8 Eylül 2012 Cumartesi

Ali Bulaç'tan tarihselcilik ve sapma

Karakter boyutu : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
Ali Bulaç'tan tarihselcilik ve sapma
28 Nisan 2012 / 17:42
"İnsan mümkündür, onu mümkün kılan ilahi hükümleri tabiatın, toplumun ve tarihin üstüne çıkararak içselleştirmesi, yaşaması ve değiştirici bir güç olarak kullanmasıdır.
Hükümleri tarihselciler gibi tarihsel ve toplumsal durumlara indirgediğinizde, özne siz değil, tarih ve toplum olur."
İnsan Neyin Ürünüdür?
Ali BULAÇ
Fazlur Rahman dâhil bütün modernist İslam entelektüel, akademisyen ve ıslahatçıların ikinci hareket noktası şudur: “Kur’an ve İslam’ın hakikatleri tarih içerisinde anlaşılmadı.”
Bu kuşkusuz ciddi bir iddiadır. Ancak iddia sahiplerine şunu sorma hakkımız var: Anlaşılmamasının göstergesi nedir?
Burada kriter, Batı karşısında şu 200 yıllık tarihte bulunduğumuz “geri durum”dur. Modernistler şunu söylerler: Eğer, Kur’an ve İslam’ın hakikatleri tarih içerisinde doğru anlaşılmış olsaydı, bugün Batı gibi olurduk. Batı şimdi iyi bir yerdeyse ve biz onun gerisindeysek, Batı’yı var eden şeyler doğrudur veya Batı’yı güçlü kılan yöntem doğru bir yöntemdir; o halde o yönteme sarılıp, ondan sonra Kur’an’ı, fıkhı, hadisi araştırmamız, İslam tarihini ve toplumunu analiz etmemiz gerekir.
Bu açıdan bakıldığında Fazlur Rahman’ın yönteminin şu dört noktaya dayandığını söylemek mümkün:
       a) eleştirel akıl,
       b) tarihi kritik,
       c) sosyal bilimlerin kullanılması,
       d) tarihsel durumlara başvurulması.
Tabii bunlar yeni değildir, Mısır’dan Hind yarımkıtasına kadar birçok kişi benzer şeyleri söylemiştir; fakat Fazlur Rahman’ın söylediği ve dolayısıyla “yeni” olan, bu yöntemin Kur’an’a da uygulanabileceği fikridir. Belki bir ölçüde bu yöntem, Sünnet için söylenebilir; Resulullah, aldığı vahiyleri ete kemiğe büründürdüğü, o günkü toplumsal hayatta yaşanabilir kıldığı zaman, o günün objeler dünyasını, sosyal şartlarını, iklimini vs. göz önünde bulundurdu, şartların maddi ve somut dünyasında hükmü açıkladı, denilebilir. Yine Sünnetin bir kısmı tarihseldir de denilebilir ki, bunu çok eski bir ulema olan Karafi sistematiğini kurarak anlatmıştır; Karafi, tam bir vukufiyetle Peygamber Efendimizin Sünnetini, bir devlet başkanı olarak Resullullahın söyledikleri, bir yargıç olarak verdiği hükümler, bir insan veya aile reisi olarak söyledikleri gibi 11–13 maddeye ayırmıştır. Ancak bunun Kur’an’a da uygulanmak istenmesi problemlidir.
Burada merkezi sorun, “vahiy ve Kur’an’ın vahiyle olan ilişkisi”dir. Tarihte ilahi mesajı insanlara iletmek üzere seçilmiş insanlar vardır, bunlara peygamber denir. Nebi, haber getirir ama kâhin değildir; Kur’an’ın profilini çizdiği peygamber (nebi ve resul) İsrailoğullarının Tevrat’ta anlatılan peygamberinden ayrıdır. Peygamber, insana amellerine göre karşılaşacağı durumu iyi veya kötü olarak haber veren, korkutan veya müjdeleyen, ahiret hakkında da bilgi veren fakat kâhin olmayan kişidir. Peygambere kitap iner veya inmez, ama vahiy alır. Resul ise elçidir, ona bir kitap iner, vahiy alır.
Söz konusu tartışmada birinci soru şudur: Acaba peygamber, bilgiyi, hiçbir aracı olmaksızın, direkt Levh-i Mahfuz’dan veya Allah ile mükâlemeye geçip mi alıyor, yoksa bir aracı var mı?  Ayet, Allah’ın doğrudan konuşmadığını, bir aracı ile konuştuğunu söylüyor. Ancak Allah, Hz. Musa’yla konuşmuştur, fakat bu istisnai bir durumdur, sadece Musa aleyhisselama “kelim” sıfatı verilmiştir, peygamberlere vahiy gelmektedir.  
Fazlur Rahman’ın zihnini meşgul eden ve elbette hepimizi de ilgilendiren ikinci soru şudur:
Acaba tarihsel durumlar mı vahyi tayin eder yoksa vahiy mi tarihe müdahale eder, müdahale ettiği yöreyi, şartları, tarihsel durumları değiştirir?
Eğer birinci fikir kabul edilirse, yani tarihsel durumlar vahyi tayin eder ve belirler denilirse, o zaman vahiy veya Kur’an, tarihsel durumlar tarafından belirlendiği ve tayin edildiği için, evrensel ve ebedi hükümler ihtiva etmez. Eğer vahiy tarihe müdahale ediyorsa, başka bir deyişle Kur’an tarihsel şartları, indiği toplumun objeler dünyasını, insan-insan, insan-tabiat ilişkisini değiştiriyorsa, o zaman tarihi tayin eden, vahiy ve insanın vahiyle olan ilişkisidir. Demek ki insan, aynı zamanda öznedir, yani faildir (yapabilir, istitaa sahibidir). Bu kendine (insana ait) özellikleriyle tarihi, toplumu ve kendini değiştirebilir.
Aslında baskın özgürlük söylemlerine rağmen, tarihselcilik ve Batı’da gelişen sosyal bilimlerin gelip dayandığı ana nokta, insanı tarihsel ve sosyal durumların ürünü olarak tarif etmesidir. Burada insanın filhakika özgürlüğü inkâr edilmektedir, aslında insanın özgürlüğü yoktur. Çünkü tarihin ve çevrenin ürünüdür. Bu sonunda geçen yüzyılın bazı Varoluşçu filozoflarını “madem ki özgürlük mümkün değildir, o halde insan da mümkün değildir” fikrine götürmüş, bundan yıkıcı nihilizm türemiştir.
Tabii ki insan tarih ve toplum tarafından belirlenmiş değildir, ama bütünüyle özerk veya özgür de değildir. Tanrıtanımaz varoluşçular bunun farkındaydı, onların sorunu, nasıl oluyor da, kendilerine sorulmadan bir irade veya gücün insanı belli bir tarihte, belli bir coğrafyada ve belli bir sosyal çevrede -belli bir ailede- dünyaya göndermesidir. Bu olaya “Bizi kim buraya fırlattı? Neden bize sormadı?” diye karşı çıkıyorlardı. Ve madem dünyaya gelişleri özgür bir tercihin sonucu değildi, hiç değilse dünyadan ayrılışları kendi özgür seçimleriyle olabilirdi ki, bunun da yegane yolu, doğal ölümü beklemeden kişinin seçtiği bir anda intihar etmek suretiyle buradan ayrılmasıdır. Özgürlüğü başka şekilde kullanamazdı.
Vahy, bize özgürlüğün bu tarz tanımının sahte bir arayış olduğunu öğretir. Kişinin özgürlüğü onu tabiatı haline gelmiş tarihsel ve toplumsal durumları –her biri bir zindana dönüşmüş gibi- aşabilmesiyle mümkündür, İnsan mümkündür, onu mümkün kılan ilahi hükümleri tabiatın, toplumun ve tarihin üstüne çıkararak içselleştirmesi, yaşaması ve değiştirici bir güç olarak kullanmasıdır. Hükümleri tarihselciler gibi tarihsel ve toplumsal durumlara indirgediğinizde, özne siz değil, tarih ve toplum olur. Pekiyi tarih ve toplum nedir? Böyle bir bilinç, bir güç ve irade mi var? Kuşkusuz hayır. Aslında tarihi ve toplumu yapan insandır, bilincini tersine çevirdiğinde kendi yaptığının, eserinin esiri olur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder