8 Eylül 2012 Cumartesi

KURAN - Fazlurrahman

Kur'an / Fazlurrahman
Kur’an Nedir?
Kur’an sayıca 114 bölüm veya sureye ayrılır. Sureler ara­sında uzunluk bakımından bir eşitlik yoktur. İlk Mekki sure­ler en kısa olanlarıdır; zamanla giderek uzunluk kazanırlar. İlk surelerdeki ayetler, son derecede derin ve güçlü bir “psiko­lojik etki” ile yüklüdür; kısa fakat şiddetli bir volkan fışkır­masını andırır. Bir ses, hayatın ta derinliklerinden haykırır ve şuur seviyesine çıkıp açık ifadesini bulmak için Hz. Pey­gamberin zihni üzerinde güçlü bir etki yapar. Bu ton özellikle Medine devrinde, iyice örgütlenme ve yeni doğan cemaat dev­letinin yönetimi için gerekli hukuki muhteva arttıkça, gitgide daha akıcı ve kolay bir üsluba bürünür. Bu, kesinlikle sesin yatıştığı, hatta keskin niteliğini değiştirdiği anlamına gelmez: Bir Medeni ayette şöyle buyrulur: “Eğer biz Kur’an’ı bir dağa indirmiş olsaydık, sen, onun Allah korkusuyla baş eğerek parça parça olduğunu görürdün” (Haşr, lix, 21). Sadece görevin kendisi değişmiştir. Kur’an tamamıyla ahlaki ve dini uyarı­nın güçlü ifadesini terk ederek, gerçek sosyal düzeni kurmaya yönelmiştir.
Kur’an’ın kendisi ve dolayısıyla Müslümanlar için Kur’an, Allah’ın kelamı’dır. Hz. Muhammed de, kendisinin vahyi Allah’tan, bütünüyle Başka varlıktan aldığı sarsılmaz inancı içerisindeydi (biraz sonra bu bütünüyle Başka varlık­tan ne anlaşıldığını daha kesin bir şekilde ortaya koymağa çalışacağız.) İşte bu sebeple o, bu bilincin sonucu olarak, Yahu­di ve Hıristiyanların Hz. İbrahim ve diğer peygamberler hak­kında ileri sürdükleri en esaslı tarihi iddialardan bazılarını reddetmiştir. Bu “Başka” varlık şu veya bu şekilde mutlak bir yetki ile Kuran’ı “imlâ” ettirmiştir. Hayatın derinliklerinden gelen bu ses, açıkça, şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde emredercesine konuşmuştur. “Okuma” anlamına gelen Kur’an kelimesi açıkça bu hususa işaret etmekle kalmamakta, bizzat Kur’an’ın metni de birkaç yerde onun sadece anlam ve fikir o­larak değil, sözlü olarak vahyedildiğini belirtmektedir. Kur’an’da “ilahi bildirinin” karşılığı olarak, “ilham”a oldukça ya­kın bir anlamı bulunan “vahiy” kelimesi kullanılmıştır. An­cak “ilham” sözünün zorunlu olarak şifahiliği dışarıda bırak­tığı düşünülmemelidir (şüphesiz “Kelam”dan biz “ses”i an­lamıyoruz.) Kur’an diyor ki: “Allah bir insanla ancak vahiy suretiyle (seslerden meydana gelen kelimelerle değil, fikrin meydana getirdiği kelimelerle) veya perde arkasından konu­şur, yahut elçi (bir melek) gönderir ve bu melek vahiyle konu­şur... İşte sana da bizim emrimizden bir ruhla vahyettik...” (Şûrâ,XLII, 51-52).
Bununla birlikte, İslamın ikinci ve üçüncü yüzyılları sırasında Vahy’in mahiyeti hakkında kısmen Hristiyan aki­deden etkilenen ciddi fikir ayrılıkları ve tartışmalar Müslü­manlar arasında ortaya çıkınca, o sırada kesin muhtevasını oluşturmak gibi nazik bir merhalede bulunan doğuş halindeki sünni İslam, vahyin ‘başkalığını’, objektifliğini ve sözlü ni­teliğini korumak için, onun dış hakikati üzerine ağırlık ver­miştir. Bizzat Kur’an vahyin “başkalığını”, objektifliğini ve sözlü niteliğini kesinlikle belirtmiş, fakat yine aynı kesinlik­le onun Hz. Peygamberin karşısında bir hakikati bulunduğu­nu reddetmiştir. Kur’an şöyle buyuruyor: “Uyaranlardan ol­man için Rûh el-Emîn onu senin kalbine indirmiştir” (Şuarâ, XXVI, 194). Ve yine buyuruyor ki: “De ki: Cebrail’e düşman olan kimseyi (bırakın), çünkü Kur’an’ı senin kalbine indiren odur” (Bakara, II, 97). Fakat Sünnilik (hatta bütün Ortaçağ İslam dü­şüncesi), akideyi oluştururken, bir yandan vahyin başkalığı ve sözlü niteliğini, öte yandan vahyin Hz. Peygamberin yaptıkla­rı ve dini kişiliğiyle yakın ilişkisini birleştirecek gerekli fikri araçlardan yoksundu. Başka bir deyişle Sünnilik, “Kur’an hem tamamıyla Allah Kelamı’dır, hem de olağan anlamda tama­mıyla Hz. Muhammed’in kelamıdır” diyecek fikri yeterlikte değildi. Kur’an açık bir şekilde her iki hususu da kabul etmek­tedir, çünkü vahyin Hz. Peygamberin “kalbi”ne geldiği üzerin­de ısrar ettiğine göre, vahiy nasıl onun dışında olabilir? Şüp­hesiz bu, muhakkak surette Hz. Peygamberin, hadislerde gö­rüldüğü gibi, aynı zamanda dışa aksettirilmiş bir şahsı algıla­madığını da göstermez. Ancak şurası dikkate değer ki, bizzat Kur’an bu hususta herhangi bir şahıstan söz etmemektedir: Sa­dece bazı özel tecrübelerle (genel olarak Hz. Peygamberin Mi­racı ile ilgili bazı özel tecrübelerle) ilgili olarak Kur’an, Hz. Peygamberin “en uzak uçta” veya “ufukta” bir şahsı veya bir ruhu, yahut ta bir başka nesneyi gördüğünden söz etmektedir. Ancak son bölümün I. Kesiminde işaret ettiğimiz gibi, burada da bu tecrübe manevi bir tecrübe olarak nitelendirilmektedir. Fakat Sünnilik, Hz. Peygamberden kısmen amaca uygun bir şekilde yorumlanarak, kısmen uydurularak rivayet edilen ha­disler ve büyük ölçüde bu hadislere dayanan Kelam ilmi vası­tasıyla, Hz. Peygambere indirilen Vahyi kulak vasıtasıyla işitilen, onun dışında olan bir şey haline getirdi ve “kalbe ge­len” melek ya da ruhu tamamıyla dışarıda bulunan bir aracı olarak gördüler. Bugün batılıların Hz. Peygambere indirilen vahiy hakkında çizdikleri tablo, sıradan Müslümanların i­nancında olduğu gibi, Kur’an’dan ziyade geniş ölçüde bu sünni anlayışa dayanmaktadır.
Bu eser, Kur’an’a dayanan bir vahiy nazariyesini ele alıp ayrıntılarıyla inceleyeceğimiz bir eser değildir. Ancak İslam tarihiyle ilgili gerçekleri ele alacaksak, Kur’an’ın kendisi hakkındaki gerçek ifadeleri, bir ölçüde incelemeyi gerektirir. Aşa­ğıda ana hatlarıyla verilmiş kısa malumatta hem tarihi, hem de îslami taleplere hakkını verecek bir teşebbüste bulunul­muştur. Bir önceki bölümde Kur’an’ın temel hareket noktası­nın ahlakî olduğunu ve buradan onun sosyal adaleti olduğu kadar tektanrıcılığı da vurguladığının ortaya çıktığını açıkça ifade etmiştik. Ahlak Kanunu değişmez: O, Allah’ın “emri”dir, insan Ahlak Kanununu ne meydana getirebilir ne de ortadan kaldırabilir. O, bu kanuna boyun eğmek zorundadır, bu boyun eğme hususuna, islam ve onun hayattaki uygulamasına da iba­det veya “Allah’a kulluk” adı verilir. Kur’an’ın Ahlak Kanunu üzerine son derece büyük ağırlık vermesi dolayısıyladır ki, Kur’an’ın Allah’ı, çoğu kişiye öncelikle Adalet Allah’ı gibi görünmüştür. Fakat Ahlak Kanunu ve manevi değerlerin, uy­gulanmak için, bilinmeleri gerekir. Bu durumda insanlar, hiç kuşkusuz, anlayış ve kavrayış güçleri bakımından, büyük öl­çüde farklılık arzederler. Ayrıca, ahlaki ve dini kavrayış ta tamamıyla aklî kavrayıştan büyük ölçüde ayrılır, çünkü bi­rinci tür kavrayışın kendi öz niteliği, “kavrayışla birlikte olağanüstü bir ağırbaşlılık duygusu getirmesi ve konuyu önemli ölçüde şekil değiştirmiş olarak bırakması”dır. Öyleyse kavrayışın, aynı zamanda ahlaki kavrayışın dereceleri var­dır. Farklılık sadece farklı bireyler arasında olmayıp, belli bir bireyin deruni (iç) hayatı da bu açıdan farklı zamanlarda değişiklikler gösterir. Biz burada farklılığın en açık olduğu özgün ahlaki ve fikri gelişme ve evrimden söz etmiyoruz. An­cak ortalama fikri ve ahlaki niteliği ve durumu, bir anlamda, sabit olan iyi ve olgun bir insanda bile bu değişmeler ortaya çıkmaktadır.
Buna göre, Hz. Peygamber bir insandır; onun ortalama genel karakteri, onun fiili davranışının bütünü, genel olarak insanlarınkilerden çok daha üstündür. O, başlangıçtainsan­ları ve onların ideallerinden çoğunu tahammülle karşılama­yan bir kişidir; tarihi yeniden yaratmak ister. Böylece İslam Sünniliği, mantıken doğru olan şu sonucu çıkarmıştır: Pey­gamberlerin günahlardan azade olarak görülmeleri gerekir (ismet öğretisi), işte Hz. Muhammed böyle bir kimse idi; hatta gerçekte, tarihin tanıdığı bu türden tek insandı. Bu nedenledir ki, onun bütün davranışı Müslümanlarca sünnet, başka deyiş­le, “mükemmel örnek” sayılmıştır. Fakat, bütün bunlarla bir­likte, onun, bilindiği gibi, kendi kendini aştığı, ahlak anlayı­şının son derecede keskin ve canlı olduğu ve böylece bilincinin (şuurunun) ahlak kanunuyla aynılaştığı anlar bulunmaktay­dı. “İşte sana da emrimizden bir ruhla vahyettik: Sen Kitap ne­dir, önceleri bilmezdin. Fakat biz onu bir nur (aydınlık) kıldık” (Şûra, XLII, 52). Ancak, ahlak kanunu ve dini değerler Al­lah’ın emridir; onlar Allah’la tamamen aynı olmasalar da, O’ndan bir parçadır. Dolayısıyla Kur’an tamamıyla ilahidir. Ayrıca, olağan bilinç söz konusu olduğu zaman bile fikir ve duyguların onda rastgele dolaşması ve mekanik bir şekilde ke­limelere bürünebileceği hususu hatalı bir düşüncedir. Aslında duygular, fikirler ve kelimeler arasında uzvi bir münasebet mevcuttur. Vahiyde, hatta şairin ilhamında, bu ilişki o derece tamdır ki, duygu-fikir-kelime kendine özgü bir canlılığı olan karmaşık bir bütündür. Hz. Muhammed’in ahlaki sezgiye da­yalı kavrayışı en yüksek noktasına ulaşıp, bizzat ahlak kanu­nu ile aynılaşınca, (gerçekten de bu gibi anlarda onun zaman zaman takındığı tavır, bir önceki bölümün ikinci kesiminde gösterildiği ve Kur’an ayetlerinde de açıkça görüldüğü üzere, Kur’an’ın eleştirisine uğramıştır) Kelam bizzat vahiyle birlikte verilmiştir. O halde Kur’an salt İlahi Kelam’dır, fakat aynı ölçüde Hz. Muhammed’in iç kişiliği ile de yakından münase­bettedir. Ancak Hz. Muhammed’in Kur’an’la olan ilişkisi, bir kayıtta olduğu gibi mekanik bir şekilde kavranamaz. İlahi Kelam Hz. Peygamberin kalbinden süzülerek dışarı akmıştır.
Bununla birlikte, eğer Hz. Muhammed, vahiy aldığı an­larda, ahlak kanunu ile kendisini bir hissettiyse, onun mutla­ka Allah’la, hatta O’nun bir parçasıyla aynılaşmış olduğunu düşünmek gerekmez. Kur’an böyle bir şeyi kesinlikle yasakla­makta, Hz. Muhammed de ısrarla bundan kaçınmaktadır. Öte yandan Müslüman adına layık herkes, şirki en büyük günah olarak kötülemektedir. Bunun sebebi, hiç kimsenin “Ben Ah­lak Kanunuyum” diyememesidir. İnsanın ödevi bu kanunu dikkatle ifadelendirmek ve bütün fiziki, zihni ve ruhi yetile­riyle ona bağlanmaktır. Bundan başka, İslam “falan falan şey ilahidir” cümlesine herhangi bir anlam vermek hususunda hiçbir yol tanımamaktadır.
Kur’an’ın Öğretisi
Yukarıda Kur’an’ın temel hamlesinin ahlaki olduğunu tekrar tekrar vurguladık ve Kur’an’da bu ahlaki hamleyi he­men izleyen sosyal ve ekonomik adalet kavramlarına işaret ettik. Bu husus, insan ve onun geleceği söz konusu olunca, ke­sinlikle doğrudur. Kur’an kendi dünya görüşünü giderek daha tam bir şekilde ortaya koydukça insanları amaçlayan ahlak düzeni, sadece yüce bir dini duyarlıkla yüklü olmayıp, aynı za­manda hayranlık uyandırıcı bir tutarlılık ve devamlılık gös­teren tam bir evren düzeni tablosu içinde ilahi ilginin ana noktası olmaya başlar. Kainatın mutlak yapıcısı olan bir Al­lah kavramı geliştirilmiş; bu gelişme içerisinde yaratıcılık, düzen ve rahmet sıfatları sırf birbirine iliştirilmek ve eklen­mekle kalmamış, bütünüyle içice girmiştir. “Yaratma”, “ted­bir” (düzen) veya “emr” O’na aittir (A’râf, VII, 54)., “Benim rah­metim her şeyi kaplamıştır” (A’raf, VII, 156). Nitekim “Rah­man”, Kur’an’da Allah’tan sonra O’nun özel ismi olarak çok sık bir şekilde kullanılan tek sıfat isimdir. Şüphesiz, son araştırmaların da ortaya çıkardığı üzere, Rahman’ın İslam’dan önce Güney Arabistan’da “ilah” karşılığı olarak kullanıl­dığı doğrudur, fakat bu ismin güneyden nakledilmiş olması bi­zim görüş açımızdan açıkça imkansızdır. Şu an için insanı, onun ruhi-ahlaki yapısını bir tarafa bırakıp, kainatın geri kalan kısmını ele alırsak, bu üç üstün sıfatın yorumu şöyledir: Allah her şeyi yaratır; bu yaratma fiilinin bizzat kendisinde düzen ya da ‘emr’, nesnelere iyice yerleşmiştir: böylece bu nes­neler aralarında tutarlılık kazanır ve bir kalıba girerler; emredildikleri yoldan ‘sapmak’ yerine, bir kosmos (düzen)’a in­tikal ederler; nihayet bütün bunlar sırf Allah’ın rahmetinden başka bir şey değildir, zira varlık en nihayet herhangi bir şeyin mutlak kazancı değildir; varlığın yerinde sırf, boş bir yokluğun bulunması da aynı ölçüde mümkündür.
Aslında Kur’an’ın bir bütün olarak okuyucu üzerinde bıraktığı en şiddetli izlenim, Hristiyanların genellikle ortaya koydukları gibi, ne gözetleyen, asık suratlı ve cezalandıran bir Allah ne de İslam hukukçularının sandıkları gibi, bir baş yargıç şeklinde olmayıp, evrendeki düzenin yaratıcısı olan birleştirici ve amaçlı bir irade şeklindedir: Kudret veya celal, gözetleyicilik (inayet) veya adalet ve hikmet gibi Kur’an’da ke­sin bir ısrarla Allah’a isnat edilen sıfatlar, gerçekte, evrenin yaratıcı bir düzen içinde bulunmasından doğrudan doğruya yapılan bir takım sonuçlamalardır. Kur’an’da yer alan bütün terimlerden, evrenin ilahi mahiyeti hakkında en temelli, kap­samlı ve de açıklayıcı olanı, yukarıda “düzen”, “düzen içinde olma” veya “buyruk” şeklinde tercüme ettiğimiz ‘emr’ terimi­dir. Yaratılmış olan her şeye, yaratılmış olduğundan ötürü, onun kendi emri nakledilir; bu emr, onun kendisine ait olan, fakat aynı zamanda onun bir sistem içinde bütünleşmesini de sağlayan bir kanundur. Bu emrin, yani Allah’ın düzeni ya da buyruğunun sonu yoktur. Emr’in, insan dahil, her şeye nakle­dilmesini göstermek için kullanılan terim ise vahiy’dir. Biz bu kelimeyi bir önceki kesimde “inspiration” (ilham, vahiy) şeklinde tercüme ettik. Cansız nesnelerle ilgili olarak, bu ke­limenin, ‘yerleşme, kökleşme’ şeklinde çevirilmesi gerekir. Bunun sebebi ise. özel bir durum arz eden insanla ilgili olarak, onun sadece yukarıdan gönderilen emr olmayıp, Kur’an’ın da sık sık belirttiği gibi bir “emirden rûh” olmasıdır.
İnsan (hatta muhtemelen kainatın görünmeyen düzeni, insanla aynı durumda olan, fakat ateşe benzer bir cevherden (tözden) yaratıldığı söylenen, genel olarak kötülüğe daha yat­kın ve şeytanın da kendisinden çıktığı kabul edilen insanın bir çeşit benzeri, cin) ile ilgili olarak ta, hem emrin mahiyeti hem de muhtevası bir başka şekle bürünmüştür, çünkü emr bu­rada gerçekten ahlaki buyruk halini alır: O, fiilen bir düzen ol­mayıp, bir düzensizliktir ve orada bir düzenin tesisi gerekir. Fiili alanda ahlaki bozukluk, tedavisi gereken kökleşmiş bir ahlaki gerçeğin sonucudur ve bu konuda Allah’la insanın işbirliği içinde olması gerekir. Bu ahlakî gerçek şeytanın in­sanla aynı anda yaratılmış olması ve onu sürekli olarak aldatmasıdır.
Kur’an, insanın, ahlaki mücadeleye yol açan karakterindeki ahlakî ikiliği (dualism) ve sadece insanın sahip olduğu güçleri, çarpıcı bir etkinlikte olan iki kıssa ile tasvir etmekte­dir. Bu kıssalardan birine göre, Allah, halifesi olarak insanı yaratmaya niyet edince, melekler, kendilerinin ilahi iradeye mutlak itaatkar oldukları halde, insanın kötülüğe yatkın ola­cağını, yeryüzünü bozup kan dökeceğini söyleyerek Allah’a karşı çıkmışlar; bunun üzerine Allah şu cevabı vermiştir: “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” (Bakara, II, 30). Diğer kıssa ise bize şunları anlatmaktadır: Allah “Emaneti” (sorumluluğu) göklere ve yeryüzüne teklif edince, bütün kainat bunu kabule yanaşmadı, ancak insan bu sorumluluğu yüklenmeyi üzerine aldı. Kur’an, insanın bu davranışına, tatlı bir eleştiri ile şun­ları ilave eder: “İnsanoğlu pek zalim ve çok cahildir” (Ahzâb, XXXIII, 72). Beşeri durumun, insanın zayıflığının ve kararsız tabiatının daha derin ve daha etkin bir anlatımı hemen he­men yok gibidir; ancak onun doğuştan gelen cesareti ve “mev­cut olandan ideal olana yükselme” iradesi, eşsizliğini ve bü­yüklüğünü meydana getirir. Şeytanla ilgili bu gerçek, insan açısından tamamıyla yeni bir boyut yaratır. Allah “ona (insan nefsine) iyilik ve kötülüğü kavrama yeteneğini yerleştirmiş­tir” (Şems, XCI, 8); fakat şeytanın aldatması o denli kurnazca ve güçlüdür ki, normal olarak insanlar, Allah’ın insan kal­bine yerleştirdiği bu ezeli yazgıyı uygun bir şekilde çözmek hu­susunda bile yetersiz kalırlar; onu çözebilen bir kısım kimse­ler ise onun tarafından yeterince güçlü bir şekilde harekete ge­çirilememiş ve zorlanmamışlardır. Bu tür buhran anlarında Allah bir beşeri bulur ve seçer; ona “Kendisiyle birlikte” bulu­nan “Rûh el-Emr”i, meleği gönderir. O’nunla birlikte bulunan Emr, tasdik ve reddettiği hususlarda öylesine emin, öylesine kesindir ki, bu durumuyla o, gerçekten de, ‘Levh-i Mahfûz’da yazılı ‘Gizli Kitap’, (bütün) Kitapların Anası’dır (Vakıa. LVI, 78; Burûc. LXXXV, 21-22; Ra’d. XIII, 39). İnsanlığa gönderilen bu önemli bildirilerle yüklü insanlar peygamberlerdir. Hz. Muhammed’e gönderilen Kur’an, Emr’i vahyeden Kitap’tır: Hz. Muhammed son peygamber; Kur’an ise bu şekilde vahyedilen son kitaptır.
Bu nedenle bu destekleyici bildiri ile Kur’an, başından sonuna kadar, insanın yaratıcı faaliyeti için gerekli olan bütün ahlaki gerilimleri vurgulamak isteyen bir belge olarak ortaya çıkmaktadır. Nitekim temelde Kur’an’ın ilgili merkezi insan ve insanın ıslahıdır. Bunun için gerekli olan, insanla­rın, kendilerinde bizzat Allah’ın yarattığı bazı gerilimler çer­çevesinde faaliyet göstermeleridir. En önemlisi, insan “gönlü­nün istediği” şekilde ahlak kanununu tesis ve iptal edebileceği vahim sonucuna, bu kanunun kendisi için orada bulunduğu açık gerçeğinden bir anda intikal edemez. Dolayısıyla Allah’ın mutlak yüceliği ve üstünlüğü en göze çarpar bir şekilde Kur’an tarafından vurgulanmıştır. Öte yandan tüm yaratıklar ara­sında insana en geniş imkanlar verilmiş ve bütün yaratıkla­rın korkuyla üzerlerine almaktan kaçındıkları “Emanet” ona tevdi edilmiştir. Yine adalet fikri de doğrudan doğruya ahlak kanununun üstünlüğü fikrinden doğmuş ve bu fikir de Kur’an tarafından aynı ölçüde vurgulanmıştır. Fakat Kur’an yine ay­nı ısrarla Allah’ın rahmetinden umut kesmeyi, çaresizliği kötülemiş ve bu gibi durumların büyük bir küfür olduğunu belirt­miştir. Aynı şey, insanın kudret ve zaafı, bilgi ve bilgisizliği, tahammül göstermesi ve karşılık vermesi vb. gibi hususlar da­hil olmak üzere bütün ahlaki gerilimler alanıyla ilgili olarak da doğrudur. İnsanın imkanları son derecede geniş olduğu gibi, kendi başarısızlığının bir sonucu olarak mutlak surette çeke­ceği cezalar da son derecede fazladır.
Bu tablonun sonucu olarak “bir Allah’a inanmak”, Kur’an’dan elde edilen İslâm inanç sisteminin zirvesinde yer alır. Bu inançtan Allah’ın tebliğini insana nakleden meleklere (er­vah el-emr), ilahi vahyin beşeri alıcıları olan peygamberlere (peygamberler dizisinin sonunda Hz. Muhammed yer alır), peygamberlerin bildirdiklerinin, ‘Kitab’ın doğruluğuna ve He­sap Günü’ne inancın doğduğu kabul edilir.
Kur’an ibadet üzerinde ısrarla durur, çünkü ibadet kötü­lükten alıkoyar ve özellikle ‘sabırla’ birleştiğinde insanın güçlükleri fethetmesine yardımcı olur. Beş vakit namazın hep­sinden Kur’an’da söz edilmemiş olmakla beraber, bunun Hz. Peygamberin daha sonraki tatbikatını yansıttığı kabul edil­melidir, çünkü bizzat Müslümanların Kur’an’da sözü edilen üç vakit namaza sonradan iki yenisini ilave ettikleri görüşünü tarihi açıdan desteklemek imkansız görünmektedir. Bizzat Kur’an’da iki vakit namazdan, sabah ve akşam namazların­dan söz edilmiştir. Daha sonra Medine’de öğle namazı bunlara eklenmiştir. Fakat öyle görünüyor ki, Hz. Peygamberin haya­tının son yıllarında “güneşin batıya yönelmesinden gecenin kararmasına kadar” (İsrâ, XVII, 78) olan namaz ikiye ayrılmış ve yine öğle namazı da aynı şekilde ikiye ayrılarak beş sayısı­na ulaşılmıştır.
Bununla birlikte namaz vakitlerinin aslında üç olduğu hususu Hz. Peygamberin, hiçbir sebep olmaksızın, bu dört va­kit namazı iki vakit namaz şeklinde birleştirdiğinin rivayet edilmesinden de anlaşılmaktadır. Namazların sayısının baş­ka hiçbir seçeneğe yer bırakmaksızın değişmez bir şekilde beş olarak saptanması Hz. Peygamberden sonraki devirde olmuş ve namaz sayısının aslında üç olduğu hususu, namazların sayısının beş olduğu fikrini desteklemek için ortaya atılan Hadis dalgası altında kaybolmuştur.
Tanyerinin ağarmasından gün batımına kadar oldukça zahmetli bir iş olarak yemek ve içmekten tamamen kesilmek şeklinde uygulanan bir aylık oruç, Kur’an’da emredilmiştir (Bakara, II, 183 vd.). Hasta olanlar (veya güçlüklerle karşı kar­şıya kalanlar), seyahatte olanlar, orucu daha uygun bir zama­na erteleyebilirler. Kur’an’ın ilk olarak Ramazan ayında vahyedildiğine inanılmaktadır.
Küçük İslam cemaati Mekke’de bulunduğu sırada, sada­ka, çok sık olarak vurgulandığı halde, Cemaatin daha fakir kesiminin refahı için ihtiyarı olarak verilen bir yardım ola­rak kalmıştır. Medine’de ise zekat ya da refah vergisi Cemaa­tin refahı için haklı olarak vazedilmiş ve zekat toplayıcıları tayin edilmiştir. Kur’an’ın bu hususa verdiği ağırlık o kadar kuvvetlidir ki, namazdan bile zekatla birlikte olmadan nadi­ren söz edilmiştir. Yine ilk olarak Mekke’de ahlaki kötülüğü üzerinde durulan ribâ yasağı, ribânın borcu ana paraya naza­ran birkaç kat arttırması ve adil bir ticarete aykırı düşmesi nedeniyle, bir dizi hüküm içinde ifadesini bulmuştur. Bunlar­dan biri Allah’ın ve Peygamberinin ribayı uygulayanlara kar­şı savaş uyarışıdır.
‘Mali gücü yerinde olanların’, yani sadece Mekke’ye gidiş-dönüş yapabilecek kadar parası olanların değil, aynı za­manda yokluklarında ailelerinin geçimlerini de sağlamış olanların hayatlarında bir kez Mekke’ye haccetmeleri farz kılınmıştır. Hac müessesesi İslam kardeşliğini ve farklı ırk ve kültürlerden olan Müslümanlar arasında İslami duyguları geliştirmenin son derecede güçlü bir vasıtası olmuş­tur.
Kur’an, inananları cihada davet eder. Cihad ‘malını ve kendi nefsini Allah yolunda’ terketmek demektir; bundan amaç ise ‘namaz kılmak, zekat vermek, iyiyi emredip kötü olanı yasaklamaktır’. Başka bir deyişle, İslami bir sosyal ve ahlaki düzen tesis etmektir. Müslümanlar Mekke’de küçük ve mazlum bir azınlık iken, İslami hareketin müspet ve teşkilat­lı bir hamlesi olarak cihadın düşünülmesi imkansızdı. Medi­ne’de ise durum değişmiştir; dolayısıyla muhtemelen namaz ve zekat dışında cihattan daha fazla vurgulanan herhangi bir şey yok gibidir. Sonraki fıkıh mezhepleri arasında cihadın ‘ima­nın esaslarından’ biri olduğunu ileri sürenler yalnızca muta­assıp Hariciler’dir. Diğer mezhepler ise cihadın önemini azalt­mışlardır; bunun açık nedeni, o sırada İslam’ın genişlemesi­nin, Cemaatin iman bakımından iç tesanütüne oranla çok daha süratle vuku bulmuş olmasıdır. Her canlı ve genişleme eğiliminde olan ideolojinin, bir yerde kendi kendisine şu so­ruyu sorması gerekir: “Eğer varsa, diğer sistemlerle birlikte yaşama şartlarım nelerdir?” “Doğrudan doğruya genişleme yollarını ne ölçüde kullanabilirim?” Çağımızda Rus ve Çin komünizmi aynı sorunlar ve seçeneklerle karşı karşıyadır. Tarihi nedenlerle en kabul edilmez olanı ise ilk İslam cemaa­tinin cihadının tamamıyla savunma tarzında olduğunu izaha çalışmış olan modern Müslüman yazarların tuttukları yoldur.
Kur’an’da Yasama
Kur’an, her şeyden önce, bir dini ve ahlaki ilke ve uyan­lar kitabıdır; hukuki bir belge değildir. Bununla birlikte Me­dine’de bir cemaat devleti kurma işlemi sırasında vazedilen bazı önemli hukuki sözleri de ihtiva etmektedir. Ekonomik hükümlerden bazılarına önceki kesimde dikkati çekmiştik. Alkol kullanma yasağı Kur’an’ın yasama metoduyla ilgili ola­rak ilginç bir örnek ortaya koyar ve bizzat yasamanın tabiatı ve işlevi bakımından Kur’an’ın takındığı tutumu aydınlatır. Görünüşe göre, alkol kullanmaya ilk yıllarda hiçbir kayıt konmaksızın izin verilmişti. Sonra alkolün etkisi altında iken namaz kılmak yasaklandı. Daha sonra ise Kur’an’da şöyle denmektedir: “Sana içki ve kumarı sorarlar, de ki: iki­sinde insanlara hem büyük zarar, hem de yararlar vardır, fa­kat zararı yararından daha1 büyüktür” (Bakara, II, 219). So­nunda ise, içki ve kumar “(onlar) şeytan işidir... şeytan aranı­za düşmanlık ve kin sokmak ister” (Mâide, V, 90-91) hükmüne dayanılarak yasaklanmıştır. Bu husus, sorunların, ortaya çıktıkça, hukuk açısından yavaş ve tecrübi bir şekilde ele alın­dığını göstermektedir.
Ancak Kur’an’ın en önemli hukuki hükümler ve genel ıslahata yönelik beyanları kadınlar ve kölelik konusunda olmuştur. Kur’an kadının durumunu bir kaç yönde büyük ölçü­de düzeltmiştir. Fakat bunlardan en temelli olanı, kadına tam bir kişilik sağlanmış olmasıdır. Karı-kocanın birbirlerinin ‘elbiseleri’ olduğu belirtilmiştir: Erkeğin karısı üzerindeki haklan, kadına aynen tanınmıştır; ancak erkek, ailenin geçi­mini sağladığı için, daha üstün bir durumdadır. Sayısız kadın­la evlenme kesin bir şekilde kurala bağlanmış ve kanların sayısı dörtle sınırlandırılmıştır, ancak buna kocanın, karıla­rı arasında adaleti sağlayamayacağı korkusu içinde ise, sadece bir tek kadınla evlenmesi gerektiği şartı getirilmiştir. Bütün bunlara “adil hareket etmeye ne kadar uğraşsanız, kadınlar arasında adaleti hiçbir zaman sağlayamazsınız” (Nisa, III, 129) şeklindeki genel ifade2 eklenmiştir. Bu beyanların genel mantıkî sonucu, normal şartlar altında çok kadınla evlenme­nin yasaklanmasıdır. Buna rağmen daha önceden mevcut olan bir müessese olarak çok kadınla evlilik hukuki sahada kabul edilmiş; ancak zamanla sosyal şartlar daha uygun bir hale gel­diğinde tek kadınla evliliğin tesis edilebilmesi için açık yol gösterici istikametler gösterilmiştir. Bunun nedeni de etkin olmak amacındaki hiçbir ıslahatçının gerçek durumu görmez­likten gelemeyeceği ve sırf hayali bir takım buyruklar vazedemeyeceğidir. Bununla birlikte sonraki Müslümanlar Kur’an’ın ortaya koyduğu bu yol gösterici istikametleri gözetmemiş ve gerçekte onun amaçlarına ket vurmuşlardır.
Kur’an’ın kölelik müessesesini ele alışı, aile müessesesi­ni ele alışı ile paralellik göstermektedir. Bir ilk çözüm olarak Kur’an, hukuki sahada kölelik müessesesini kabul etmektedir. Başka seçenek de mümkün değildir, çünkü kölelik toplumun bünyesinde iyice kökleşmişti. Onun bir gecede tamamıyla or­tadan kaldırılması, çözümü mutlak surette imkansız olan bir­takım sorunların doğmasına yol açmış olurdu. Sadece bir ha­yalci böylesine hayali bir ifadede bulunabilir. Fakat aynı za­manda köleleri azad etmek ve köleliğin ortadan kalkmasını sağlayacak bir ortamı yaratmak için her türlü hukuki ve ahla­ki çaba gösterilmiştir. ‘Köle azad etmek’ (fekk rakabe. boynu kurtarmak) bir erdem olarak sadece övülmekle kalmamış; fa­kiri ve yetimleri doyurmakla birlikte, köle azad etmenin, in­sanın geçmesi son derecede lüzumlu bir ‘sarp yol’ olduğu da be­lirtilmiştir (Beled, XC, 10-16). Nitekim Kur’an Müslümanlara; eğer bir köle, kendi durumuna göre saptanacak bir meblağı taksitle ödemek suretiyle kendi hürriyetini kazanmak isterse, sahibinin böyle bir akde izin vermek zorunda olduğunu, onu reddedemeyeceğini kesinlikle belirtmiştir: “Kölelerinizden hür olmak için bedel vermek isteyenlerin, onlarda bir iyilik görürseniz, bedel vermelerini kabul edin. Onlara Allah’ın size verdiği maldan verin. Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için, iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorla­mayın. Kim onları buna zorlarsa, bilsin ki, Allah hiç şüphesiz onu değil, zorlanan kadınları bağışlar ve merhamet eder”3 (Nûr, XXIV, 33) Burada da biz yine Kur’an’ın takındığı tutumla ilgili açık mantığın tarihin gerçek seyri içinde Müslümanlarca göz önüne alınmadığı bir durumla karşı karşıyayız. Kur’an’­ın, “eğer onlarda bir iyilik görürseniz” şeklindeki sözleri, doğ­ru bir şekilde anlaşıldığı takdirde, sadece şu anlama gelir: Eğer bir köle geçimini temin etme gücünden yoksunsa, azad edilse bile, onun kendi ayakları üstünde durması beklenemez; do­layısıyla onun hiç değilse efendisinin himayesine sığınması daha iyi olabilir.
Böylece bu örnekler de büyük bir açıklıkla gösteriyor ki, Kur’an’daki yasama ruhu, hürriyet ve sorumluluk gibi esaslı beşeri değerlerin her zaman yeni bir yasama biçimine bürünmesi şeklinde açık bir yön çizdiğini sergilediği halde, Kur’an’­daki fiili yasama o sırada mevcut olan toplumu, başvurulacak bir örnek olarak kısmen kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu açıkça demektir ki, Kur’an’daki fiili yasamanın, bizzat Kur’an tarafından lafzi anlamda ezeli olduğu kastedilmiş olamaz. Bu hususun, Kur’an’ın öncesizliği (kıdemi) görüşüyle veya buna bağlı olan Kur’an’ın sözlü vahyi görüşüyle hiçbir ilgisi yoktur. Bununla birlikte, islam hukukçuları ve kelamcılar çok geçme­den meseleyi karıştırmaya başlamışlar ve Kur’an’ın tamamıy­la hukuki olan emirlerinin şartları, yapısı ve iç hayatiyeti ne olursa olsun, herhangi bir topluma uygulanacağını sanmış­lardır. Zamanla İslam hukukçularının kelimelerin lafzına giderek daha fazla bağlandıklarının açık bir delili, II/VIII. yüzyıl sıralarında bir ara İslam hukuk doktrininin, açık nassla ondan çıkarılabilecek sonuç arasında son derecede kesin bir ayırım yapmaya başlamasıyla kendini göstermektedir. Pek erken bir devirde Müslümanların Kur’an’ı oldukça serbest bir şekilde yorumladıklarına inanmak hususunda bol mik­tarda delil bulunmaktadır. Fakat I/VII. yüzyıl sırasında ve II/VIII. yüzyıl boyunca (be­lirgin özellikleri Hadisin doğuşu ve teknik bir usulün, yani kıyas’ın gelişmesi olan) bir hukuki tekamül devrinden sonra, hukukçular kendilerini ve toplumu Kur’an-ı Kerim’in metnine sıkı sıkıya bağlamışlar ve böylece İslam Hukuku ve Kelam’ın muhtevası, lafza bağlı kalmanın ağırlığı altında ezilip gitmiş­tir.
Yüzyıllar boyunca Müslümanlar farklı açılardan, hatta birbirleriyle çatışan farklı eğilimlerde sayısız Kur’an tefsirle­ri yazmakla kalmamışlar, Arapça dilbilgisi, ilm el-luga, ha­dis, Kur’an ayetlerinin iniş sebepleri gibi birtakım yardımcı ilim dalları ile birlikte Tefsir ilmi de (ilm et-tefsîr) geliştir­mişlerdir. Nitekim İslam bilginlerinin İslam’da tamamıyla dünyevi olmayan bütün ilimlerin, ortaya çıkışlarını Kur’an’a borçlu olduklarını iddia etmelerinde büyük haklılık payı var­dır. Bundan başka Kur’an’ın, Arap edebiyatının ve edebi üslu­bunun gelişmesine ölçüsüz tesiri olmuş ve bugüne kadar da aynı etkiyi sürdürmüştür. Kur’an’ın sadece muhteva bakımın­dan değil, edebi biçim bakımından da taklit edilemezliği (i’caz) görüşü hemen hemen bütün İslam mezhepleri arasında yay­gındır. Bu husus, son derecede büyük bir önem kazanmış ve özellikle bu konuya hasredilmiş çeşitli risalelerde ifadesini bulmuştur. Sünnilik, Kur’an-ı Kerim’in Arapça metni olmak­sızın herhangi bir yabancı dile tercüme edilmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Bunun, dünya çapında her gün Kur’an’ı namaz­larda beş kez Arapça olarak okuyan Müslümanların birliğine katkısı az değildir. Sadece yakın zamanlarda Mustafa Kemal’­in Türkiye’sinde Kur’an tercüme edilmiş ve Arapça metin ol­madan Türkçe olarak yayınlanmıştır; bununla birlikte Arap­ça metin namazlarda okunmaya devam etmiştir. Ancak Türkiye’de bile sırf okumak için Arapça metne yeniden dönül­müştür. Arapça metni anlamak amacıyla çeşitli bölgesel dil­lerde bu metnin yanında tercümelerinin de bulunmasına izin verilmiştir.
Kur’an Tefsirleri
Hz. Peygamber hayatta iken Kur’an pek çok kimse ta­rafından ezberlenmiş ve namazlarda okunmuştur. Ayrıca yap­raklara, kemiklere, parşömenlere ve elde bulunan benzeri başka malzemeler üzerine de yazıldığı olmuştur. Kur’an’ın tamamı ilk Halife Ebû Bekr tarafından bir araya toplanmıştır. Bununla birlikte herkesçe kabul edilen metin Halife Osman zamanına aittir. Hz. Osman, bu amaçla tayin edilen ve baş­kanlığını Hz. Peygamberin sadık bendesi Zeyd b. Sâbit’in yap­tığı heyetin tavsiyesi üzerine, Kur’an’ın bugünkü tertibinin yapılmasını da sağlamıştır. Bu tertip, kronolojik düzen yeri­ne, bir ölçüde surelerin uzunluğuna dayanmaktadır.
Hz. Peygamberden sonra ilk nesilde, insanların ne şekil­de olursa olsun Kur’an’ın tefsirinden kaçındıklarına ve buna karşı çıktıklarına dair bazı tespitler varsa da, bu tutum çok geçmeden bir ölçüde yeni ihtida edenlerin inançları ve eski düşünceleriyle renklenen her türden tefsir kitaplarına yol ver­miştir. Muhtemelen bazen gözle görülür bir şekilde Kur’an’ın açık anlamından sapan ve keyfi bir nitelik gösteren bu türlü tefsirler “reye göre yapılan tefsirler” (tefsir bi’r-re’y) olarak şiddetle saldırıya uğramıştır.
Böylece tefsir ilminin gelişimini denetlemek amacıyla bazı bilimsel araçları geliştirmeye ihtiyaç duyulmuştur. Bu nedenle ilk olarak sadece Arap dilini değil, aynı zamanda Hz. Peygamber zamanındaki Arapça deyişleri de bilmenin Kur’an’ı doğru olarak anlamak için gerekli olduğu ilkesi kabul edildi. Bunun sonucu olarak Arap grameri, lügat ilmi ve arap edebiyatı yoğun bir şekilde işlendi. Daha sonra ‘illet el-vahy’ adı verilen, Kur’an ayetlerinin iniş sebepleri, Kelamullah’ın doğru anlamını tespit için lüzumlu bir yardımcı olarak kayda geçirildi. Üçüncü olarak Kur’an’la ilk kez karşı karşıya gelen kimselerin, onun emir ve deyişlerini nasıl anladıkları hak­kında söylenenleri ihtiva eden tarihi rivayetlere büyük ağır­lık verildi. Bu şartlar yerine getirildikten sonra insan aklının serbestçe faaliyet göstereceği bir saha açılmış oldu. İlk nesil­lerden rivayetlere dayanan geleneksel bir tefsir abidesi Taberî (ölm. 310/922)’nin geniş eserinde bir araya getirildi. Zamanla çeşitli itikadi mezhepler, fikir ve manevi cephesi olan muhtediler ortaya çıktıkça, birtakım tefsirler de kendini göstermeğe başladı. Nitekim Müslümanların ortaya atmak ve savunmak istedikleri herhangi bir görüşün Kur’an tefsiri şekline büründüğünü söylemek tamamıyla doğrudur.
Kur’an’ın dili ve üslubu da aynı şekilde Arap edebiyatı­nın gelişmesi üzerinde son derecede güçlü bir etki icra etmiştir. Müslümanlar daha ilk zamanlarda Kur’an’ın edebiyat ve sanat bakımından ‘aşılamayacağı’ görüşünü geliştirmişlerdir, fakat Müslüman olmayan Arap için bile o, bugüne kadar ideal bir edebi eser olarak kalmıştır. Kur’an, Hz. Peygambere hasımları tarafından nispet edilen ‘şair’ adını şiddetle reddetmiş ve hiç­bir zaman kendisine şiir denmesine izin vermemiştir. Bunun­la birlikte duyguların derinliklerine nüfuz edişi, ifadesinin kesinliği ve etkileyici ahengi bakımından Kur’an, en yüksek derecedeki şiirden daha aşağı bir düzeyde değildir. Nitekim Müslümanlar ‘tecvîd’ adı verilen özel bir kıraat (okuma) sanatı geliştirmişlerdir. Kur’an bu şekilde okunduğu (tilavet edildiği) zaman, Arapça bilmeyen birini bile mutlaka etkilemektedir. Şüphesiz tercümede onun sanat güzelliğini ve ihtişamını mu­hafaza etmek imkansızdır. Biz aşağıda farklı tarihlere ait olan üç parçayı okuyucuya, onun sanat bakımından mükem­melliğini iletmek için değil, muhtevasının aşama aşama uğra­dığı gelişmeleri göstermek için buraya alıyoruz. İlk Mekki su­relerden birine ait olan ilk parça şöyledir:
“Rabbin, denemek için bir insanı yüceltip, ona nimet verdiği zaman, o, Rabbim beni şerefli kıldı, der. Ama onu sına­mak için rızkını kıstığı zaman, Rabbim beni hakir gördü, der. Hayır, (bunun sebebi) yetime cömert davranmamanızdır; siz yoksulu doyurmak konusunda birbirinize özenmiyorsunuz.4 Size kalan mirası hak gözetmeden5 yiyorsunuz. Malı pek çok seviyorsunuz. Ama yer, öğütülüp parçalandığı zaman; melek­ler sıra sıra dizilip Rabbin gelince... “ (Fecr, LXXXIX, 15-22).
Aşağıdaki ayetler son Mekke devrine aittir:
“Namazda huşu içinde olan, boş sözlerden yüz çeviren, zekatlarını veren, eşleri ve cariyeleri dışında iffetlerini ko­ruyan mü’minler saadete ermişlerdir. (Onlar, bunlardan ötürü yerilemezler). Fakat bu sınırları aşmak isteyenler, işte bunlar aşırı gidenlerdir. Onlar emanetlerini ve sözlerini yerine geti­rirler; namazlarına riayet ederler, işte onlar, temelli kalacak­ları Firdevs cennetine varis olan mirasçılardır” (Mü’mimûn, XXIII, 1-11).
Şu parça ise Medeni bir sureden alınmıştır:
“Bu, indirip, hükümlerini kesinleştirdiğimiz suredir. Öğüt alasınız diye onda apaçık ayetler indirdik. Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Allah’a ve ahi-ret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dini konusunda o ikisine acımayın.6 Onların ceza görmesine, inananlardan bir toplu­luk ta şahit olsun. Zina eden erkek, ancak zina eden veya put­perest bir kadınla evlenebilir. Zina eden kadınla da, ancak zina eden veya putperest olan bir erkek evlenebilir. Bu müminlere yasak edilmiştir. İffetli kadınlara zina isnat edip de, sonra dört şahit getirmeyenlere seksen değnek vurun; ebediyen onların şahitliğini kabul etmeyin, işte onlar yoldan çıkmış kimselerdir. Ama bundan sonra, tövbe edip düzelenler bunun dışındadır” (Nûr, XXIV, 1-5).
Bu yazı Fazlurrahman’ın ‘İslam’ isimli eserinin 41-58. sayfalarından alıntılanmıştır.
 


1 İngilizce metinde “çok daha” 
2 İngilizce metinde “ilke” 
3 İngilizce metinde “Eğer onlar zorlanırlarsa, Allah bağışlayıcı ve merhamet edicidir.”
4 İngilizce metinde “(başkalarını) teşvik etmiyorsunuz”
5 İngilizce metinde “doymak bilmeden”
6 ingilizce metinde “onlara karşı merhametiniz sizi Allah’a itaatten alakoyması

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder