8 Eylül 2012 Cumartesi

Usulümüz bize yeter - Ali Bulaç

Fazlur Rahman'ın eleştiriye açık görüşlerinde üç nokta var:

1) "Tarihselcilik"ten hareketle hükümlerin zamanla sınırlı olduklarını iddia ederken, Makasıd'da esas olan "hüküm-illet" ilişkisinin tarihselcilikle ilgili olmadığını hatırda tutmak gerekir. Makasidu'ş Şeria açısından nasslara bakmamız icap ederse hükümlerde illet esastır; illetin değişmesi, hükmün değişmesini gerektirir. Bunda İslam uleması müttefiktir. Ne var ki illetin geri gelmesi, hükmün geri gelmesini de gerektirir. Hâlbuki tarihselcilik metodunda veya çifte hareket teorisinde, 1400 sene öncesine gidilir, "illet" bulunup yerelleştirilir. Bu yöntemle evrensel bir hükümle geri dönülmez.

2) Zamana bağlı olarak imamın –içtihat yapma gücüne sahip devlet başkanının- geçici olarak tasarruflarda bulunması konusudur. Bilindiği üzere bugünkü uygulamada Anayasaya uygun kanunlar, kanunlara uygun tüzükler, tüzüklere uygun yönetmelikler yapılır. Fakat deprem veya savaş gibi olağanüstü bir hal ortaya çıktığında, devlet, kamu düzenini, sağlığını ve yararını korumak üzere olağanüstü uygulamalar yapabilir. İslam, adil, meşru ve içtihat yapabilecek durumda olan imama, böyle tasarruflarda bulunma yetkisi vermiştir; fakat bunlar ebedi ve olağan haller için referans olamaz.

Sıkça örnek verilen Hz. Ömer'in uygulamaları da imama ait tasarruflar sınıfındandır, özel zamanlara ve şartlara mahsustur, genelleştirilemezler. Mesela Kadisiye Savaşı'nda Hz. Ömer'in, ganimet mallarını ve Irak topraklarını fey hükmüne sokup dağıtmaması, hem Kur'an'daki Enfal Suresindeki hükümlere hem de Resulullah'ın uygulamasına açıkça aykırıdır. Bu konuda Abdurrahman ibn Avf ve Talha gibi sahabelerin itirazları Hz. Ömer'i çok zorlamıştır. O'na en büyük desteği Hz. Ali vermiştir; Hz. Ali Hz. Ömer'in gerekçelerine bakarak onu içtihadında haklı bulmuş, diğer büyük sahabeler de Hz. Ömer'e destek olmuşlardır.

Bu açıdan Fazlur Rahman'ın ve modern zamanlarda birçok insanın, özellikle Hz. Ömer'in uygulamalarını örnek gösterip sanki her durumda hükümlerin değişikliğe uğratılabilirmiş gibi iddialarda bulunması doğru değildir. Geçici olarak askıya alan hükümler, tanım gereği "askıya" alınmış, ebediyen yürürlükten kaldırılmış değildirler. İmamın geçici tasarrufları genelleştirilemez.

3) Eğer illetleri ve imamın tasarrufunu bu çerçevede ele almayacak olursak, İslamiyet'te muâmelât ve ukûbâtla ilgili bütün hükümlerin evrensel ve ebedi olmadığı, tarihe ait olduğu ve tarihsel durumlara indirgenebileceğini öne sürüp yürürlükten kaldırmak mümkün hale gelir. Sonuçta İslam, ahlaktan ve inançtan ibaret şeriatı, hükümleri, eti kemiği olmayan, maddi hiçbir tarafı kalmamış mücerret bir dine, ritüllerden ibaret diyanete döner. Nitekim "İslam'da değişmezler ibadetler, inanç ve ahlakla ilgili genel hükümlerdir; diğer hükümler evrensel ve ebedi değildir, değişebilir, zira tarihsel zamanlarda ortaya teşekkül etmişlerdir" diyenlerin niyeti ne olursa olsun, ortaya çıkacak sonuç dinin mücerret diyanete indirgenmesine sebebiyet verir.

Burada şu soruyu sorabiliriz: Bir hükmün tarihsel olduğuna kim ve neye dayanarak karar verebilir? Fıkıhta illetler, ya ayetin, nassın kendisiyle ya icma ile ya da usûlüne uygun içtihat yapabilecek formasyonda olan bir müçtehidin karar vermesiyle tespit edilir. Dahası müçtehidin verdiği kararlar da herkesi bağlamaz. Ayrıca eğer bunlar tarihsel ise ve vahiy, Allah'a ait değil de, peygamberin kendisinin ifade ettiği lafızlarla ete kemiğe bürünüyorsa, bu lafız mananın kritiğinde yeni hakemler ortaya çıkar. Mesela Arap şiiri hakem olur; Arap şairleri bir kelimeyi nasıl anlamışlarsa biz de Kur'an'ı o şekilde anlarız. Taha Hüseyin ve 19. ve 20. yüzyıl modernist Arap milliyetçileri bunu öne çıkarmışlardır. Keza İzutsu da "Kur'an'ın anlaşılmasında, Arap cahiliye şiiri birinci derecede önemlidir" diyerek büyük ölçüde bunu kullanmıştır. Hakikaten tefsirlerde şiire sık sık başvurulur; fakat nasıl ki, nüzul sebebi ayetin hükmünü anlamaya yardım eden bir vesileyse, Arap şiiri de o hüküm anlaşılmasında öyledir, yani belirleyici değildir, yardımcı ve açıklayıcı bir unsurdur. Dolayısıyla Kur'an, Arap şiirine ve Arap şairine herhangi bir şey borçlu değildir, onları göz önüne alarak inmemiştir. Tam aksine vahy semantik bir müdahaledir; tarihe, topluma ve aynı zamanda dile de müdahale eder.

Benzer şekilde gramer de Kur'an'ın üzerinde hakem veya kriter olamaz. Kur'an'ı lafzî değerlendirmeye tabi tuttuğumuz zaman, Arap grameri belirleyici değildir; çünkü sonuç itibariyle grameri belirleyen, kurallarını koyan insanlardır. Bu yüzden gramer Kur'an'ın anlama çabasında bize yardımcı olur, fakat hakem mevkiinde olamaz. Nasıl ki bugün bilim, matematik, fizik, kimya, biyoloji, astronomi, bilimsel keşifler, icatlar Kur'an'ın anlaşılmasında hakem rolü oynayamazsa, Arap cahiliye şiiri veya Arap grameri de vahyin anlaşılmasında belirleyici unsur mevkiinde görülemezler.

Tarihsel yöntem bizi bu noktaya doğru götürmek istemektedir, hatta işi o kadar ileriye götürenler vardır ki, "Peygamber ne bilebilir, ümmi bir insandı, şair değildi, vasat bir dil biliyordu ve Kur'an'ı da vasat bir dille ifade etti" diyebilmektedirler. Dahası Kur'an'da gramer hataları olduğunu iddia edip, sonradan oluşmuş, kuralları vazedilmiş gramerden kalkarak Kur'an'da hatalar bulanlara da rastlamak mümkündür.

Netice itibariyle Kur'an'a uygulanmakta olan söz konusu tarihsel yöntem, bizi hükmün hikmetine ne maksadına götürür; işe yarar bir usul değildir. Kur'an'ın anlaşılması için tarihte, âlimlerimizin, müçtehitlerimizin, müfessirlerimizin vazettiği kabul görmüş usûl vardır. Biz, o usûlü takip ederek Kur'an'ı anlar ve bugünkü sorunlarımıza da cevaplar bulabiliriz. Yine bu usulle geleneğin içinden modern dünyaya cevap bulabilir ve karşılaştığımız sorunları çözebiliriz. Meşru ve kabul görmüş geleneğin dışına çıktığımız zaman, hangi harici yöntemi kullanırsak kullanalım yöntem ilahi mesajın özünü, hikmet ve maksadını yok eder, Müslümanların da din anlayışını dönüştürür

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder