sizlerle paylaşacağım. Bu yaklaşım hem akılla hem de bize ulaşan nakli delillerle uygunluk arz ediyor. Aynı zamanda bence, ilk dönem alimlerin tefsir yazarken takip ettikleri yöntem de bu olmuştur.
Bu yaklaşım iki kategoriye ayrılabilecek kaynaklara dayanır ve onlardan oluşur:
Birincisi, tamamen kesin ve kuşkuları ortadan kaldırabilen kaynaklardır. Bunlar geçerlilikleri hakkında en ufak şüphe barındırmazlar. Tefsir yazarken, bu kaynaklar her durumda rehber olarak alınmalıdır. Yine de bu şekilde yazılmış bir tefsir hatasız kabul edilmemelidir. Çünkü insanın her zaman hata yapabileceği gerçeği, netice itibariyle göz ardı edilemez.
İkincisi, kesin olmayan (zanni) kaynaklar kategorisidir. İçlerindeki şüphe unsuru yüzünden mutlak surette güvenilmemesi gerekmekle birlikte, Kur’an tefsirinde yardımcı kaynaklardır. Kur’an’ın ışığında kullanılmaları gerekmektedir. Yani aralarında herhangi bir fark ortaya çıkarsa, Kur’an metni daima öncelik hakkına sahip olmalıdır. Onlar, tefsir sürecinde destek sağlamada akla yatkın bir duruma ulaşmak için, Kur’an’a uymalıdırlar.
I- Kesin Kaynaklar
Kur’an, tefsir edilirken mutlak şekilde kesin olan dört kaynak vardır. Şimdi her birini ayrı ayrı açıklamaya çalışacağım ama Kur’an tefsirinde bunlar art arda kullanılmalıdır. Art arda kullanıldıkları takdirde tefsire kesinlik ve doğruluk kazandırırlar. Başka bir şekilde onları ayrı ayrı kullanmak, bu yöntemin bize sağlayacağı “Kur’an kesinliği”ni bozacaktır.
1. Kur’an’ın Dili
Birinci kaynak, Kur’an’ın nazil olduğu dildir. Arapça derken, günümüzde konuşulan ve yazılan Arapçayı kast etmiyorum. Kur’an dilinin, günümüz Arapçasıyla ilişkisi çok fazla değildir. Kur’an’ın nazil olduğu Arapça, ne bu bölge yazarları tarafından kaleme alınan eserlerde ne de Mısır’da, Suriye’de yayınlanan gazetelerde bulunabilir. Kur’an dili için biz, cahiliye döneminin Arap şairlerinin şiirlerine; İmru’l-Kays, Lebid, Züheyr, Amr bin Kulsum, Haris bin Hiliza gibi şairlere müracaat etmeliyiz.
Deyimleri anlamak, ifade şekillerine vakıf olmak, belli bir yazı parçasının artı ve eksikleri için yapılan kriterleri özümsemek, ifadelerin yanı sıra belagat tarzını anlamak için onların tarihlerine dair göndermelerini ve başka başka izleri hakkında iyi bir temel oluşturmak ve dilde güvenilir olmayanı, güvenilir olandan ayırt edebilmek için Arapçada ehil olmamız gerekecektir. Şüphesiz, dilde böyle bir ehliyet-liyakat kazanmak hiç de kolay değildir. Allah’ın kelamını anlamak isteyenlerin, ilahi metni anlayıp kavrayabilmek için bu kabiliyete ulaşmaktan başka bir alternatifi olamaz. Böyle bir niyeti olan insanlar, erken dönem çevirilerinden ve tefsirlerden elde ettikleri yazılara kendilerini hapsetmemelidirler. Maruf kullanıma uygun olarak Kur’an metninde var olan her şeyi; deyimi, kelimeyi tefsir etmek onların üzerine bir görevdir. Nadir olan anlamlarıyla onları tefsir etmek çok büyük bir hatadır. Böyle bir şeyden ne pahasına olursa olsun kaçınmalıyız. Kur’an Arapçasının maruf bir söylemle vahyedildiği inkar edilemez bir gerçektir. Kur’an’da bir deyimin ya da kelimenin nadir kullanımına rastlayamayız. Bu gerçeği göz önünde bulundurmayanlar, bazen Kur’an’ın belli bir bölümünü, bir kelimenin ya da deyimin nadir kullanımına göre tefsir ederler. Bu hata, maruf kullanıma göre yorumlanmayan ayetler haricinde büyük sonuçlar oluşturmazlar. Fakat bazen büyük kayıplara neden olurlar. Pek çok sapkın mezhepler ortaya çıkmış ve şaz kullanıma göre Kur’an ayetlerini yorumlayarak bu yorumlarına sıkı sıkıya bağlanmışlardır. Bu şekilde Müslümanları yok etmek için giriştikleri sinsi propagandalarını desteklemek için büyük destek veriyorlardı. Bunların tarihlerine şöyle bir göz atarsak, Kur’an’ı bu şekilde tefsir etmelerinin hatası hakkında hiçbir şüphe kalmaz.
Kur’an’ın nahiv alanında, dilbilgisi alimlerinin eserlerinde yazmış olduklarını taklit etmek yerine Arap dilinin bu zengin kaynağına müracaat etmek daha güvenilirdir. 
Dilbilgisi alimleri, kendi eserlerindeki yetersizlikleri yüzünden nadir anlamları, pek çok maruf kullanıma dahil etmişlerdir. Kur’an Arapçasının, günlük dildeki maruf kullanımına uygun bir şekilde vahyedildiği gerçeğini göz önünde bulundurursak, Kur’an’ın nadir kullanım şekillerini ihtiva etmediği sonucuna varabiliriz. Üstadım İmam Ferahi, engin birikimiyle, dilbilimcilerin nadir kullanımlar listesine dahil ettiği pek çok kelimenin aslında, maruf kullanım olduğunu ortaya koymuştur. Bu araştırma, nadir kullanım oranını azaltırken maruf kullanım listesini genişletmek için bir girişim değil elbette. Bilakis Kur’an tefsir sürecine, yani Kur’an ayetlerinin gerçek manasını tamamlamada büyük etkiler sunuyor. Böyle bir çalışmayı sadece akademik bir merak olarak değerlendirmek yanlış olacaktır.
Dile ait bilimler arasında, belagat ilmiyle uğraşmalıyız. Çünkü biz Müslümanlar, Kur’an’ın dil olarak mucizevi olduğunu ve onun belagatini göz önüne aldığımızda tamamen eşsiz olduğunu savunuyoruz. Zaten Kur’an’ın bu mucizevi özelliğini herkes fark ediyor. Maalesef, belagat ilminin öyle kolay anlaşılmayan yönlerini bize anlatabilecek düzgün bir eser yok. Belagat ilmi hakkında yazılmış kitaplar var. Ama bu kitaplar Antik Yunanistan’dan ihraç edilmiş bilgi temelli belagat kitaplarıdır. Bunlar Yunan edebiyatının belagatini ölçmek için kullanılabilir. Ama Kur’an belagatini tanımada kullanılamaz. Kur’an belagatini anlayıp tanımada bu bilgileri kriter olarak kullanmak, altın tartmak için dizayn edilmiş bir tartıyı kömür tartmak için kullanmaya benzer. Dilbilgisi alimlerimiz ihraç ettikleri bu belagat bilgilerini, Arapçadaki bir metnin ya da konuşmanın belagat üslubunu ölçmede kullanmak maksadıyla ellerinden geleni yaptılar. Fakat onlar çıktıkları bu yolculukta hiç de başarıya ulaşamadılar. Yapabildikleri tek şey, bu teknikle Arapça şiirini tek bir şekle sokabilmek olmuştur. Yani ikisini kaynaştırabilmek olmuştur. Arap şiirinin kaynağı ve Yunan şiirinin tamamen farklı bilgi kaynağı göz önünde bulundurulursa, bu alandaki başarıların da sınırlı olduğu görülecektir. Bu kitaplarda yapılabilecek tek şey, olsa olsa, Arap şiirinin bazı inceliklerini takdir edebilmek olacaktır. Hepsi bu! Demek istediğimiz, bu tür kitapların yardımıyla Kur’an’ın belagat inceliklerinin farkına varıp anlayabilmemiz mümkün değildir. Bunlar böyle bir beceriden fersah fersah uzaktadırlar. Bunlar bırakalım faydayı, Kur’an’ı anlamada bizleri yanlış yola bile sevk edebilirler!
Kur’an, ilahi vahiy toprağından filizlenmiş ve oldukça belagatli, düşünce ve duygularını rahatça ifade edebilen Arapların ellerinde büyümüş, gelişmiştir. Gürül gürül akan bir ırmağın dalgalarından daha güçlü akan ve Arap yarımadasında bir şimşeğin hızından ve gücünden daha hızlı çarpan bir kitap… Mevcut, yetersiz bilgi temelleriyle böle bir kitabın özelliklerini ölçüp biçmek, bir mimarın ölçeği ile gökyüzünün genişliğini ölçmeye çalışmak gibi bir şeydir.
Şimdi, üstadım Hamiduddin Ferahi’nin Kur’an belagati hakkında yazdığı “Cemheretü’l-Belaga”nın basıldığını söylemek istiyorum. Bu kitapta yazar, belagat ilminde şimdiye kadar ortaya çıkmış edebiyattaki belagat üslubuna işaret ediyor ve Kur’an belagatinin inceliklerini ölçmede, edebiyat için kullanılmakta olan belagat üslubunun geçersizliğine dikkat çekiyor. Yazar, aynı zamanda Kur’an belagatini ölçerken gözlemlediği doğru ilkelerin neler olduğunu anlatıyor. Şimdi yapılması gereken, İmam Ferahi tarafından tanımlanan ilkeleri pekiştiren örnekler bulabilmek amacıyla Arap edebiyatını ve Kur’an’ı derinlemesine okumak. Bu şekilde, belagatle ilgilenen öğrenciler onun çabalarından maksimum fayda elde edebilirler. Allah’a şükür ki, bu tür çalışmalara yönelen insanlara, faydalı olacak eserler gittikçe artarak yayınlanıyor.
2. Kur’an’ın Nazmı
Kur’an’ı tefsir ederken bize yardım edecek ve bize doğru anlamı vermede kılavuzluk edecek kaynak, Kur’an’ın nazmıdır. Nazım, Kur’an’ın her bir suresinin belli bir konusu olduğu ve bütün ayetlerinin bir mantık içinde birbiriyle bağlantılı ve bir konu etrafında, bir ağ gibi birbiriyle örülmüş olduğu anlamına gelir. Bu “konu” (umud) etrafında, ayetlerin sürekli ve dikkatli bir tetkiki yapıldığında ve birbiriyle bağlantısı ortaya çıktığında sureler; birbirinden bağımsız, kopuk kopuk ayetler yığını olarak kalmaz, birbiriyle bağlantılı bütün bir parça olarak görülmeye başlar. Kur’an’ı bu şekilde anlayabilmek için her bir surenin nazmını çözmek, sureye başlamadan önce yapılması gereken en öncelikli şeydir. Surenin nazmı keşfedilmediği sürece; ne surenin gerçek değeri, ne onun altında yatan hikmet anlaşılabilir ve ne de ayetlerin birbiriyle bağıntısına göre bir tefsire ulaşmak mümkün olabilir. Kuşkusuz bu, çok zor bir görev ve belki de müfessirlerimiz bu meseleye çok az ehemmiyet gösterdiler. Bu bağlamda bir şey yapmak isteyenler marjinal çabalara giriştiler, bu nedenle bu konuda somut neticeler elde edemediler. Aslında onların, bir surenin ayetleri hakkında ortaya koydukları ilişki türü çok yüzeysel görünüyor. Bu türden bir bağıntı-ilişki her ne kadar farklı farklı olsalar da, bir metnin herhangi bir parçası arasında da görülebilir. Biz, Kur’an nazmından bahsederken, bu türden bir ilişkiyi kastetmiyoruz. Aksine, demek istediğimiz nazım türü, yüce bir metinde ve çok sağlam söylemde bulunabilir. Bunun yansımasını İmam Hamiduddin’in tefsirinde görebiliyoruz.
Müfessirler Kur’an’ın bu yönüne çok az ehemmiyet verdiklerinden (aslında bazıları çözemedikleri hususları tutarsızlık olarak adlandırmışlardır) pek çok insan, Kur’an’da nazım arayışını beyhude olarak görmektedir.
Böyle bir çabaya girişmek, onlara göre “boşa kürek çekmek” demektir. Aynı zamanda bu tür insanlar, Kur’an’ın farklı farklı ahlaki ve dini emirlerle dolu olduğunu, bu gerçeği akılda tutarak Kur’an okumamız gerektiğini iddia etmektedirler. Şu gerçek ki, sayıları oldukça fazla olan bu türden insanlar, Kur’an’daki nazmı keşfetmeyi amaçlamış bir çabayı fark edip anlayamazlar. İlk başta yapılaması gereken iş, Kur’an’ın bu özelliği hakkında insanları eğitmek. Bu nedenle, meselenin düzgünce anlaşılması için elimden geldiğince anlaşılır ve ikna edici bir tarzda, nazmın konseptini açıklamaya çalışacağım.
1. Bu konuda evvela, nazım düşüncesinin yeni bir şey olduğu yanlış fikrinden vazgeçilmelidir. Pek çok alim Kur’an’ın nazımla bezeli olduğunu ifade etmiştir. Aslında bazıları Kur’an nazmı hakkında özel-seçkin eserler kaleme almışlardır.
Allame Ebu Cafer Şeyh Ebu Hayan, Kur’an nazmı hakkında özel bir eser kaleme almıştır. Eserin adı, “Kur’an Surelerinin Dizilişindeki Bağlantıların Delilleri”dir. Ve çağdaş yazarlardan Şeyh Burhaneddin Baki’nin kitabının adı, “Surelerin ve Ayetlerin Dizilişinde İncilerin Çeşitliliği”dir.
İmam Suyuti de sadece Kur’an’ın nazmını dile getirmeyip, aynı zamanda onun mucizevi yönlerini tartıştığı kitabı da bu konudaki başka bir eserdir. O, aşağıdaki sözlerinde, Kur’an nazmının önemini anlatıyor:
“Ayetlerin bağıntısını keşfetme, asil bir ilimdir. Müfessirler onun anlaşılması güç doğasıyla çok az ilgilenmişlerdir. İmam Razi Kur’an’ın nazmına çok fazla ilgi göstermiştir. Ona göre Kur’an’ın incelikleri, Kur’an’ın ayetlerinin birbiriyle bağıntısında ve dizilişinde gizlidir.”
Şüphesiz, Razi Kur’an nazmı meselesine özel bir dikkat göstermiştir. Ama çabaları pek verimli olmamıştır. Çünkü Kur’an nazmını çözmek için gereken enerji ve zamanı, onun gibi faal bir yazar ayıramamıştır. Onun için bu meselenin ne kadar önemli olduğunu tefsirinde kaleme aldığı yorumlarında görebiliyoruz. Razi Fussilet suresi 44. ayeti tefsir ederken, şunları yazar:
Bazıları, surenin “EğerKur’an Arapça dışında başka bir lisanda indirilseydi, daha iyi olurdu.” diyerek alay eden kimi insanlara, cevaben nazil olduğunu söylerler. Kanaatimce, böyle bir şey söylemek büyük bir adaletsizliktir. Onların sözlerindeki ima, Kur’an ayetleri arasında bir ilişki olmadığına dair iddialarıdır. Böyle bir şey, Kur’an’a haksızlık eden bir sözdür. Bu sözü göz önüne aldığımızda, bırakalım mucizevi bir kitap olduğunu iddia etmeyi, kendi içinde uyumlu bir kitap olduğunu iddia etmek bile mümkün değildir. Benim bu sure hakkındaki görüşüm, onun başından sonuna kadar tutarlı bir hitap olduğu yönündedir.
Bunun ardından, Razi hemen hemen on dokuz satır boyunca Kur’an tefsirine devam ediyor ve sonra diyor ki:
“Gerçeği inkara kalkışmayan her dürüst insan şunu kabul edecektir ki, bu sure bizim yaptığımız gibi tefsir edildiğinde, bütüncüllüğü içinde tek bir hedefe yönelen ve tek bir konuyla ilgilenen birbiriyle ilintili bir hitap gibi görünüyor.”
Bu konuda, önemli bir başka kişilik de Allame Makdum Maha’imi’dir. Genel olarak “tefsir Maha’imi” olarak da bilinen, “Tebsir el-Rahman ve Teysir al-Mennan” adlı tefsiri kaleme almıştır. Bu tefsirinde o, Kur’an nazmını belirleyebilmekiçin elinden geleni yapmıştır. Bu gayretlerinde başarılı olup olmadığını sorgulamak gerekir.Eğer başarılıysa, ne ölçüde başarılı olmuştur? Onun düşünce ekolünden bir başka alim ise “Allame Veliüddin Malvi”dir. Kur’an nazmı hakkında şöyle der:
“Mademki Kur’an tedricen nazil oldu, o yüzden Kur’an’da nazım aramaya çalışmak boşunadır.” diyenler yanılmaktadır. Kur’an’ın peyderpey nüzulü hakkında hiç şüphe yoktur. Fakat aynı şekilde su götürmez hakikat şu ki, gerçek hikmet onun şu anki düzenlenmiş halinde görülebilir.
Sanırım bu açıklamalar, Ferahi’nin ve onun gibi düşünenlerin, Kur’an’ınbu özelliğini ortaya koymada yalnız olmadıklarını kanıtlamak için yeterlidir. Gerçekten de nazmın varlığını gözlemleyebilmiş ve onun hakkında düşüncelerini dile getirmiş başka başka insanlar da vardır.
2. Bir diğer önemli gerçek de şu dur ki, nazmı yok sayan alimler bile bir konuşma-hitap için onun önemini hissetmeden edememişlerdir. Bu nedenle, bir anlam yerine alternatif diğer bir anlama öncelik verdiklerinde, konteksti (ifadenin genel anlamını) savunmuşlardır. Şu açıktır ki, bir delil olarak konteksti kullanmak, bir bütünün parçalarının anlamlı bir şekilde birbiriyle bağlantılı olmasını gerektirir. Meşhur tefsirler arasında, Taberi’nin ve Zemahşeri’ nin tefsirleri bu konuda iki seçkin örnektir. Pek çok defa onların ikisi de, Kur’an’ın nazmıyla yakınlığa sahip yorumlar arasından nazma yakın yorumu tercih etmişlerdir. Bu, onların Kur’an nazmını tamamıyla ortaya çıkarmamalarına rağmen, belli bir ayet tefsiri hakkında karar verirken, nazmı kullandıklarının önemli bir örneğidir. Bu da nazmın, Kur’an’ın hitabının vazgeçilmez bir özelliği olduğunu ortaya seriyor. Burada İmam Razi’nin bakış açısına bilerek değinmedim. Çünkü o, az önce değindiğim iki saygın alimden farklı bir duruma sahip. O, çeşitli ifadelerinde de belirttiği gibi, Kur’an nazmının gerekliliğine ve ağır basan önemine kani olmuş gözükmektedir. O, Kur’an’ın bu kendine özgü özelliği konusunda somut sonuçlara gitmese de çoğunlukla nazmın ışığında tefsir etmeye çalışmıştır.
Nazmın önemi ve gerekliliğini düşünmelerine rağmen Kur’an’ın ondan yoksun olduğunu iddia edenler, bu konuda çok zayıf argümanlar sunmuşlardır. Nasıl bu argümanlarla kendilerini ikna edebiliyorlar, anlayamıyorum. Onlar, Kur’an’ın şartlara göre peyderpey-aşama aşama nazil olduğunu söylerler. Bu inkar edilemez gerçek göz önüne alınırsaKur’an, onların savunduklarına göre tutarlıve tertipli bir kitap olamazmış! Gerçek şu ki, bir kerede vahyedilenuzun surelerin bazıları ve kısa surelerin çoğu, bu argümanlarını çürütür niteliktedir. Neden mi? Çünkü onlar, en azından bu surelere bakıp, aşama aşama nazil olmuş surelerindoğal olarak dağınık bir hitap (onlara göre) olduğunu iddia edemezler. Bu gerçek üzerine İmam Razi, az önce iktibas ettiğimiz soruyu sormuştur.
Bana göre Kur’an’ın nazım özelliğini yalanlama-yok saymaları için hiçbir mantıklı sebep yoktur. Bu inkar, belki de Kur’an’ın kutsallığı hakkındaki endişelerinden kaynaklanmaktadır. Belki de onlar, eğer bu bakış açısını kabul ederlerse, Kur’an’ı tefsir ederken her adımda nazmı ifşa etmek, açıklamak zorunda kalacaklarını düşünmüş olabilirler. Yani bu uğurda yapılacak bir hata Kur’an’ın kutsallığına ve İslam ümmetine tamiri zor zararlar verebilir. Nazmı yok sayma sebepleri bu olsa gerek. Onların böyle bir amacı elbette övgüye değer ama bu şekilde pek çok çözülemez problemlere sebep oldular. Aslında ümmete verdikleri zarar, olmasından korktukları potansiyel zarardan çok daha büyük olmuştur. Onlar nazmı tanımlamada, uygun gördükleri yerde çekinmeden bunu yapmalıydılar. Uygun görmedikleri yerde, kendi yetersizlikleri yüzünden kutsal kitabımızı lekelemeden kifayetsizliklerini itiraf etmeliydiler.
3. Kur’an surelerinin-ayetlerinin sıralanışını ve kıssaları tetkik edenler, Kur’an tedrici şekilde nazil olmasına rağmen, peygamberimizin Kur’an ayetlerinin sıralanışına karar veren kişi olduğunuinkar edemezler. Her ne zaman vahiy gelse o, Kur’an katiplerine talimatlar vererek, o ayetleri belli bir surede belli bir yere koymalarını isterdi. Katipler de Resulün takdir ettiği şekilde peygamberin gözetiminde yazarlardı. Bu yüzden, Kur’an’ın düzeninin (sure-ayet dizilişi) peygamberin buyurduğu şekilde yapıldığına dair İslam ümmetinde fikir birliği vardır. Kur’an gelişi güzel ayetler yığınıysa, neden Kur’an ayetlerinin belli yerlere konulmasını emretmiştir. Herhangi bir vahiy sonrası planlı bir düzenleme olmasaydı, ayetleri en iyi sıralama-düzenleme yöntemi, kronolojik düzenleme olurdu. Nazil olan her vahiy, düşünülmeden, bir önceki vahyin yanına yerleştirilirdi. Bu yüzden, sorun şu ki neden vahiy için yeni bir düzenlemeye-sıralanışa ihtiyaç duyuldu. Bu sorunun tek bir cevabı olabilir. Bu yeni düzene koyma işi, anlamlı bir içi bağlantı temelli olması ve Kur’an’ın anlamlı bir şekilde bağlantılı olmasıyla açıklanabilir. Yukarda Allame Malvi’den yaptığımız alıntı bu gerçeği işaret ediyor.
Bu bakış açısı, aynı zamanda, önceden verilmiş bir emirdedeğişikliği ya da belli bir hafifletmeyi ilan eden ayet(ler)in yanına, Allah’ın ilk verdiği emri tanımlayan ayet(lerin) konulması gerçeği ile desteklenmektedir. Bu hususta, Kur’an’da birkaç örnek görülebilir.
4. Kur’an’ın surelere ayrılması, Kur’an’ın nazımla bezeli olduğunun güçlü bir kanıtıdır. Eğer nazımdan yoksun olsaydı, neden bu sürelere ayrılma söz konusu olmuş olsun? Her makul insan, eğer hitabında hiçbir anlamlı değişim yoksa ve belli bir konusu yoksa surelere göre Kur’an’ın içeriğinde fark gözetmenin-ayrım yapmanın gereği olmadığını anlayabilir. Nazım olmasaydı, Kur’an, ezber ve rahat okuma amacıyla eşit parçalara taksim edilmesi daha uygun olurdu. Bu böyle olmadığından, bilakis Kur’an’ın içindekilerinin değişik boyutlarda farklı surelere bölündüğünden, konularına göre özel bir bütünlüğe sahip olduğunu düşünmekten başka neden kalmıyor.
5. Herhangi bir fikir ayrılığı olmadan bütün Kur’an kopyalarında mevcut olan, Kur’an’ın halihazırdaki sure-diziliş şekli, nazmın var olduğunun başka bir ikna edici delilidir.
Demek istiyorum ki, neden bütün Kur’an kopyaları, herhangi bir değişiklik söz konusu olmadan, aynı düzene sahip surelerden oluşmaktadır. Eğer bu düzen, Kur’an’ın düzenleniş ve bir araya getiriliş şeklinin ilahi iradenin bir parçası olmasaydı, herhangi bir değişiklik yapmamak hususunda bu kadar sıkı sıkıya bağlı olunmazdı. Hiç olmazsa bu değişiklik, surelerin boyutlarına göre ayarlanırdı. Fakat böyle bir şey söz konusu olmamıştır. Örneğin Fatiha suresi, aralarında dünyalar kadar fark olmasına rağmen Bakara suresinin önüne konulmuştur. Benzer şekilde Kur’an’ın en küçük suresi olan Kevser suresi, Kur’an’ın uzun sayılabilecek surelerinin önüne konulmuştur. Bir diğer gerçek de, bu surelerin düzeninin, nüzul zamanına göre yapılmamış olmasıdır. Çünkü nüzul zamanına göre kronolojik bir düzenleme yapılsaydı, Alak suresi, Kur’an’ın ilk nüzulü hakkındaki meşhur rivayete uygun olarak ilk sıraya konulması gerekirdi. Fakat herkes onun Kur’an’ın son cüzüne konulduğunu bilir. Bu tür örnekler bizi, halihazırdaki sure düzenlemesi için kronolojik ya da boyut bakımından bir sure düzenlemesinden başka bir sebebi olduğunu düşündürmeye sevk ediyor. Çalışmalarımız ve analizlerimize göre, bu sure düzenlemesi her bir surenin bir diğeriyle anlamlı bir yakınlığı olduğunu gösteriyor. Burada biri çıkıp şöyle diyebilir; mademki surelerin sıralanışı, peygamberin vefatından sonra ashap tarafından belirlendi, öyleyse bu düzen arkasında ilahi bir hikmet aramak boşunadır. Bu iddiayı çürütecek sebeplerim var. Evvela, surelerin mevcut düzenlemesi peygamber tarafından kararlaştırılmıştır. İkinci olarak, farz edelim ki bu düzen ashap tarafından belirlendi, surelerin birbiriyle yakınlığı hesaba katılmadan rastgele yapıldığı nasıl saptanabilir. Herkes bilir ki, Tevbe suresinin yeri hususunda bir ihtilaf zuhur ettiğinde, bu mesele, Kur’an’ın nazmı ışığında çözülmüştür. Konusunun, Enfal suresiyle yakınlığından dolayı, bu sureden sonra konulmuştur.
Bu örneği, “Bu sure düzenlemesi, peygamberin vefatından sonra ashap tarafından yapılmıştır.” diyenlerin fikirlerini göz önünde bulundurarak söyledim. Biz, bu sure düzeninin, Allah’ın talimatlarına göre peygamber tarafından karar verildiğine inanıyoruz. Bu bakış açımız hem Kur’an, hem de hadis rivayetlerinde kanıtlanmıştır.
Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor:
“Onu (senin kalbinde) toplamak ve (sana) okutmak bize düşer. O halde sana Kur’an okuduğumuz zaman okunuşunu takip et. Sana onu açıklamak bize düşer.(75/Kıyamet/17-19)
Üstat Ferahi bu ayeti tefsir ederken şöyle yazmıştır: “Bu ayet tarafından takviye edilmiş üç mesele var. Birincisi, Kur’an, belli bir düzende tamamlandıktan sonra peygambere hayatta iken okunacaktır. Çünkü vefatından sonra bu yapılacak olsaydı, yeniden bir okuma talebini takip etmesi istenmezdi.
İkinci mesele şu ki, peygamberimiz, bu yeni bir okumadan sonra ashabına Kur’an’ı okumakla mükellefti. Bunun aksi yani peygamberin Allah’tan aldığı vahyi, insanlara ulaştırmaktan beri durması, hem nakli hem de akli delillerden dolayı mümkün değildi. Kur’an şöyle buyuruyor:
“Ey elçi, Rabbinden sana indirilenleri tebliğ et. Sen onu yapmadığın sürece Rabbinin mesajını (hiç) yaymamış olursun” (5/Maide/67)
Bu ayet, Allah’tan gelen “yeni-en son okumadan yani levh-i mahfuzda kayıtlı olan” okumadan sonra, peygamberin ashabına Kur’an’ı baştan sona yeniden okumak zorunda olmasını gerekli kılmaktadır.
Üçüncü mesele şu ki, Allah hangi emri tek tek ayrıntılarıyla belirttiyse ve genelleştirdiyse onu, bu “en son okumadan sonra” ona göre yapmıştır.
Kur’an, peygamber döneminde bütün bu evrelerden geçti. Herkes bilir ki peygamber, insanlara, Kur’an’ın bütün surelerini baştan sona okudu ve bu, eğer Kur’an belli bir düzen içinde, peygambere okunmamışsa, böyle bir şey nasıl mümkün olabilirdi ki? Ashap, bu sure düzenini takip ederek Kur’an’ı ondan öğrendi. Pek çok rivayete göre, peygamberin belli ayet(ler)in nereye konulacağını bildirdiğini, o yönde talimatlar verdiğini biliyoruz. Katipler de peygamberin talimatlarını canla-başla harfi harfine uygulamışlardır. Daha sonra nazil olan açıklama niteliğindeki ayet(ler), uygun bir yerde tutulmuş; Kur’an baştan sona tamamlanınca, Cebrail son bir kez peygambere, Kur’an’ın tamamını okumuştur.
Kur’an hakkında bu gerçeği anladıktan sonra, nazım ile ilgili pek çok soru cevap bulmuş oluyor.
Üstat Ferahi’nin, Kur’an’ın bizzat içinden tefsir ederek yaptığı araştırma, ilahi rehberliğe uygun şekilde, peygamber hayattayken tamamlanan Kur’an’ın mevcut sure düzeninin şüphelerden münezzeh olduğunu kanıtlıyor. Bununla birlikte, kağıdın az bulunan kaynak olmasından dolayı, uzun bir süre boyunca Kur’an, hafızların kalbine yazıldığı gibi hurma ağacı yapraklarına, kemiklere ve taş tabletlere yazılıyordu. Hz. Ebubekir, peygamber dönemindeki aslına uygun olarak, Kur’an’ı tek ciltte toplayan ilk kişidir. Hz. Osman ise İslam topraklarının farklı önemli bölgelerine yollanması için Kur’an’ı çoğaltan ilk kişidir.
6. Kur’an nazmının başka bir ikna edici delili, Kur’an’ın mükemmel hitabı hakkındaki fikir birliğidir. Nazımdan yoksun bir şey, mükemmel olarak addedilemez. Başka bir deyişle, bir hitabı güzelleştiren, süsleyen nazımdır. Onu, bu nazımdan yoksun bırakmak, sadece onun edebi özelliklerine zarar vermez, aynı zamanda onun yapısal ve tematik özelliklerinde de tamiri zor kayıplara neden olabilir. İnsanlar genellikle, nazımdan yoksun olan şeylere boş gözüyle bakarlar ve onu incelemek için zaman harcamaktan kaçınırlar. Herkesin malumudur ki, Kur’an Araplardan, Kur’an’ın bir benzerini getirmeleri konusunda meydan okumuştur. Fakat onlar, belagatin inceliklerine hakim olsalar da, edebiyatta iddiaları hayli fazla olsa da, Kur’an’ınkine benzer küçücük bir sureyi bile getirememişlerdir. Kur’an’ın bildirdiği bu mükemmel durumu göz önünde bulundurarak yapılacak ilk iş, Kur’an nazmına yoğunlaşmamız olacaktır. Kur’an nazımla bezelidir. Bu yüzden, Kur’an farklı farklı ayetler yığını olarak görülmemiş, belagatli Arapları bu nedenle büyülemiştir.
Tekrara gireceğim ama Kur’an’ın bu meydan okuması karşısında Arapların bir benzerini getiremedikleri Kur’an’ın en temel özelliği, ilahi metnin mucizevi tarafı olan nazımdan başka bir şey değildir. Ne zaman Kur’an onlara meydan okusa, onlardan böyle bir kitap getirmelerini, ya da on sure getirmelerini, hiç olmazsa ona benzer bir sure getirmelerini istemiştir. Arap olsun ya da olmasın, belagat sahibi bütün insanlar, bir hitabın özünün nazım olduğu konusunda hemfikirdir. Bütün faziletler nazımdan akar. Bu konuda şüphe duyan biri, belagatli bir metni eline almalı, o metni karma karışık hale getirip ve daha sonra bu hareketi sonucu kaybolmuş olan değerin boyutlarını ölçmelidir.
Sizlere Kur’an’ın bir hitap olmadığı yönündeki şüpheleri yok etmek, Kur’an’ın asıl değerinin nazım olduğu ve Kur’an’ın içindekilerin birbiriyle tutarsız olduğu fikrini silmek için bazı deliller sundum. İnşallah, tefsir süreciyle sürekli bir ilişki içinde olması gereken nazmın, Kur’an’ın en önemli özelliği olduğuna kani olabilirsiniz.
Nazmı Anlama Prensipleri
Nazmı anlamanın prensiplerini tanımlamak, Kur’an’da onun varlığını kanıtlamak için, delilleri sıralamaktan çok daha önemlidir. Bir insan, Kur’an’da nazmı anlamaya kendini pek mecbur hissetmez, çünkü onun önemini ve ihtiyacını hissetmiyor olabilir. Ya da onun lehindeki delillerin gücünü göremiyorolabilir. Sık sık nazmı reddeder, çünkü onu görebilmek, anlayabilmek çok zor bir iştir. Bu yüzden Kur’an’da nazmı keşfedemez. Bir şekilde nazmı bulmak kolay bir şey olsaydı, eminim Kur’an’ı anlamadaki nazmın anahtar rolü de, insanların idrakine kolay yansımış olurdu.
Bu kısa konferansta, Kur’an’daki nazmı tanımlamak, bütün ilkeleri ortaya koymak gerçekten de zor. İşin aslı, birkaç tur yapılacak konferans -ki çok faydalı olurdu- bile ilkelerin takdirini ortaya koymaya yeterli olmazdı. Bu türden bir çalışma için doğru yaklaşım evvela, bu ilkelerin düzgün bir şekilde anlayışını ortaya koymak, daha sonra da bunları tamamen özümsemek için uygulamaya koymanıza yardımcı olmaktır. Nazmın önemini anlama meselesine gelince, çağımızda Kur’an’ın hizmetinde ömrünü tüketmiş İmam Ferahi’nin akademik çalışmalarına başvurabilirsiniz. Özellikle, Kur’an nazmı hakkındaki eseri “Dela’il Nizam’ül-Kur’an” basıldığında, okuyucu bu prensipleri daha iyi anlayacaktır. Yine de bu prensipleri çalışmalarınızda uygulamak ve kullanmak, sizlerin araştırma ve zihni kabiliyetlerinize kalmış. Bu kısa konferansta, sizin için yapabileceğim şey, halihazırdaki meselenin daha iyi anlaşılması için belli başlı göze çarpan prensipleri sizlere açıklamak olacaktır. Kur’an çalışmaları esnasında, bir insanın yüzleşmekte olduğu üç büyük engel vardır. Prensipleri betimlerken benim odaklandığım husus, eğer bunları yok edersek, neredeyse bütün potansiyel sorunları ortadan kaldırmak anlamına gelen bu engeller kalkmış olacaktır.
Birinci engel, Kur’an’ın kendine has olan kelime ve cümle kullanımıdır. İşte bu, nazmı fark edip anlamalarında insanlara zorluk yaşatabilir. Bu insanlar, Kur’an’ın kendine has ifade biçimini anlamada başarısız olmaktadır. Aslında günümüzde yazılan, konuşulan Arapça ile klasik dönemdeki Arapların nasıl yazdıkları ve konuştukları birbirinden dünyalar kadar farklıdır. Bilakis Kur’an dili, günümüz Arapçasından çok çok farklıdır. Bu fark, sadece dilin terimlerindeki farklılıktan değil, aynı zamanda tarz ve tat olarak da terimlerin farklı oluşundan kaynaklanır. Klasik dönem Arapçasının bu tat ve tarzıyla tanışık olmadığımızda, bununla dokunmuş olan Kur’an’ı incelerken pek çok sorunla karşılaşmamız işten bile değil. Klasik dönem Arap edebiyatıyla haşir neşir olan herkes, Arapların bir hitabı nasıl başlattıklarını ve daha sonra nasıl konudan sapıp da sonra tekrar başlattıkları yere döndüklerini iyi bilirler. Bir yanda, söz konusu meselenin enginliği; bir yanda, diğer insanların haricinde, Arap dili uzmanlarının anlayıp, takdir edebildiği özlülük ve kısalık.Bazen Araplar, bir meseleden bahsederler ve akabinde derhal, dinleyiciyi önceden bilgilendirmeksizin, az önce bahsettiği mesele için iddialarını delillendirmek amacıyla kanıt sunarlar. Konuşmanın genel gidişatı esas alınarak onu anlamak, dinleyicilerin zekasına kalmıştır. Aynı şekilde, onlar cevap verirler ama itiraz mı ediyorlar, yoksa cevap mı veriyorlar açıkça belli değildir. Burada, cümle ve konuşmanın genel gidişatından sonuç çıkarmak, dinleyicinin entelektüel becerisine bırakılır. Bazen bir konuşmacı belli bir noktadan başlar ve daha sonra konudan sapar; o kadar uzar ki, dinleyiciler çok dikkatli değilse, konuşmanın başlangıç noktasını unutabilirler.
Bu ve benzeri şeyler, klasik dönem hatiplerinin belagatli konuşmalarına ve Arap edebiyatına tam hakim olmadıkça anlaşılamaz. Kur’an, klasik Arapçanın bütün güzel özelliklerini barındıran eşsiz bir örnek olduğundan, o dönem Arapça özelliklerinin çok iyi bilinip öğrenilmesi, Kur’an çalışmalarında vazgeçilmez bir unsurdur.
İkinci engel ise, insanların Kur’an’ın nasıl bir kitap olduğunu anlayamamalarıdır. Bu nedenle nazım ararlarken gösterdikleri çabaları sonuçsuz-başarısız kalmıştır. Onun için, asıl önem arz eden soru şudur ki; Kur’an ne tarz bir kitaptır? Bilimsel bir kitap mı, şiirlerle ve kehanetlerle dolu bir kitap mı? Hatiplerin hitaplarına benzeyen şeylerle dolu bir kitap mı? Eskiden kafirler Kur’an’ı şairlerin, sihirbazların konuşmalarıyla kıyaslarlardı; günümüzde ise bilimsel konularla özdeşleştiriliyor. İşin aslı şudur ki iki grup da çok büyük bir yanılgı içindedirler.
Eğer yeryüzünde Kur’an’ın üslubu ile kıyaslanabilecek bir şey var ise, o da klasik dönem hatiplerin konuşma üslubudur. Fakat bunun, olabilecek en yakın emsalle yapılan bir kıyaslama olduğunu bir kez daha belirtmek isterim. Kur’an başka hiçbir şeye benzemeksizin üslubuyla-hitabıyla hiçbir şeyle kıyas kabul etmez. Bu yüzden, Kur’an’ın, klasik dönem hitabet edebiyatını tamamen yansıttığını söylemek doğru bir şey değildir.
Kur’an’ın Arap hatiplerinin konuşmalarıyla üslup olarak benzeştiğini iddia etmek, Kur’an’ın konuştuğu kendine has çevresinde bağımsız düşünülemeyeceği anlamına gelir. Kur’an’ın bu özelliği göz önünde bulundurulduğu vakit, o bölgeyi tamamen anlayabilmenin önemi, Kur’an’ın bizatihi yazı dilinin Arapça olması sebebiyledir. Belirtmeye hiç gerek yok ki, bu gerçek sebebiyle Kur’an kendi kendini açıklayan bir kaynağa sahiptir. Kur’an’ın ışığı parıldar ve bütün gerekli ayrıntılar gözle görünür hale gelir. İnsanın tek yapması gereken Kur’an metninin istediği anlamı belirleyebilmektir. Bu doğru şekilde yapıldığı takdirde, Kur’an nazmı o kadar aşikar olur ki, ne kadar metin detaylarla örülü, karışık olsa da, okuyucu derhal onu anlar.
Bazı insanlar, Kur’an’ın anlatmak istediğini belirleyebilmek için nüzul sebebiyle ilgili rivayetlere başvururlar. Bu tür rivayetler, tefsir kitaplarında bolca bulunabilir. Bu türden yaklaşım doğru bir yaklaşım değildir. Bu tür rivayetler, Kur’an nazmını çarpıtmada büyük bir rol oynamıştır. Zaten çoğu temelsiz, akla aykırı şeylerdir. Doğru yaklaşım, Kur’an’ın direkt olarak nasıl bir çevreyi tanımladığını bilmekten geçer.
Kur’an’ın doğrudan ya da dolaylı olarak kime hitap ettiğini ve hitap edilen kişilerin ne şartlarla-çevrelerle yüz yüze olduğunu bulduğumuzda; hem dostlar hem de düşmanlar tarafından cevabı bekleyen sorular gün yüzüne çıktığında, düşmanların kinlerinin nasıl tehlikeye dönüştüğünü, kimlerin İslam safına katıldığını, düşman safına kaç tane grubun katıldığını ve ne tür savaş taktiklerigüttüklerini bulduğumuzda, Kur’an nazmının gerekliliği bir kez daha önem kazanacaktır. Tüm bu saydıklarımız, Kur’an çalışmalarında elde edilen gerçeklerdir. Araştırmacı kişiye bunları tanımlarken biraz çaba göstermesi düşüyor.Sonuç olarak Kur’an nazmı belirgin hale gelecek ve ortaya çıkacaktır.
Üçüncü sorun, belli ayetlerde hitap edilen dinleyicilerin kim olduğunu bilmektir. Kur’an üzerinde düşünen bir kişi, muhatapların kim olduğundan daha güçlü bir sorunla yüz yüze gelemez. Böyle bir kişi sık sık, hemen hemen her ayette Kur’an’ın muhatabının değiştiğini gözlemleyebilir. Bazı örneklerde hitap Müslümanlaradır; bazen müşrikler, bazen de ehli kitap muhataptır. Ara sıra, hitap tekil şekilde gelir, bazen de çoğula dönüşür. Benzer ayetlerde, hitap eden de anında değişebilmektedir. Bir ayette konuşan Allah iken, akabinde peygamber konuşana dönüşür, bazen de Cebrail’in konuşan olduğunu görebilmekteyiz. Kur’an’la yeni muhatap olan biri, konuşanların ve hitap edilenlerin değişiminden dolayı sarsılabilmektedir. Aslında, bu değişim yüzünden Kur’an’ın nazmını, doğru bir şekilde takip etmek gerçekten zordur.
Kur’an’ın, hitabete dayalı kitaplarla tarz olarak yakınlığa sahip olduğunu bilmek, hitaplardaki bu değişim hakkında bazı kafa karışıklıklarını giderebilir. Hatipler konuşmalarındaki değişime dikkat çekmek için ne yaparlar. Onlar bunu, duruşlarını değiştirerek, kaşlarını oynatarak, ses tonlarını değiştirerek yaparlar. Benzer şekilde Kur’an da hitabındaki değişimi kendine has bir tarzda yapar. Okuyucu Kur’an’ın bu özelliği konusunda müteyakkız olursa, kitaptaki herhangi bir değişim, kitabı anlaşılmaz hale getirmeyecektir. Okuyucu kendini ayetlerin akışına kaptıracak, Kur’an’ın kendine özgü dinleyici kitlesi, nazmı görebilmede hiçbir güçlük yaşamayacaktır. Bununla birlikte eğer okuyucu nazmı keşfetmek için tüm enerjisini seferber etmezse, hitaplardaki bu değişimin sebeplerini fark etmeyecek ve pek çok önemli hususu gözden kaçıracaktır.
Şimdi burada, Kur’an’daki hitapların değişimi hakkında zorlukları çözmede çok yardımcı bir tefsir olan, Ferahi’nin, “tefsir Nizam’ül-Kur’an” adlı tefsirinin ön sözünden bir alıntı yapacağım:
Biz Müslümanlar arasında, Kur’an’ın Allah tarafından peygambere nazil olmuş ilahi bir kitap olduğunda, tam bir fikir birliği vardır. Ama bununla beraber Kur’an’da bazı ayetler vardır ki hitap eden, konuşan Allah değildir. Fatiha suresindeki ifade buna örnektir (yalnız sana kulluk ederiz). Açıkça görülüyor ki bunu da konuşan Allah’ın kullarıdır. Müfessirler, Allah’ın insanoğluna bunu böyle söylemeleri gerektiğini, Allah’ın bizden böyle dua etmemizi istediği şeklinde yorumluyorlar. Şüphesiz, burada (de ki) diye bir emir cümlesi olmadığı halde biz bunu nasıl tespit edeceğiz? Bir kitap okurken düşünülecek iki unsur vardır. Birincisi konuşanın kim olduğu, ikincisi ise kime hitap edildiğidir. Bu iki unsur hakkındaki gerçek şudur ki, doğası itibariyle bazen genel olsa da, maksat bakımından özeldirler. Bazen ise durum bunun tam tersi olabilmektedir. Mademki genel-özel konusunda asıl maksat ve konuşmadaki değişim, metnin anlamınıbilmede gizli, o zaman, böyle bir çaba içindeyken bize yardımcı olabilecek ilkeleri ortaya koymak büyük önem arz etmektedir. Bir konuşmada, bir başlangıç (masdar) ve birde son (münteha) vardır. Bu başlangıç (masdar), ya Allah ya Cebrail ya da peygamberdir. Benzer şekilde son kısım (münteha), ya Allah ya peygamber ya da insanlardır. İnsanlar arasından ise ya Müslümanlar ya münafıklar ya ehli kitap ya İsrailoğulları ya bu grupların karışımı ya da hepsi olabilir. Ehli kitap arasında Yahudiler ya da Hristiyanlar ya da her ikisi de olabilir. Bunlar görülebilen türden örneklerdir. Fakat yine de kafa karışıklığı ve belirsizlik nazmı tanımlarken karşı karşıya kalacağımız hususlardır. Örneğin, ayetin başlangıcında masdarın Allah mı, Cebrail mi, peygamber mi olduğu hala belirsiz olabilir. Teyakkuz içinde olmadan Kur’an’ı okuyup anlamaya çalışan biri, bu üçü arasından, konuşanın kimliğini tespit etmede güçlük yaşayacaktır. Peygamber ve Cebrail Allah’ın elçileridir. Bazen Allah’ın iletmesini istediği şeyleri söylerler, aynen aktarırlar; bazen de kendi başlarına Allah’ın mesajını-vahyini iletirler. Bazen de Cebrail, peygambere bir öğretmen gibi bir şeyler söyler. Kur’an işte bir uyarı olmaksızın bu türden şeylerin karışımı olan bir kitaptır. Bu konuda bize yardımcı olabilecek tek şey konteksttir, yani metinde bir kelime veyahut ayetin önü ve arkasını iyice tespit edebilmektir. Söylemeye gerek yok ki bu, Kur’an’a özgü bir şey değildir. Bu, bütün ilahi kitapların kaçınılmaz özelliğidir.
Bu konuda yol gösterecek prensip şudur ki, bir hitap Allah’tan geliyorsa O; güç, otorite, büyüklük anlatır. Sonuç olarak bu tür hitap şekli sık sık ortaya çıkmaz, ama çıkınca çarpıcı bir tarzda ortaya çıkar. Örneğin Alak suresi, Cebrail tarafından nazil olunan ayetlerle başlar; sure kafirlerin Allah’ın öfkesinin ortaya çıktığı safhaya gelince, hitabın kontrolü birden Allah’a geçer ve şöyle buyurur: “Hayır, eğer bundan vazgeçmezse, onun perçeminden yakalarız.” (96/Alak/15)
Son (münteha)da -yani ayetin son kısmında- genellikle hitabın genel olarak müminlere mi yoksa bizzat peygambere mi olduğunu belirlerken, bir kafa karışıklığı ortaya çıkar. Böyle bir durumda peygamberin durumu, ülkesi adına konuşan ve dinleyen bir temsilci gibidir. Bu sebeple ona bu şekillerde hitap edilmektedir. Tevrat’ta buna benzer pek çok örnek vardır. Mesela, hitap Musa’ya iken aslında hitap edilen kişiler onun topluğudur. Kur’an’da ne zaman bu tarz hitap şekliyle karşılaşırsak, bunu ancak surenin konteksti (siyak-sibak ilişkisini) ve genel gidişatını düşünerek bulabiliriz. Tevbe suresindeki bu ayet buna tipik bir örnektir:
“Eğer sana bir iyilik ulaşsa, bu onların hoşuna gitmez ve eğer sana bir kötülük ulaşsa, kendi kendilerine biz önceden bizim için gerekli tedbirleri almıştık derler.” (9/Tevbe/50)
Bu ayette hitap tekil formundadır, fakat aslında kastedilen Müslümanlardır. Neden? Bu ayete cevap veren bir sonraki ayet anlayışımızı doğrular:          
“Bizim için başımıza asla Allah’ın bizim için takdir ettiğinden başka bir şey gelmez. O bizim yüceler yücesi efendimizdir. O halde inananlar yalnızca Allah’a güvensinler.” (9/51)
Benzer şekilde, İsra suresinde hitap edilen açıkça peygamber iken aslında hitap inananlaradır:
“Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.” (17/İsra/23)
Hitabın kişiye özel olduğu ama asıl maksadın genel olduğu pek çok örnek vardır.
3. Kur’an’ı Kerim
Kur’an tefsir ederken yararlanacağımız üçüncü kesin kaynak, Kur’an’ın bizatihi kendisidir. Kur’an kendini “kitaben müteşabihen” yani kendi kendini açıklayan bir kitap olarak niteler. Bu, kitabın bir bölümünün diğer bir bölümüyle benzer olduğu anlamına geliyor. Şu anlaşılmalı ki, Kur’an içinde kısaca bahsedilen bir mesele başka bir bir yerde etraflıca açıklanır. Başka bir yerde bir iddia gibi algılanan bir ayet başka bir yerde kesin delillerle kanıtlanır. Bir meseleyi farklı şekillerde sunmak onun doğru iletilmesine faydalıdır. Bu eldeki meselenin anlaşılmasını kolaylaştırır. Çünkü bir örnekte gözden kaçırılan bir yönün bir diğer örnekle yakalanması kuvvetle muhtemeldir. Bu nedenle, Kur’an’ın tefsirinde, Kur’an’ın bizatihi yardımcı kaynak olduğu vurgulanması gerekir. Kur’an’ın yardımıyla, karşılaştığı tefsirle alakalı problemleri çözmeye çabalayan biri, birhususta anlayamadığı nazmın başka bir yerde kendisine açıklanmış olduğunu ya da Kur’an’ın iddia ettiği bir konuda kanıtı başka bir ayette bulduğunu fark eder. Öyle ki Kur’an’ın linguistik zorlukları, diğer benzer linguistik ifadeler düşünülüpanlamaya çalışılarak kaldırılır.
Mademki Kur’an metni mutlak surette kesindir ve onun sunduğu açıklamalar, belli bir bilgi topluluğundan başka bir şey değildir. Sonuç olarak, ne kadar inatçı olursa olsun muhalif biri bu bilginin sağlamlığını sorgulamaya cesaret edemez.
4. Mütevatir ve Meşhur Sünnet
Kur’an tefsirinde dördüncü kesin kaynak mütevatir ve meşhur sünnettir. Şöyle ki namaz, zekat, oruç, hac, kurban, mescid-i haram, safa, merve, say, tavafla alakalı, Kur’an’i kavramlarla ilişkili meselelerde ancak sünnet ışığında açıklanmalıdır. Nedeni şu ki sadece peygamber bu terimlerle kastedilen şeyleri açıklama ayrıcalığına sahiptir. Bu meselede geriye kalan tek şey peygamberden bize ulaşan bu açıklamaların doğruluğunu ortaya koyabilmektir. İşin aslı şu ki bu açıklamaların, doğruluğunu sorgulamanın hiçbir yolu yoktur. Çünkü bunlar, İslam dünyasında uygulanan ritüellerle korunmuştur. Bu uygulamalar bizlere tevatür yoluyla ulaşmıştır. Tevatür, aynı şekilde Kur’an’ın bizlere ulaşmasında kullanılan bir yöntemdir. Bu yüzden, Kur’an’ın metnini korumada araç olmuş olan tevatür, bize yukarıda bahsettiğimiz bu terimlerin önemini ve anlamını aktarmıştır. Bu yüzden Kur’an’ın güvenirliliğini kabul eden biri, bu terimlerin önem ve anlamının doğruluğundan şüphelenemez. Kur’an’a inanan bir kişinin sünnet temelli bilgiye de inanması kaçınılmazdır. Sünnetin kendine özgü şekli içinde bazı küçük farklılıkların dinimizde hiçbir önemi yoktur. Bütün Müslümanlar kesin şekilde günde beş vakit namazla yükümlü olduklarını bilirler. Bu gerçeğe Kur’an’ın gerçek olduğuna inandıkları kadar inanırlar. Dua sonunda söylenen “amin”in yüksek sesle mi yoksa kısık sesle mi söylenmesi gerektiğine dair bir tartışma çok da önemli değildir. Özellikle yapıla gelen uygulama tevatür yoluyla değil de, birkaç kişiye dayandırılarak uygulanıyorsa ikinci dereceden önem arz eder. İkinci dereceden önem arz eden bu tür konularda bir birey, doğru olduğunu düşündüğü bir görüşü benimseyebilir. Ama buna karşı görüşte olan, kendisinden ayrı düşünenleri karşısına almadan yapmalıdır. Şu iyice anlaşılmalıdır ki tevatür yoluyla doğrulanmış İslam bilgilerini reddetmek, Kur’an’ın ta kendisini reddetmekle aynı şeydir. Dinimizde böylesi sapkın görüşlere yer yoktur.
“Münker hadis” konusunda o kadar saygısız ve cüretkar oldularki;oruç, namaz, zekat, umre ve kurban gibi terimlerin mütevatir anlamlarını bir kenara ittiler ve kendi kendilerine, uydurup durdukları çıkarlarına uygun bir şekilde tanımlamaya başladılar. Daha önce açıkladığımız gibi, bu Kur’an’ı yalanlamaktan başka bir şey değildir. Sebep şu ki Kur’an’ı bize ulaştıran kanal, bu terimlerin anlamını bize ulaştırmada yardımcı unsurdur. Bunları kabul etmemek, Kur’an’ı anlamaya çalışan kişiyi seçeneksiz bırakacaktır. Kesin olarak, tevatür yoluyla ortaya konmuş olan bu terimlerin anlamlarını çarpıtmaya çalışan cahil insanların yaptıkları bu akademik hata türü (zaman zaman gazetelerde görüldüğü gibi) kurban hakkında kaleme aldıkları çeşitli makalelerde gözlemlenebilir. Bu tür insanların bu kötü niyetlerinin bir örneği, onların dünya ve ahiret gibi kelimelerin yerleşik anlamlarını sorgulamalarıdır. Onlara göre dünya “günümüz-mevcut olan” anlamına gelmekte, ahiret ise “istikbal-gelecek” anlamına gelmekteymiş. Bu yüzden ahiretin nimetlerine ulaşmak için “Allah yolunda harcamalıyız” emrini, “her kuruşumuzu harcamamalıyız, yarın daha iyi bir hayat yaşamak için biriktirmeliyiz” diye anlamamız gerektiğini iddia etmektedirler.
Bu konuda, İmam Hamiduddin Ferahi, tefsirinin ön sözünde şöyle yazmıştır:
Aynı şekilde, namaz, zekat, cihat, oruç, mescid-i haram, safa, merve ve menasik-i hac ve bunlarla alakalı tüm kavramlar tevatür yoluyla, önceki nesillerden günümüze kadar koruna gelmiştir. Bunlar hakkındaki küçük farklılıklar kayda değer değildir. Örneğin, aslan deyince herkesin zihninde farklı bölgelerde küçük farklılıklara sahip olsa da, aynı aslan imajı belirir. İşte Müslümanların ettikleri dualar da, bazen farklılık gösterse de buna örnektir. Bir kusur bulma hevesiyle bunları araştıranlar, Kur’an’da adlandırıldığı gibi din-ikayyumun(dosdoğru yolun) doğasından haberi olmayanlardır.
Bundan dolayı, doğru olan davranış şekli, bu terimlerin yapısı ve kesin şekli hususunda bir soru ortaya çıktığında, bütün Müslümanlarca kabul edile gelen görüşlere bağlı kalmaktır. Tek tük rivayetlerle tanımlanan şeylerde ısrarcı olmak doğru değildir. Çünkü bizi şüphe ve kafa karışıklığına sürükleyecek, diğer insanların amellerine karşı yargıda bulunmaya sevk edecek ve doğru ve eğrinin ne olduğuna karar vermemizi sağlayacak bir kriterimiz olmayacaktır.
II- Kesin Olmayan Kaynaklar (Zanni Deliller)
Şimdi Kur’an tefsirlerinde sık sık karşılaştığımız kesin olmayan kaynaklar (zanni deliller) üzerinde duracağım. Zanni kelimesi ile kast edilen, bu kaynakların, Kur’an öğrencisine, tek başına mutlak gerçeklik sunamayacağıdır. Bilakis bu kaynaklar, belli bir miktar şüphe unsuru barındıracağından, ancak Kur’an’a uygunluk arz ettiği oranda güvenilebilirler. Bu kaynaklar Kur’an’a muhalif bir şey ortaya koyduklarında, Kur’an baz alınmalı, öncelik Kur’an’a ait olmalıdır. İşte bu bahsettiğimiz kaynaklar şunlardır:
1. Hadis Kitapları
Zanni (kesin olmayan) kaynaklar arasında, en takdis edilen ve en çok önem verileni peygamberin hadislerini barındıran külliyatlardır. Bu kitaplar, doğru olanın yerleşmiş kriterlerini ortaya koymadığı takdirde mütevatir sünnet kadar öneme ve tercihe sahip olurlar. Fakat onların sağlamlığı hakkında şüphe unsuru tamamen ortadan kaldırılamadığından dolayı, bu kaynaklar ne sunarlarsa sunsunlar, sadece daha önce bahsettiğimiz “kesin olan kaynaklara” uygun olduğu kadarıyla kullanılmaları gerekir. Bu külliyatlara aşırı önem vermeyi abartanlar, sadece Kur’an’a zarar vermekle kalmıyorlar, aynı zamanda bu külliyatların gerçek manadakonumunuortaya koymada başarısız olmaktadırlar. Aksine Kur’an çalışmalarında hadislerin rolünü tamamen inkar edenler, Kur’an’ın ima ve referanslarını ortaya çıkarmaya yardımcı olan bu hadislerin yüce ışığından kendilerini mahrum edenlerdir. İki yolun ortasını bulan bir yaklaşımla hareket etmeliyiz ve bizler Kur’an’ın imalarını çözmede gerektiği kadar hadis literatüründen faydalanmalıyız, bunun ötesi ise tamamen sarfı nazar edilmelidir. Sağlamlığı kesin denilen bir hadis Kur’an’a zıt bir şey dediğinde, hemen reddetmemeli, şöyle etraflıca üzerinde düşünmeli, Kur’an ışığında bir açıklamasını bulamadığımız ya da İslam dininin herhangi bir zorunlu esasını çiğnediği vakit, bu hadisi bir kenara koymalıyız. Sağlam kaynaklı hadis rivayetleri meselesi göz önüne alındığında Kur’an mesajı ve hadisler arasında nadiren ayrılık söz konusu olmaktadır. Yine de şu unutulmamalıdır ki, Kur’an bütün böyle durumlarda önceliğe sahiptir.
Nüzul sebepleri ile ilgili rivayetler hakkında bilinmesi gereken birkaç husus vardır. Rivayet zincirinin doğruluğunu ortaya koymanın yanında, şu da akılda tutulmalıdır ki Kur’an’ın belli ayet(ler)inin birinci nüzul sebebi, bu kategorideki rivayetler tarafından açıklanmayabilir. Bilakis bu rivayetler genellikle, emir ve talimat ihtiva eden ilgili ayet(ler) için koşulları naklediyor gibi görünmektedir. Bu, pek çok değerli müfessir tarafından kabul edilen bir görüştür. Bu bakış açısını benimsemek, Kur’an çalışması yaparken, karşılaşacağımız sorunların çoğundan kurtulmamızı sağlayacaktır.
Nüzul sebepleri ile ilgili rivayetlere başvurmak, ancak Kur’an belli bir olaya imada bulunuyorsa vazgeçilmez olmalıdır. Örneğin Kur’an, Tahrim suresinde bazı olaylara imada bulunur. Böyle bir olayın detaylarını Kur’an’a uygunluk arz eden hadislerden bulabiliriz.
Şu sonuç çıkıyor ki, Kur’an metni izin vermiyorsa veyahut Kur’an tarafından değerli olduğu ifade edilen kişilerin karakterlerine zarar veriyorsa, o rivayetler hemen terk edilmelidir.
2. Tarih
Kur’an tefsir ederken ikinci zanni kaynak, milletlerin yerleşik tarihidir. Kur’an farklı şekillerde, çeşitli insanların tarihlerine imada bulunur. Bazen Araplardan önce yaşamış Ad, Semud, Medyen halkı, Lut kavmi gibi toplulukların başına gelen felaketlere imada bulunur. Bazen de Kur’an, Mekke’ye oğlu İsmail ile gelen İbrahim’e, onların bu bölgede kalışlarına ve Kabe’yi inşa edişlerine dikkat çeker. Başka zaman, ehli Kitabın tarihlerinin dönüm noktaları, o dönemdeki milletlerin belli olaylarıyla yan yana zikredilir. Özetle Kur’an tarihle hiçbir işi olmamasına rağmen bu şekilde tarihi gerçeklerden bahseder. Bu ayetlere tam vakıf olabilmek için, o milletlerin tarihleri ve özel durumları hakkında bilgi sahibi olmalıyız. Yoksa Kur’an’ın dikkat çekmeye çalıştığı dersler ve sonuçlar okuyucuya müphem kalacaktır.
Bu nedenle, elbette bizler, Kur’an’ın manasını bütünüyle kavrayabilmek için bu kaynaklara güvenmeliyiz. Bu durum, eğer bir uyuşmazlık baş gösterirse Kur’an üzerine bu kaynakları tercih ettiğimiz anlamına gelmez. Kur’an bu kaynaklardan meydana gelebilecek her hangi bir bilgiyi değerlendirmede mutlak ölçüttür. Kur’an’la uyum içindeyse kabul edilecektir, eğer uyum içinde değilse reddedilecektir.
Bu açıdan görüldüğü gibi, Kur’an sadece gerçek ilahi rehberlik alanında değil aynı zamanda, tarihsel bilgi verme alanında da insanlığın en büyük yardımcısıdır. Bunun için insanoğlu ne kadar şükretse azdır. Tarih ilmi o kadar zavallıdır ki, ondan ne gelse hayal ürününden başka bir şey olmaz ve insana boş gurur verip durur. İnsanların tarihten anladıkları, ataları hakkında övünüp durmaktır. Kur’an nazil olduktan sonra, insanlık tarihine yeni bir bakış sundu. Kur’an, dinleyicilerin etkili dersler çıkarması için güçlü delillerle toplumların tarihteki iniş-çıkışlarını anlattı ve bir toplumun asıl refahının onun erdemli oluşuyla mümkün olduğunun altını çizdi. Kur’an, insanlık tarihine bu yeni anlayışı vererek, tarihi boş bir yığından, insanoğluna rehberlik adına değerli bir kaynağa dönüştürdü. Bu konuda en büyük örnek İsrailoğulları ve İsmailoğulları tarihidir. Özelde bu milletlerin soyundan gelenler, genelde ise dünyanın geri kalan milletleri, onların tarihini Kur’an sayesinde öğrenmekteler. Onların tarihleri, neyi-ne zaman yaptıkları, seyahatnameden öte Allah’ın o toplumlara gönderdiği elçilerin başından geçenleri anlattığı dini-ilahi bazlı kayıtlardadır. Onların tarihlerinin çarpıtılması, tüm dünya için bir kayıptır. Bu şu anlama geliyor ki, insanlığı doğru yola ileten bütün işaret taşları, Allah’ın hakiki kulları için kaybolmuştu. İşte bu işaret taşlarının tekrar ortadan kaybolmaması için Kur’an, onların tarihini, kıyamete kadar insanlığa rehber olması için, insanlığın bilgisine sunmuştur.
3. Önceki İlahi Kitaplar
Kur’an tefsirinde üçüncü kesin olmayan kaynak, önceki ilahi kitaplardır. Peygamberin Allah’ın elçilerinden olduğuna ve Kur’an’ın peygambere nazil olmuş diğer kitaplar gibi bir kitap olduğuna kimsenin şüphesi yoktur. Bu fikir birliği göz önünde tutulursa, günümüze kadar gelmiş kitaplardan istifade edilebilirdi. Gerçek şu ki, tahrif edilmiş kitaplardan gerçeği öğrenmemiz mümkün olmayacağından, bizim bu kitaplara ihtiyacımız da yoktur. Hakikate ulaşmada, rehberimiz Kur’an’dır ve her türlü eksiklikten münezzeh olduğundan, o bize yeter. Güneş doğduktan sonra yıldızlara ihtiyacımız yok. Yine de, Kur’an’ın mesajını anlamamıza yardım etmesi için onlardan faydalanabileceğimiz birkaç küçük fayda olabilir.
Birinci olarak, Kur’an’ın bazı imalarını anlayabilmek için, müfessirlerimiz, ehli kitaptan gelen bazı rivayetleri kabul etmişlerdir. Fakat bu rivayetler kulaktan dolma şeyler olduğundan kesinlik payı yoktur ve de kitap ehlini tanımlamada delil kabul edilemezler. Çünkü bu temelde yapılacak bir iddia, bu rivayetler kadar çürük olacaktır. Kesin bir şey söyleyebilmemiz için kesin bilgiyle muhatap olmamız gerekir.
İkinci olarak, Kur’an kendinden önceki kitapların mesajını tamamlamıştır. Kur’an onların tahrif edilmiş yerlerini düzeltmiştir. Sonuç olarak, biri bu kitaplarla beraber Kur’an okuduğunda zaten Kur’anın önemini ve otoritesini fark edecektir. Kur’an sayesinde Allah bu ümmete nimetini tamamlamış, Kur’an sayesinde her şey gözler önüne serilmiştir.
Üçüncü olarak, Kur’an ilahi buyruklarını ve bazı olayları açıklarken, pek çok tarihi olaya göndermede bulunmuştur. Bu tarihsel referansları anlayabilmek için, bu kitaplarla yakınlıkkurmak kaçınılmazdır. Müfessirlerimizin çoğu, Tevrat ve İncil’den pek haberdar olmadığından, böylesi referansları idrak etmede başarılı olamadılar.
Dördüncü olarak Kur’an; Yahudileri ve Hristiyanları, Allah mefhumunu değiştirmekle, bu mefhum içine yabancı unsurlar doldurmakla, bu mefhuma ait gerçekleri yok etmekle suçlamıştır. Bir diğer suçlamalar da onların meşru olanı, gayri meşru ya da tam tersi yapmaları, peygamberlerinin apaçık emirlerine itaat etmemeleridir. Bu suçlamaları destekleyici delilleri bulmak için bir araştırmacı, bu kaynakları iyice taramalıdır. Aksi takdirde ehl-i kitapla girişilecek hiçbir tartışma sonuca götürmeyecektir.
Beşinci olarak, eksikliklerine rağmen bu kaynaklar, önceki peygamberlere gelmiş vahyin kalıntılarıdır. Bu kaynaklarda tahrifedilmemiş yanlar olabilir. Kur’an bilgisi olan herkes, bu tahrif edilmiş kitaplardan, bozulmamış kısımları kolayca fark edebilir. Neden etmesin ki? Allah’ın önceki peygamberlere vahyettiği, inananlar için bir hazine olmuştur. Herkesten daha çok onu aramaları ve buldukları yerde onu benimsemeleri gerekir.
İngilizce’den çeviren: Fatih Peyma
 


 
1 Islahi, 15 Aralık 1951 tarihinde, Pencap Üniversitesi’nin yüksek lisans öğrencilerine “Kur’an Tefsirinin İlkeleri”ni anlatması için davet edildi. Bu konuşma, birkaç küçük değişiklikle birlikte www.mountly-renaissance.com adresinde verilmiştir. 
2 Ebu Cafer, Muhammed İbni Cerir et-Taberi (ö.310/923) –Tarih el-Taberi ve Cami el-Beyan- eserleriyle bilinen, tanınmış din alimi ve tarihçidir. 
3 Hintli meşhur din alimi, eğitimci ve devlet adamıdır. Müslümanlar arasında modern eğitimin gerçekleşmesi hareketine öncülük etti –bu konuda önemli bir başarı kazandı. 1898 yılında öldü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder