8 Eylül 2012 Cumartesi

Kur’an’ın Aktüel Değeri Üzerine / Hikmet ZEYVELİ

Kur’an’ın Aktüel Değeri Üzerine / Hikmet ZEYVELİ
Giriş 
Her ideoloji, evrensel olduğunu iddia ettiği birtakım ilke ve pren­siplerle yola çıkar ve her ideoloji, ancak uygulama imkânını elde edin­ce geçerliliğini ispatlamış olur. Uygulama imkânını hiç elde edemeyen ideolojilerin, geçerliliği de evrenselliği de tartışılır durumdadır.
İdeolojiler, yalnızca bir defa uygulama imkânını elde etmekle de ev­renselliklerini ispatlamış olamazlar. Ancak değişik zamanlarda/mekânlarda uygulanabilen ideolojilerin evrenselliği ileri sürülebilir.
Her ideolojinin uygulaması, teorisyenine nasip olmamıştır. Birçok ideolojinin teorisi ve pratiği farklı insanlar, farklı toplumlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Nitekim Marksizm’in ilk uygulaması, teorisinin do­ğum yeri olan İngiltere’de değil, Rusya’da mümkün olabilmiştir.
İdeolojiler, pratiğe intikal ederken, kaçınılmaz olarak yerel ve özel araçlar kullanmak zorundadırlar Pratiğin zorladığı özel ve yerel araçlar; toplumdan topluma, coğrafyadan coğrafyaya değiştiğinden ilke ve pren­siplerin dışında kalan bu vasıtaların değişkenliği ve dolayısıyla yerelliği kabul edilir. Bu itibarla, değişken olan bu araçlar evrensel addedile­meyeceği gibi, evrensellik iddiasındaki teoriler de şartların dayatma­sıyla -teori bazında da- değişmek zorunda kalıyorlarsa evrensellik vas­fını yitirmiş olurlar.
İslâm, teorisini ve pratiğini beraber getiren -ve yaşatan- yegâne ide­olojidir. Diğer ideolojiler gibi, teorisini yazıp bitirdikten sonra uygula­ma aşamasına geçmiş değildir. Evrensel ilke ve prensipleriyle uygula­ması beraber ve iç-içe olup hedeflediği prototip toplumu, 23 senelik bir zaman zarfında oluşturarak gerçekliğini ve geçerliliğini ispatlamış­tır.
Bu ‘özel uygulama’ aşamasını da tekeffül eden ve yöneten Kur’ân-ı Kerîm’de teorinin, yani evrensel olanın yanısıra pratiğin, yani özel ve yerel olanın da yer alması, ilk İslâm toplumu için rahmetin tâ kendisi olmuştur. Ancak, sonraki İslâm toplumları için, bu ilk ‘özel uygula­ma’, rahmet olmakla beraber aynı zamanda imtihan da olmuştur. Bu imtihan; zamanın/mekânın değişimi ile nelerin sabit kalacağı ve nele­rin değişebileceğinin tespitinde, diğer bir ifadeyle, evrensel olanla ta­rihsel ve yerel olanın ayırt edilmesinde söz konusu olmuştur.
Mamafih, bu problem, Hz. Peygamber sonrası ilk İslâm toplumun­da varlığını fazla sürdürememiştir. Çünkü, tebliğine me’mur bir pey­gamberden uygulamasını gördükleri Kur’ân’ın temel esprisini kavramış güzîde insanlar yönetimde söz sahibi olmuşlardı. Bu dönemin en güzel uygulama örneklerini Hz. Ebubekir’le Hz. Ömer’de buluruz. Kur’ân’ın uygulama sünnetini en iyi kavrayanlardan olmaları cihetiyle onlar, İslâm’ın evrensel dinamizmini yaşatmak için alınacak tedbirler­de tereddüt etmemişlerdir. Onların örnek yönetimleri döneminde alınmış olan karar ve tedbirler, bize, Kur’ân’ın evrensel temel ilkeleri­ni tayinde rehber olacak niteliktedir.
Fakat ne yazık ki Hz. Ebubekir ve Ömer’in dinamik Kur’ân anla­yışları, Hicret’in 1. asrının sonuna doğru, giderek yerini tutucu bir zih­niyete terk etmeye başlamış, daha sonraları Abbasi Halifesi Mütevekkil’in benimsemesiyle de bu tutucu ve şabloncu zihniyet, artık res­mî devlet politikası olarak toplum hayatına girmiştir.
Hz. Peygamber’e karşı, müşriklerce dayatılan ecdâdperestlik psi­kozu, bu defa, âdeta dinî bir söylem kazanmıştı. Kur’ân’ın bildirdiği ü­zere, Hz. Nuh’a ve Hz. Musa’ya atalar geleneğiyle karşı çıkıldığı gibi (28/36, 23/24) son peygamber Hz. Muhammed’e karşı da aynı atalar geleneği dayatılmıştır. (43/22, 7/28)
İşte bu gelenekçi psikoz, aynı statükoculuğu, bu defa, Hz. Peygamber’in ilk uygulamasını, yani Kur’ân’ın ilk yorumunu bütün teferruatıyla şablonlaştırmak suretiyle sürdürmeye çalışıyordu.
Önce bid’at kavramı geliştirildi. Hemen-hemen her yeniliği kap­sayan bir tarif yapılarak1 en masum yenilikler bile bu kapsam içerisin de mahkûm edildiler. Öyle ki, pazarda ne alacağını unutmamak için küçük parmağına ip bağlayan dindar bir Müslüman, Hz. Peygamber zamanında bu âdetin mevcut olduğunu tahkik edinceye kadar par­mağını avucunun içinde gizlemek zorunda kalıyordu.2 Çünkü “Her yenilik bid’at. her bid’at sapıklık ve her sapık cehennemde, slo­ganı, Hz. Peygamberin hadisî olarak tedavüle konmuştu.3
Daha sonraları, bid’ate karşı geliştirilen ‘sünnet’ kavramı hem statiklesti, hem de yarı-vahiy (gayrı metluv vahiy) karakterine büründürülerek dogmalaştırıldı. Kur’an hükümlerinde illet ve gâiyyet aranma­sı, âdeta Allah’ın, şanına ‘naqíse’ addedildi. Kelâmdaki meşhur “Husn ve qubh emir ve nehyin mucibi midir, yoksa medlulü müdür?”4 tartışmasında: sorunun ikinci şıkkını evetliyenler: helal ve haramda, ve genel olarak teşride, illet ve gâiyyetın mücib sebep alınamayacağı­nı ileri sürüyorlardı.
Giderek yaygınlaşan bu zihniyet Kur’ân’ın dinamizmini yok edince, taklide razı olmak ve ihtilaflı konularda sevad-ı a’zam’a (büyük çoğun­luğa) ya da cumhura uymak, ‘bid’atlerden kaçınmak ve Sünnet’e temessük etmek (yapışmak)’ için yegâne yol addedildi.
Tarihî seyrinin detaylı verilmesi bu çalışmamızın sınırlarını zorlaya­cak olan bütün bu zaafların kurumlaşması ve bazı yönetim politikala­rıyla destek görmesi sonucu, bu ahval, birtakım -kaideyi bozmayan-istisrıalarla. milâdî XX. yüzyılın başlarına kadar sürüp gelmiştir. Asırla­rın birikimiyle sürüp gelen bu zaaflar, İslâm dışı ideolojilerin ve özel­likle Batı’daki siyasal, kültürel ve teknolojik gelişmelerin dayatmasıyla birleşince, içinde bulunduğumuz yüzyılın başlarında, İslâm’ı temsil eden son siyasî otorite de dağılıp parçalanmış; yerini, birtakım küçük siyasi yönetimlere bırakmıştır. Bu yönetimler, özellikle galipleri konumunda­ki Batı karşısında mağlup milletler psikolojisi ile İslâmî kimliklerini süratle yitirmeye başlamış; Batının geliştirdiği siyasî ve kültürel değer­ler karşısında, ya laik bir siyasî çözümü benimsemiş, yani dini, sadece ‘kişisel inançlar’ seviyesine indirgeyerek İslâmın toplumsal yönü ve fonksiyonunu reddetmiş; ya da zahiren Islâmın siyasi otoritesini kabul etmiş görünmekle beraber, yine galiplerin dayattığı değerlerle varlık­larını sürdürmeye çalışmışlardır. Bütün bunların tevlid ettiği kimlik kri­zi, artık parça parça olmuş -sözüm ona- İslâm âleminin, galipleri ta­rafından sömürü odağı haline gelmesine sebep olmuştur.
İslâmî siyasi otoritenin parçalanmasından günümüze gelinceye ka­dar geçen bir yüzyıla yakın zaman zarfında, İslâm-dışı resmi-siyasi oto­ritelere rağmen, başlangıcında olduğu gibi, İslâmın toplumların ha­yatına hükmetmesi için, ne yapmak gerektiğini araştıran samimi Müs­lümanları temsil eden düşünürlerin zihinlerini en çok işgal eden soru şuydu: ‘Nerede hata yapılmıştı ki bu duruma düşülmüştü?’ Konulan ilk müşterek teşhis ise. İslâmın ilk ve en sağlam kaynağı Kur’ân’dan uzaklaşılmış olması vakıasıydı.
Fakat bu beylik teşhisle yola çıkanlar, çözümlerde birbirinden ayrılı­yorlardı. Bunun belli başlı sebeplerinden biri ve en önemlisi, Kur’ân-ın temsil ettiği İslâmın kapsamını belirlemedeki ihtilaflardı. İslâm, sa­dece Kur’ân’dan mı ibaret idi? İslâmın, Kur’ân’dan ibaret olduğu ka­bul edilmesi halinde, onun referans olarak gösterdiği Hz. Peygamber örneği de bizi bağlar mıydı? Bu kaynak veya kaynaklardan bize gelen hükümlerin evrenselliği veya tarihselliği tartışılabilir miydi?
Genel olarak İslâmın, özele indirgersek Kuranın aktüalize edilme­sinin problemleri diye özetlenebilecek bu konuda, günümüzde gelişen temayüller şöyle sıralanabilir:
1) İfrat Görüş Sahipleri
Kuran’da, inanç esasları dışında hiçbir evrensel sabite kabul et­meyip ahkâm’ın hepsinin değişebileceğine inananlar. Bu görüşü savu­nanlardan biri olan Celal Nuri İleri, şöyle der: “Dünyada her kaide-i hükmiyye değişir. Bunun bir istisnası vardır. O da “Zamanın tağayyürü ile ahkâmın tağayyürü inkâr olunamaz’ hük­müdür.”5
Bu alanda en ileri giden biri olarak gördüğümüz Mısır’lı çağdaş âlim Hasan Hanefî ise, bu değişme gereğini Kur’ân’ın inanç esasla­rına da teşmil eder.6
Laik yönetimleri benimsedikleri ve İslâm adına endişeleri olma­dığı halde, resmi ideolojileri ve statükoları İslâm adına meşrulaştırma­ya çalışanlar.
2) Tefrit Görüş Sahipleri
Klasik taklidi temayülleri aynen sürdürenler: Bunlara göre; İs­lam’ın ilk döneminin (Asr-ı Saadet) bütün uygulama ve değer ölçüleri evrensel niteliğinde olup yerel veya tarihsel olanı yoktur. Hz. Ömer’­in tassarrufları da bize, nass’lar üzerinde ictihad etme konusunda delil olamazlar. ‘Mevrid-i nass’ta içtihada masağ yoktur’ kuralı en kap­samlı bir şekilde geçerlidir. Bid’atlardan sakınmak, Sünnet’e sarılmak şiar edinilmelidir.
Bu katı şablonculuğun ya da taklitçiliğin bir tezahürü olarak, günü­müzde, mesela, zil sesleri’nin (saat, telefon veya kapı zillerinin) caiz olup olmadığı hala tartışılabilmektedir.7
3) Mutediller
Bunlar, Kur’ân’ın âdete ve örfe bina edilen ahkam ve muamelâta dair bütün hükümlerinin, özellikle zaman ve coğrafya farkları söz konusu ise, değişebileceğini, çünkü bu konulardaki Kuran âyetlerinin bir kısmının tarihsel veya yerel özellikte olduklarını kabul etmişlerdir. Bunlar da “zamanın tağayyürü ile ahkâm tağayyür eder” prensibini kabul ederler, ancak bu kuralın, illeti değişmiş olan ahkâm için söz konusu olacağı görüşündedirler. Aralarında bazı düşünce farklılıklarına rağmen, eski âlimlerden et-Tûfî, çağdaşlardan Mehmed Akif Ersoy, Hüseyin Kâzım Kadri ve Fazlurrahman bu gruba örnek verilebilirler.
Bize gelince, bu hassas konuda tercihimizi belirtmeden önce, üç konuda mülahazalarımızı serdetmek isteriz.
a) Risaletin Son Bulmasının Anlamı
Kur’ân-ı Kerîm, kuşkuya mahal olmayacak şekilde, Alemlerin Rabbinden bir inzaldir. İnsanları hidayet etmek için nazil olmuştur (2/ 185).
Onları “en qavím (en sağlam) bir yola kılavuzlamaktadır (17/9).
Yaratıcı, beşere lütfettiği bu hidayetini, gene beşer olan Rasuller (Peygamberler) vasıtasıyla gerçekleştirmeyi sünnet (teamül) edinmiş­tir. Bu hidayetinin sebep ve gayesini ise şöyle beyan buyurmuştur:
“insanlar tek bir ümmetti. Allah peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; insanların ayrılığa düştükleri husus­larda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte Kitab’ı in­dirdi... (12/111, 16/89)
 Bu Kitab’da, insanların hidayeti için, gerekli herşeyi zikretti.(12/111, 16/89). Dolayısıyla bu anlamda mufassal olan Kitab’ın hidayetine teslim olmaktan başka insanın bir seçeneği yoktur (6/114).
Bu itibarla Kuran, Yaratıcının insanlara bahşettiği son prospektüs, son mesajdır. O mesajı insanlara iletme şerefine nail olan Hz. Muhammed de son ‘nebi/son peygamber olmuştur.
Geçmişin her döneminde bir çok topluma peygamber gönderilmiş­ken, neden acaba, Hz. Muhammed’le bu olgu sona erdirilmiştir?
Bu gerçek, bazılarının sandığı gibi, Son Peygamber’le kıyametin birbirlerine çok yakın oluşuna mı delalet eder, yoksa başka bir şekilde izahı var mıdır?
‘İnsan’ olarak yaratılan canlı türünün, yaratılışından itibaren bir ge­lişim süreci içerisinde olduğu konusunda, aklî-tecrübî bazı bulgulara sahip bulunmaktayız. Acaba ilâhî mesajda bu konuda bazı ipuçları elde etmek mümkün müdür? Bu konuda, aşağıdaki âyetler, anılan gelişimin nakli ipuçları olarak ileri sürülmüşlerdir:
Sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra meleklere, “Âdem’e secde edin” dedik; İblisten başka hepsi secde etti... (7/11).
Bu âyette; önce yaratılış, sonra şekilleniş, daha sonra da Âdem’e secde emri sırasına, ve yaratılan objeden ‘sizi’, ve ‘size’ diye çoğul za­mirle söz edildiğine dikkat edilmelidir. Yani, yaratılan varlık tekil değil, çoğuldur; gelişimini tamamladıktan sonra Adem olmuştur ve işte bu merhalede, meleklere, Adem’e secde etmeleri emredilmiştir.
Bu konuda Muhammed İkbal şu görüştedir: “Kur’an’da Âdemin hikâyesi bütün insanlığın hikâyesidir.”8
İsmail Cerrahoğlu da aynı konuda şunları söyler: “Kuran-ı Kerîm’­de çeşitli sûrelerde zikredilen Âdem, genellikle insanı temsil eder. Da­ha doğrusu Hz. Âdem’in hikâyesi, her insanın hikâyesi demektir.9
Süleyman Ateş’in bu âyete düştüğü not ise: “âyet, (...) Âdemin birden bire değil, bir tekâmül neticesinde yaratılmış olduğunu bildirmek­tedir” şeklindedir. (Kur’ân-ı Kerîm ve Yüce Meali, ilgili âyet.)
Ve Allah, sizi yerden bir bitki olarak bitirdi (71/17).
 Bu âyet için de Süleyman Ateş mealinde şöyle bir not düşülmüştür: “...insanın menşeine çeşitli yerlerde işaret eden Kur’ân, bu yarat­manın bir tekâmüle tabi kılındığını gösterir. Ancak insan herhan­gi bir hayvandan değil, kendi kökünden tekâmül ettirilmiştir. Bu tekâmülün nasıl olduğunu ancak Allah bilir.”
Gerek arzdan (yerden) inşa ettiği, gerek analarınızın rahimlerinde ce­ninler halindeyken sizi(n durumunuzu) en iyi bilen O’dur (53/32).
Burada sanki, insanın yeryüzündeki yaratılışıyla, ana rahmindeki o­luşumu, tekâmülü arasındaki benzerliğe îma vardır.
insanın üzerinden, henüz anılmaya değer bir şey olmadan (önce) uzun bir süre geçmedi mi! (76/1)
Bu âyetten de, klasik müfessirlerin ifade ettikleri, “insanın ana rah­mindeki gelişiminin yanı sıra, tür olarak varoluşundan sonraki geliş­mesi de kastedilmiş olabilir.
İnsan türünün gelişmesinin, ana rahmindeki bireyinin gelişmesine benzerliği noktasından yola çıkarsak; insan türünün, tarih boyunca ve toplum bazında, müşahede edemediğimiz gelişmesini, insan bireyinin müşahede ede geldiğimiz gelişmesiyle sembolize edebiliriz. Yani, insan bireyinin ana rahmine düşmesinden doğmasına, büyüyüp rüştüne erişmesine, tefekkürünün gelişip kıvamına ulaşmasına ve yaşlandıkça gerilemesine, sonunda ölüp yok olmasına kadar bu teşbihi (kıyası) sürdürebiliriz. Bu durumda insanlığın da bir ceninlik, bir sebâvet, bir ergenlik, bir yaşlılık döneminin olabileceğini kabul edebiliriz.
İnsan bireyinin, rüştünü ispatlayıncaya kadar ebeveyninin vesaye­tine muhtaç olması ve ancak rüştünü ispatladıktan sonra vesayetten kurtulabilmesi olgusunu, toplum bazında insan türüne uygularsak; in­sanlığın da rüştünü ispatlayıncaya kadar ‘peygamberlerin vesayetin­de’ yaşaya geldiğini, ancak rüştünü ispatladıktan sonradır ki peygam­berliğin son bulduğunu ve dolayısıyla vesayetten muaf tutulduğunu söyleyebiliriz.
O halde peygamberliğin son bulması, insanlığın rüştüne ermiş ol­duğunu simgeler. Bu da akli melekelerin gelişmesi sonucu elde edilen entelektüel bağımsızlık ortamıdır.
Ancak risaletin (peygamberliğin) son bulması, toplumun gelişme­sinin son bulması demek değildir. Tıpkı rüştünü ispatlayarak vesayet­ten kurtulan insan bireyi gibi hayatının baharını idrak etmiştir ve tarih boyunca -yine insan bireyindekine benzer şekilde- kabiliyetlerinin geli­şimi devam etmektedir.
İşte böyle bir yorumla biz, hem şeriatlar-arası farklılıkların izahını, hem de son şeriatın doğru yorumlanmasının imkânını elde edebiliriz.
Peygamberler vasıtasıyla insanlara gönderilen mesajların, aynı ilâhî kaynaktan gelmeleri itibariyle, temel düstur ve inançlarda aynîlik gös­terdikleri aklen kabul edilmiş ve tarihen doğrulanmıştır. Fakat bunun yanı sıra, yukarıdaki mülâhazalarla, toplumların gelişmekte olduğunu düşünürsek, bu gelişmeye paralel ve uygun olarak, mesajların muh­tevalarında bazı farklılıkların olması kaçınılmaz olur.
Kuran, bu konuda şöyle buyurur:
... Her biriniz için bir yol (şeriat) ve bir yöntem belirledik; Allah dileseydi hepinizi bir tek ümmet yapardı, fakat bu, verdikleriyle sizi denemesi içindir... (5/48)
“...Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamber bir âyet getiremez. Her süre için bir kitap vardır.” (13/38)
İlâhî mesajlarla bir topluma öngörülen hukuk ve muamelat esas­larının daha sonraki bir toplumda değiştirilmesinin hikmeti, toplum­ların gelişme süreçlerine paralel olarak hükümlerin de yenilenmesi, fıkhî bir ifadeyle, bir önceki şeriatın, bir sonraki şeriatla neshedilmesi vakıasıdır.
Şeriatlar-arası ‘neshe kâil olan İslâm fukahası, aynı şeriat içerisin­de de neshi kabul etmiş ve ‘nâsih ve mensûh’a, fıkhın en önemli ko­nularından biri olarak yer vermişlerdir. Bir çelişkiyi ifade ettiğine ina­nan bazı ilim adamları, Kur an’ı böyle bir zaaftan berî görerek neshi reddederken, diğer bazı ilim adamları, bu vakıanın, bir çelişkiden ziya­de, toplumun gelişimine uygun olarak hükümlerin tedrici değişimi olduğunu ileri sürmüşler ve Kur’an’da mensûh ayetleri tespit ve tayine çalışmışlardır. Mensûh ayet adedinin tespitinde çok mübalağalı ra­kamlar ileri sürüldüğü gibi, onların sayısını birkaç ayete hasredenler de olmuştur.
İlâhî bir hidayete çelişki izafe etmenin, onun ilâhî olmadığını ileri sürmekle eş-anlamlı olacağını bizzat Kur’ân ifade ettiğine göre, nes­hi, ‘ahvâl ve şeraite göre hükümlerin tedrici olarak inzali’ şeklinde an­lamak daha sağlıklı bir anlayış olmalıdır.
b) İlâhî Hidayetin Kapsamı
Allah, insanı fıtraten, akıl ve duyular gibi bazı kabiliyetlerle donat­mış ve hayatta, yolunu seçip tercih ederken bu kabiliyetlerini mutlaka faal tutmasını ondan istemiştir:
“Bilmediğin şeyin ardına düşüp gitme; doğrusu kulak, göz ve kalp. bunların hepsi ondan sorumludur” (17/36).
İnsanın nefsinde ve çevresindeki tabiatta âyetler yaratan Allah, o fıtrî kabiliyetlere tabii doneler (veriler) sunmuştur. Sahip olduğu kabili­yetleri seferber edip tabiattaki/tabiatındaki sözsüz ayetleri done alan insanoğlu, bir yere kadar varlığının manasını kavramak ve qâlû bela” temsiliyle ifade olunduğu üzere rabbini birleyerek O’nu itiraf et­mek sorumluluğundadır (7/172-73). Bununla beraber, insan, bütün zaaflarını bertaraf edememiş; Allah’ın özel hidayetinden müstağni kalamamıştır. İnsanoğlunun, doğrudan-hidayete en çok muhtaç bu­lunduğu sahaları tespite çalışırken, yeryüzündeki mücadelesi boyunca, üç tür varlıkla olan münasebetlerini doğru oluşturmak için çabalayıp durmuş olduğunu görürüz:
Mâ-dûnu (alt-varlık) olan kendi dışındaki varlıklarla,
Mâ-fevkı (üst-varlık) olan Yaratıcısıyla,
Hemcinsi olan insanlarla ve dolayısıyla kendisiyle.
İnsanoğlu; mâ-dûnu olan varlıklar, yani kendi cinsi dışında kalan hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklar üzerinde, fıtraten yeterli kabili­yetlerle donatılmış olduğundan, ilâhî doğrudan-hidayetin (sözlü ayetlerin/vahyin) konusu, bu sahadaki ilişkileri tanzim etmek olmamıştır. Yaratılışta sahip bulunduğu kabiliyetleriyle insanın, bu varlıklara yö­nelmesi için Kur’ân sadece bazı şevkler, impuls’lar vermiştir.10
Bu alanda Kur’ân’dan elde edilebilecek olanlar, sadece, ilk muha­tap toplumu etkileyebilecek edebî ve diyagramatik tasvirlerdir. Bu tas­virlerden hareketle, günümüzde Bucaillizm diye adlandırılan, “Kur’ân âyetlerini, ilmin ya da teknolojinin ulaşmış bulunduğu bazı sonuçlarla intibak ettirme” gayretkeşliğine düşmemek gerekir. Bu yolda ileri sü­rülmüş bulunan iddialarının çoğunun, Kur’ân diline ve üslûbuna vu­kufsuzluğun bir sonucu olduğunu kanıtlamak pek zor olmadığı gibi, bu teşebbüslerin, Kur’ân’ın hidayet hedefini saptırmaktan başka bir işe yaramadığı da görülmektedir.
Örnek verirsek, bir döneme kadar bazı tefsir kitaplarında, Kur’ân âyetleri delil getirilerek dünyanın ‘sath’ (düz)11 ya da ‘sakin (hareket­siz)12 olduğu iddia edilmiştir. Günümüzde ise, yine Kur’ân âyetlerine da yanılarak dünyanın ‘küre’ veya ‘elipsoid’ şeklinde olduğu ya da ‘dön­mekte’ olduğu ispata çalışılmaktadır.13 Oysa ilâhî hidayetin hedefi ne onu, ne de diğerini ifade etmektir. Kur’ân için insana yakın olan, o­nun hayatında olan gerçekler önemlidir.
“Dünyanın yuvarlak olduğu” şeklindeki inancın, insanın mutluluğu ve erdemi ile doğrudan ilgili olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Mahşer gününde, “dünyanın düz olduğu ya da yuvarlak olduğu” yo­lundaki inancından dolayı insanların sorguya çekileceğine dair eli­mizde aklî veya naklî bir delil de yoktur. Çünkü orada geçerli değer­ler, Allah’a olan şirksiz imanımız ve salih amellerimizdir.
Aktüel olanın önemini, Alexis Carrel gibi bir düşünür şöyle ifade e­der: “İnsan için, bir ağacın gerçekliği, beş kilometre yukarısından bir helikopterle çekilen kuşbakışı fotoğrafındaki gerçeklik değildir. Gölge­sinde istirahat ettiğimiz, yapraklarının hışırtısını zevkle dinlediğimiz a­ğaç önemlidir bizce.14
Kur’ân’ın sadece aktüel yönüne önem verdiği, ve işin ilmî yönünü -din haline getirmeksizin- insanın kabiliyetine ve tecessüsüne tevdi et­tiği, bu maddi alemle ilgili bazı edebî tasvirlerin din/akide telakki edil­mesinin müncer olduğu vahim bir anlayışa -günümüzden- bir örnek verelim:
Suudi Arabistanlı meşhur Şeyh Abdu’l-Aziz b. Baz, ei-Edilletu’l-’Aqliyye ve’l-Hissiyye ‘alâ Cereyanı’ş-Şemsi ve Sukûni’l-Ardi ve Imkâni’s-Su’ûdi ila’l-Kevâkib (=Dünyanın Sakin, Güneşin Hareketli Olduğuna ve Gezegenlere Çıkmanın İmkânına Dair Aklî ve Hissî De­liller) isimli, 1975 yılında Medine’de, resmi makamlarca basılan ri­salesinde “güneşin yerinde durduğunu ve dünyanın onun etrafında hareket etmekte olduğunu” iddia edenleri, bakınız, ortaçağ kilisesinin engizisyoncu zihniyetiyle nasıl mahkûm etmektedir:
“...Kim bunu iddia ederse küfür ve dalâlete düşmüş olur. Çünkü bu iddia, hem Allah’ın, hem Kur’ân’ın, hem de Peygamberin (s) tekzi­bidir...(Bunu iddia eden kişi) tevbeye davet edilir. Ederse ne âlâ; ak­si takdirde, kafir ve mürted olarak öldürülür ve malı da Müslüman­ların Beytulmâline irad kaydedilir. (...) Eğer ileri sürdükleri gibi dünya dönüyor olsaydı; ülkeler, dağlar, ağaçlar, nehirler, denizler bir kararda kalmazdı, insanlar batıdaki ülkelerin, doğuya; doğuda­ki ülkelerin batıya kaydığını görürlerdi, Kıble’nin yeri değişir, insanlar Kıbleyi tayin edemezlerdi. Velhasıl (bunların hiçbiri müşahede edilmediğine göre) bu iddia (‘dünyanın hareketli olduğu’ iddiası) sayması uzun sürecek bir-çok nedenden dolayı bâtıldır.”15
Bu ilginç örnekte, Bucaillizm’in negatif olarak işletildiğini görüyo­ruz: Kur’ân’ın zahirine aykırı görülen ilmî buluşlar karşısında, onları ihbar eden nass’lar aramak psikozuna karşılık, bu defa, onları kesin reddeden ve savunanlarını da engizisyoncu kilise zihniyetiyle mahkûm eden bir zihniyete şahit oluyoruz.
İnsanın, yeryüzündeki mücadelesi boyunca, münasebetlerini doğru oluşturmak için çabalayıp durduğu üç varlıktan ikinci ve üçüncüsüne, yani mâ-fevkı olan Yaratıcı ve hem-cinsi olan insanlara gelince: bu sahalarda insanoğlunun, Yaratıcının hidayetine olan ihtiyacı bariz ola­rak kendini her zaman hissettire gelmiştir:
Yaratıcıyla olan alâkasını doğru teşhis ve düzenlemede, insanın çoğu zaman ayakları sürçmüş, şirk ve inkâr şeklinde tezahür eden sap­malara duçar olmuştur.
Yine insanoğlunun, hem-cinsi olan ‘insan’la münasebetlerini tespit ve düzenlemede de başarısız kaldığına tarih tanıklık ede gelmiştir. Özellikle insanın birey ve toplum olarak tâbi olması gereken asgari müştereklerin tespiti ve yeryüzünde zulmü bertaraf edecek adaletli bir düzen ikame etme çabaları hep hüsranla sonuçlanmıştır.
‘Toplumsal Sözleşme’ diye adlandırılan, insanları yönetecek yasa­ların konulmasında, öncelikle ‘yasa koyucu’da (Şâri’de) olması gere­ken vasıflar, işin uzmanlarınca, uzun-uzadıya tartışma konusu yapıl­mıştır. Bir yasanın yeterli, âdil ve toplum bireylerince itaat edilebilir (eski ifadeyle ‘mâ bihi’l-ittibâ’) olabilmesi için, ‘yasa koyucu’nun, aşa­ğıdaki vasıflara sahip olması öngörülmüştür:
İnsanı çok iyi tanımalı, ihtiyaçlarını çok iyi takdir etmelidir;
İnsanın -gerçekten- iyiliğini (hayrını) istemelidir;
Yaptığı yasalardan hiçbir çıkarı olmamalıdır (müstağni olmalıdır).
Fransız düşünür Jean Jacques Rousseau (1712-1778). bu konu üze­rine yazdığı eserinde ‘yasa koyucu’da aranması gereken vasıfları yuka­rıda verdiklerimize benzer şekilde sıraladıktan sonra şunu ilâve eder: “İnsanlara yasalar vermek için tanrılar gerek.”16 Jean Jacques Rousseau’nun “tanrılar” şeklinde pagan bir söylem içerisinde verdiği çözü­mü, “Yaratıcı, Adil, Kadîr, Ganî, Hikmetli, Rauf, Rahîm..olan ALLAH” şeklinde düzeltirsek, bu ezelî ve ebedî gerçeği doğru ifade etmiş olu­ruz.
İlâhî mesajlar, tarih boyunca kainatın varlığının ve insanoğlunun bu uçsuz-bucaksız kainat içerisinde yaşamının anlamını bildirmişlerdir: Dünya hayatı geçicidir, baki olan ahiret hayatıdır. İnsan, bu geçici Dünyada Rabbine ‘kulluk’ etmek üzere yaratılmıştır; Rabbinin varlığına ve ölümden sonra O’nun huzurunda ‘hesap vereceğine’ seksiz bir iman içerisinde, erdemli (salih amelli) bir hayat yaşamaya talip olmalıdır. Bunun için de Allah’ın hidayetine tâbi olmaktan başka çıkar yolu yok­tur. Allah, hayat prospektüsünü en doğru sunacak güçtedir; zira ‘ya­ratıcıdır’.
c) Kur’ân Hidayetinin Özelliği
‘Hidayet’, yol gösterme, rehberliktir. Yol göstermede aslolan. in­sanı nihai hedefine kadar bilfiil götürmek değil, yeterli ayetler ‘işaret faşları/nirengi noktalan/röperler) vererek onun, kendi irade ve insiyatifiyle o hedefe varmasına yardımcı olmaktır. Aksi halde, insanın aklının ve iradesinin fonksiyonu gözardı edilmiş olur ve içgüdüleriyle hayatını idame ettiren diğer canlılardan farkı Kalmaz.
İste son ilahi-sözlü hidayet veya -artık özele indirgersek Kur’ân hidayeti insanlara öncelikle röper noktaları vermiştir Ancak, bu soyut yönlendirmelerin yanı sıra -örneklemelerin insan tabiatı üzerindeki müspet etkilen gerçeğinden hareketle- ilk muhatap toplum üzerinde tatbikatını da beraber sunmuştur.
Bu yönüyle Kur’ân, herhangi bir hukuk kitabına benzememektedir. Zira o, bir defada vücuda getirilmiş bir hukuk mecellesi olmayıp 23 senede, gerekçesini, uygulamasını ve ahlakî değerlerini beraber ge­tirmiş ve bu süre zarfında prototip bir Kur’ân toplumu oluşturmuş ger­çekten benzersiz bir kitaptır.
Bu ilk uygulamada, yerel ve özel şartların dikkate alınmasında, Hz. Peygambere yeteri kadar inisiyatif verildiğini görüyoruz. Allah’a ita­atin yanı sıra Hz. Peygamber’e de itaati şart koşan âyetler17 Peygamber’in (s) bu ‘uygulama’ sürecindeki misyonunu vurgulamaktadır.
Buna rağmen, bu yerelleştirmede bütün inisiyatif, Hz. Peygamber’e bırakılmamıştır. İlk muhatap toplumun dilini araç olarak kullanan Kur’ân’ın18 bizzat kendisi de, o toplumun arka-plânını ve örfünü (mütearefini) gözönüne alarak ahvale uygun özel hükümler vazetmiştir, evrensel prensipleri taşıyacak ya da uygulayacak vasıtaların hususi olması aklen de gereklidir: Zira soyut (mücerredi kavramlar, ancak somut (müşahhas) vasıtalarla kavranabilirler.
Bu itibarla Kur an-ı Kerîm’in, 23 senelik nüzûl ve uygulama ortamı içerisinde, hidayet ettiği toplumun gelişmesine uygun olarak ve tedrice riayet ederek evrensel inanç ve amel esaslarının yanı sıra yerel ve özel, hatta geçici hükümler koyması çok tabii görülmelidir. Müslüman ce­maatin duçar olduğu problemlerin acil çözümünden, Hz. Peygamber’in aile hayatına kadar uzanan düzenlemelere varıncaya kadar. Kur’ân’ı Kerim de birçok özel hükme rastlamak mümkündür.
Kur anın nüzülu tamamlandıktan sonra geçici hüküm mesabesin­de kalan nassa örnek olarak, Hz. Peygamber’in vefatından sonra, ge­riye bıraktığı eşleriyle kimsenin evlenemeyeceğine dair hüküm verile­bilir (33/53).
Buraya kadar serdettiğimiz mülâhazalarımızı şöyle özetleyebiliriz:
İnsanlığın gelişimi son bulmamıştır. Son ilâhî yazılı mesajın inişin­den sonra da bu gelişim devam etmektedir. Bunun sonucu olarak da, yeni ihtiyaç ve problemlerin oluşması ve bunları karşılamak için eski hükümlerin tâdili ya da birtakım yeni hükümlerin ikâmesi kaçınılmazdır.
Öncelikle, insan-insan ve insan-Allah münasebetlerini tayin ve tanzimde rehberlik eden ilâhî mesajlarda, -insanlığın gelişmesi de göz-önüne alınmış olduğundan- Kur’ân’da, evrensel nitelikte vaz’edilen prensip ve hükümler çok az sayıda tutulmuştur. Bu az ve kapsamlı prensip ve hükümlerin dışında kalan sahalarda, özellikle insan-madde ilişkilerinde, insana geniş bir inisiyatif alanı bırakılmıştır.
İlâhî hidayetteki teamül gereği, Kur’ân’da, evrensel inanç ve a­mel esaslarının yanı sıra, özel ve yerel uygulama ve yorumlara da yer verilmiş, yani ilk muhatap toplumun özel ihtiyaçları ve mütearifi (ör­fü, kültürü) dikkate alınmıştır.
Bütün bu hususlar gözönüne alındığında; ilk muhatap toplumun örf ve âdetine bina olunan ve zaman/mekân değişmesi sonucunda, vaz’ edilmelerine esas olan illetleri değişmiş bulunan ahkâm ve muamelâta dair hükümlerin değişebileceği sonucuna varabiliriz.
Hz. Peygamberin vefatından sonra, özellikle Hz. Ömer’in bazı uy­gulamaları bu kanaatimiz; te’yid edici niteliktedir. Mut’a’yı (muvakkat evliliği; yasaklaması, fethedilen arazileri muqatikye (savaşanlara) pay etmemesi, zekâttan ‘muellefe-ı qulub’a hisse ayırmaması,19 Tağlib kabilesinden ‘kırkta-iki’ zekât alması... gibi uygulamaları, onun, Kur’anî ve Peygamberi uygulamaların zahirini değil, ruhunu/esprisini esas aldığın; ortaya koymaktadır.
Bu konuda Fazlurrahman şöyle yazar:
Hz. Ömer, Irak ve Mısır’ın fethedilen arazilerini muqatileye da­ğıtmakla ‘daha sonrakilerin nass veya muhkem diye tanımla­dıkları Kur’ân âyetlerini ve Peygamber sünnetini harfiyyen uy­gulamak yerine, sosyo-ekonomik şartların, dolayısıyla Hz. Pey­gamber’in, hayatı boyunca tesis etmeye çalıştığı adalet ilkesinin gereğini yerine getirmiştir.20
Mamafih bu konuda karar vermek pek o kadar kolay değildir. Kur’anî ya da genel olarak İslâmî bir hükmün, başka zaman/mekân­larda da geçerliliğini koruyup-korumadığının tayini konusunda göz önüne alınması gereken bazı hususlar vardır:
Herşeyden önce, Kur’an’ın evrensel sabiteleri, İslâmî yasamanın amaçları ve genel ilâhî düstûrlar çok iyi bilinmelidir;
Sözkonusu hükmün illeti (gerekçesi) doğru tespit edilmiş ol­malıdır. İlleti kesin bilinmeyen ilâhî bir hükmün değişmesi gereğinden bahsetmek doğru olmaz;
Sözkonusu hükmün illeti, İslâm-dışı ideolojilerin dayatması so­nucu olmaksızın, tabiî bir şekilde değişmiş olmalıdır:
Sözkonusu hüküm; Kur’ân’ın nüzul ve tatbik seyri, uygulamasın­daki tedriç dikkate alınarak mütalaa edilmeli, uygulamada hükmün öncelik ve sonralığı göz önüne alınmalıdır.
Kur’ân’ın Evrensel Sabiteleri ve Yasamanın Amaçları
İnsanın yücelişini hedef alan Kur’âni hidayet ilkeleri (özetle):
a) İnanç esasları
Allah’a şirksiz (eş koşmaksızın) iman (Tevhîd inancı).
Ahirete seksiz (şüphesiz) iman (Hesap Günü inancı) .
Meleklere, peygamberlere, kitablara iman yukarıda verilen iki te­mel inancın lâzimeleridir. Onun içindir ki Kur’an’da “Allah’a ve âhiret gününe iman’’ sekli daha çok kullanılmıştır.
b) (Salih) Amel
Namazı ikame etmek (nefsi arındırın en önemli bireysel ibadet),
Zekât vermek veya infak etmek (malı arındırıcı en önemli top­lumsal ibadet)
Oruç tutmak, haccetmek ve diğer bütün hayırlı amellerin hepsi bu iki salih amelin lâzimeleri addedilebilirler. Onun içindir ki Kur’an’da ‘namaz-zekât’ ikilisi çok sık tekrarlanmıştır.
İslâmî yasamanın, temel hak ve hürriyetlerin temini sadedinde he­deflediği hususlar ise İslâm hukukçularına şöyle tesbit edilmiştir:
Dini korumak, Aklı korumak ,
Nesli (Canı) korumak, Malı korumak,
Nesli korumak,
Özet bir ifadeyle; fikir ve inanç hürriyeti, can ve mal güvenliği ve neslin sağlıklı idamesi..
Kur’ânî Bazı Temel Prensipler
Helâl ve haramın ölçüsünü ancak Allah tayin eder:
“Dillerinizin yalan yere nitelendirmesinden ötürü “Şu helâldir, şu haramdır” demeyin, sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursu­nuz..” (16/116)
“De ki: “Gördünüz mü, Allah’ın size rızık olarak indirdiği şeylerin bir kısmını haram bir kısmını helâl yaptınız”. De ki:” Allah mı size böyle izin verdi, yoksa siz Allah’a iftira mı ediyorsunuz?” (10/59)
Helâl ve haramların, emir ve nehiylerin mûcib karakterleri: Kur’an’da, helâl ve haram kılınmış örnek nitelikte eşya ve fiillerin yanı sıra, bu hükümlere gerekçe olacak külli (genel) karakterleri de ve­rilmiştir. Bu cümleden olarak tayyibat(iyi/temiz/güzel şeyler) helâl, bunun karşıtı olan habdis (kötü/pis/çirkin şeyler) haram kılınmıştır:
 “...Size verdiğimiz rızıkların ‘iyi/temiz’lerinden (tayyibât’tan) yi­yin...” (2/57, 172):
“Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: “Size iyi/temiz şeyler (tayyibât) helâl kılındı... Bu gün size iyi/temiz şey­ler helal kılındı...” (5/4-5)
“Ey inananlar, Allah’ın size helâl kıldığı iyi temiz şeyleri (tayyi­bât’ı) haram kılmayın, sınırı asmayın. Çünkü Allah, sınırı aşanları sevmez” (5/87).
“De ki: “Allah’ın, kulları için çıkardığı zîneti ve rızıktan iyi/temiz olanları (tayyibât’ı) kim haram kıldı?”... (7/32)
“O (Peygamber) ki, kendilerine (fıtraten) iyi bilinen şeyleri (ma­rufu) emreder, kendilerini (fıtraten) kötü görülen şeyler’den (münker’den) meneder; onlara iyi/temiz şeyleri (tayyibât’ı) helâl, kötü/pis şeyleri (habâıs’ı) haram kılar...”(7/157).
Demek ki Allah, ‘tayyibât’ı helâl kılmış, ‘habâis’ı haram kılmış, ‘ma’rûfu emretmiş ‘münker’den nehyetmiştir. (Habâ’is için ayrıca bkz. 16/72, 20/81, 23/51, 40/64).
Fahişe, fevâhiş, fahşâ [çirkinlik(ler)] ve sû’ [kötülük] haram kılın­mıştır:
“...Çirkinliklerin[fevâhiş’injaçığına da, kapalısına da yaklaşmayın...” (6/151);
“De ki: “Rabbim, ancak çirkinlikleri [fevâhiş’ij gerek açığını, gerek gizlisini; günahını ve saldırganlığını... haram etmiştir.”(7/33).
“Onlar bir çirkinlik [fâhişe] yaptıkları zaman ‘Babalarımızı bu yolda bul­duk, ve bunu bize Allah emretti’ derler. De ki: ‘Allah çirkinlikleri [fah-şâ’yı] emretmez. Allah’a karşı bilgisizce şeyler mi söylüyorsunuz?’”(7/ 28)
“... Şeytanın adımlarını izlemeyin; çünkü o, sizin apaçık düşmam-nızdır... O size daima kötülük [sû’] ve çirkinlikler [fahşâ] (yapma­manızı)... emreder” (2/168-169).
Aşağıdaki âyet ise, Allah’ın en genel nitelikli emir ve yasaklarını ih­tiva etmektedir:
“Allah adl’i (adaletli ihsan’ı [âlı-cenaplığı], yakınlarına îfâ’yı [ver­meyi] emreder; fahşa’dan [çirkinlikler’den], münker’den [(fıt­raten) kötü görülen şeyler’denl ve bağy’den [taşkınlıktan] mene­der...” (16/90).
Bir taraftan adl, ihsan ve ifa emredilmiş; diğer taraftan fahşâ, münker ve bağy yasaklanmıştır. Bu kelimelerin hepsinin genel karakterli kavramlar olduklarına dikkat edilmelidir. Kur’ân’da 38 defa geçen ma’ruf ve bunun karşıtı olan münker, Kur’ân’ın en genel karakterli kavramlarındandır. Bazı âyetlerde ‘ma’rûf ile ya da ‘örfe uygun’ davranılması emredilmektedir. (2/180, 288), [7/199]
Bütün bu kelimelerin manalarının doğru anlaşılması, yasamada Al­lah’ın gözettiği illet (gerekçe) ve gayeleri anlamamıza vesile olacak ve yeni yasamalara gerekçe olarak alınabileceklerdir. Bu kelimelerin da­ha kapsamlı tahlillerine girmiyoruz.
Müslümanlar arasında alınacak kararlarda şura (müşavere) em­redilmiştir:
“(Yapacağın) iş(ler) hakkında onlarla müşavere et... “(2/159);”... işleri, aralarında müşavere iledir...”(42/38)
Göklerde ve yerde her şey insanın istifadesine sunulmuştur. [“Eş­yada asi olan ibahedir (mubah olmasıdır)” prensibinin temeli.]
“Görmediniz mi, Allah, göklerde ve yerde ne varsa hepsini size ram (musahhar) kıldı...” (31/20)
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size râm (musahhar) kıldı...” (45/13)
“O (Allah) ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı...” (2/ 29)
Kur’ân’dan, yukarıdakilere benzer başka küllî (genel) prensip ve kaideler çıkarmak mümkündür. Biz sadece bazı örneklerle yetindik.
Günümüzde Çokça Tartışılan Bazı Meseleler
Günümüzde Kur an etrafında oluşturulan problemlerin büyük bir kısmını, Kur’ân-dışı rivayetlerle yanlış olarak elde edilen yorumlar teş­kil eder. Örnek vermek gerekirse; Kur’ân’da mürtedin (İslâm’dan, başka bir dine dönenin) öldürüleceğini emreden hiçbir nass mevcut değilken, bu hüküm, âdeta tartışmasız bir İslâmî ceza olarak kabul edilmiştir. Oysa böyle bir hüküm, birçokları meyanında (2/217, 5/54), “Dinde zorlama yoktur...” (2/256) âyetine de aykırı düşmektedir.21
Bir kısım problemler de, vahyin nazil olduğu farklı ortamların, fark­lı sosyal yapıların, farklı ihtiyaçların doğurduğu problemler olarak te­zahür ederler. Böyle bir durumda Kur an nassının öncelikle doğru an­laşılmış olması, sonra da doğru yorumlanması gerekir. Bir de, resmî ideoloji ve statükoların dayatma ve etkilerinden, mümkün olabildiğin­ce azade (bağımsız), yani objektif olmanın yolları aranmalıdır.
Bu şartlar yerine getirilerek yapılacak Kur’ânî yorumlarla; nassların mefhumlarına uygun ve problemlerimizi çözücü makul ve tatmin edici izah ve sonuçlara ulaşılabileceğine inanıyoruz.
Günümüzde çokça tartışılan Kur’ânî konuları şöyle özetleyebiliriz:
Ceza Hukuku, özel olarak hadd’ler; dört kadınla evlenme; miras hukuku; kadının tanıklığı, nüşûzu halinde dövülebileceği, tesettürü, musahafasi; enflasyonist ekonomik düzenlerde riba/faiz tanımı, v.s...
Bu konuların birkaçı üzerinde kısaca duralım;
Ceza Hukuku ve Özel Olarak Haddler
Kur’ân, öncelikle cezalardan değil, Allah’tan korkan bir toplum o­luşturmayı hedeflemiştir. Önce âdil insanî prensipler üzerinde temel hak ve hürriyetler temin ve ikame edilmiştir. Çeşitli imanî ve ahlâkî değerler ve insanî müesselerle bütün bu hak ve hürriyetler sağlandık­tan sonradır ki, özgür iradelerle tercih edilen böyle bir düzeni ihlâl eden fiil ve davranışlar takbih ve mahkûm edilerek müeyyideler vaz’ edilmiştir. Ancak bütün cezai müeyyidelerde Kur’ân’ın siyaseti; suçlu­yu yoketmek, aforoz etmek ya da ona işkence yapmak değil, öncelik­le ‘suçu’ mahkûm etmek, suça karşı caydırıcı bir ortam oluşturmak, kamu vicdanını da tatmin ederek birtakım intikam duygularının yaşa­masına fırsat vermemek; kısacası insanlara kardeşçe bir yaşama or­tamı temin etmektir.
Genel olarak ahkâmla, özel olarak ceza hukuku ile ilgili âyetlerin hemen hepsinin Medine döneminde ve birçoğunun risaletin son bir­kaç yılında nazil oldukları tarihî bir vakıadır.
Adam öldürme konusunda; Kur’ân; gerek diyet, gerekse kısas şeklindeki, İslâm öncesi Araplara ait22 çözüm şekillerini kabul etmiş olmakla beraber (2/178, 4/92); hemen akabinde “...ve her kim kardeşi tarafından bağışlanırsa...” şeklinde bağışlamanın, Allah katında daha faziletli olduğunu da ilave etmiştir (2/178). Ancak bu bağışlama maz­lum tarafın gönül rızasına dayandığı takdirde intikam duyguları ber­taraf edilmiş olur. İbtidaen hayata kasdetmiş bir zâlimi affetmek hakkı­nın, hayatına kastedilen mazlum tarafa ait olması kadar âdil bir hüküm tasavvur edilemez. Ve böyle bir hakka sahip kılınmış tarafın affetmesi de gerçek fazilet olur. Bununla beraber, Kur’ân’ın başka bir âyeti, açıkça, adam öldürme suçunu, sadece aileye karşı işlenmiş bir suçtan ziyade, topluma karşı işlenmiş bir suç olarak ifade etmektedir.
Hırsızlığın cezasını takdir ederken, Kur’ân, gene İslâm öncesi uy­gulamayı23, yani el kesmeyi öngörmüş olmakla beraber (5/38), hemen arkasından “Kim ettiği zulümden sonra tövbe edip (halini) düzeltirse, bilsin ki Allah onun tövbesini kabul eder. Allah bağışlayandır, merha­metli olandır” Burada da ‘samimi pişmanlığın’ hedeflendiği, ve tövbesi halinde Allah’ın affının söz konusu olabileceği vurgulanmıştır.
Zinanın Kur’ân’la öngörülen celde cezasına gelince (24/2); aile gibi, toplumun temel taşı olan bir müessesenin tahribine müncer ola­cak böylesi bir cürmün cezasız kalmasını isteyecek bir sağduyunun varlığına inanmak mümkün değildir. Dikkat edilirse, Kur’ân-ı Kerîm, “zina etmeyin” demiyor, “zinaya yaklaşmayın” (17/32) buyurarak ona yaklaşılmasını bile yasaklıyor. Burada da şu önemli âdil prensibi hatır­lamak gerekir: İslâm, sadece bir kötülüğü yasaklamayla yetinmez, o kö­tülüğe götürecek yolları da kapatır. Fıkıhçıların seddu’z-zerâyi’ diye isimlendirdikleri bu Kur’ânî prensibi, İslâm’ın bütün yasaklarında görmemiz mümkün. Nitekim zinaya yaklaşmayı zorlaştıracak, dolayısıyla zina yasağına riayeti kolaylaştıracak tedbirlerin, zina cezasından daha önce ikame edildiğini müşahede etmekteyiz. Kadın-erkek, her iki cin­sin birbirlerini tahrik etmeyecek şekilde giyinmelerini, ihtilât ve halvet gibi baştan-çıkarıcı konumlara düşmemelerini kural haline getirmesi; ve her şeyden önce meşru evliliği kolaylaştırarak teşvik etmesi seddu’z-zerâyi ‘nin en güzel örneklerindendir. Bu kabil tedbirlerin tarihselliğini iddia etmek için ileri sürülecek gerekçeler inandırıcı olamazlar. Zira kadın-erkek iki türün, biyolojik ve psikolojik yapılarında bu zaman zarfında büyük bir değişikliğin meydana geldiğini hiç kimse iddia ede­mez.
“Recm” denilen, zina eden evli kimselere uygulanması öngörülen ve ölümle sonuçlandırılan ‘taşlama’ cezasının ise; Kur’an’da yer alma­dığı; Kur’ân’ın bu konuda öngördüğü genel ‘celde’ hükmüyle bağdaş­madığı ve buna mesnet olarak ileri sürülen birkaç rivayetin Kur’ân hükmüne aykırı düşmeyecek şekilde yorumlanmalarının mümkün ol­maları sebebiyle genel bir İslâmî ceza addedilmesini doğru bulma­maktayız. Nitekim bu cezanın, Tevrat’ın hükmü olduğu bilinmektedir.
Bütün bunlara ilave olarak, cezaî müeyyideler söz konusu olduğun­da, ‘olayın dışındaki insan’ın, genellikle duygusal davrandığı, ‘olaydan mağdur olan insan’ın ise -cezalandırma konusunda- kontrolü elden kaçırdığı çok kolay gözlemlenebilen bir vakıadır. İnsanların bu zaafını bilen Yaratıcı, zina cezasının uygulanması konusunda bizi şöyle uyarmıştır:
“...Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın cezasını uy­gulamada sizi, onlara karşı bir acıma duygusu sarmasın. Ve ina­nanlardan bir topluluk, onların cezalandırılmalarına şahit ol­sunlar” (24/2).
Miras Konusunda, nesh’e kâil olan âlimlerin çoğunluğu, bu ko­nuyla ilgili olarak inmiş bulunan Bakara süresindeki âyetin (2/180), daha sonra nazil olan Nisa süresindeki âyetlerle (4/11-12) neshedildiğine hep inana gelmişler, âyetleri te’lif cihetine gitmemişlerdir.
Bakara: 180 ayetinde şöyle buyrulmaktadır:
“Birinize ölüm geldiği zaman, eğer mal bırakıyorsa, ana ba­baya, akrabalara, ‘ma’rûf üzere’ vasiyet etmesi- Allah bilin­ciyle yaşayanlar üzerinde bir borç olarak- size farz kılındı.”(2/180)
Dikkat edilirse, ayette, ölümü yaklaşan her mü’mine. akrabalarına ‘ma’ruf üzere’ vasiyet etmesi farz kılınmıştır. Bizce, bu emrin genel karakteri ve ma’rûf üzere’ ifadesi üzerinde durulursa âyeti mensûh saymamıza gerek kalmaz. Nisa: 11-12 ayetleri ise ‘Allah size tavsiye eder:” diye başlamaktadır:
Allah size... tavsiye eder (...) yapacağınız vasiyetten ve borçtan sonra... (4/11-12)
Bu ayetler, Bakara’daki ayetin genel hükmünün, o günkü aile ya­pısı ve sosyal şartlan içerisinde Allah’ın ‘tavsiye ettiği’ özel bir uygula­ması olamaz mı?
Dört kadınla evlenme konusunda da hâlâ genel yanlış kanaatler muhafaza edilmektedir. Doğrusu, Kur’ân’da, ne genel olarak ‘dört kadınla evlenme cevazı’, ne de evlenmelerin ‘dörtle tahdidi’ konusunda ayetler yer alır. Sadece fevkalâde bir durum için, ‘birden fazla ev­lenmeye teşvik’ var. Bu ‘fevkalade durum’, Uhud Savaşı sonrasındaki durumdur. Bilindiği gibi, Uhud Savaşında 70 küsur Müslüman şehit düşmüştür. Bunlardan geriye kalan dul ve yetimlerin, o günün küçük Müslüman cemaati tarafından himayeye alınması için, birden fazla ev­lenmeye razı olmaktan başka insanî bir çözüm düşünülemezdi. İşte Kur’ân’ın yaptığı da bu olmuştur. Kadın-erkek arasında sayısal den­genin bozulmuş bulunduğu bir savaş-sonrası ortamda birden fazla ev­liliğe teşvik etmiş, erkek ve kadın evli çiftlerden fedakârlık istemiştir. Ve hemen arkasından, normal şartlarda ideal evliliğin “tek-eşlilik” ol­duğunu vurgulamıştır:
“Eğer yetimler hakkında âdil davranamayacağınızdan endişe edi­yorsanız, o zaman, sizin için meşru olan kadınlardan ikişer, üçer dörder nikahlayın. Şayet, aralarında adaletsizlik yapmaktan kor-karsanız bir tane ile yetinin. (...) Haksızlık etmemeniz için en uy­gunu budur “ (4/3).
Dikkat edilirse ayette “yetimler hakkında adil davranmamak” ve “haksızlığa düşmemek endişesi” var. Bu faktörlerin ve böyle fevkalâde ah­valin bulunmadığı ortamlarda, günümüzün yanlış temayülü içerisinde, birden fazla evliliğe cevaz aramak, bu ayetleri çarpıtmadan mümkün o­lamaz.
Diğer konular üzerindeki tartışmalara -çalışmamızın sınırlarını zor­layacağından- giremiyoruz. Ancak bu konulardaki araştırmalarımızda daima ihtiyatlı ve şu ilâhî uyarıların her zaman bilincinde olmak zo­rundayız:
Genel olarak:
“...Allah biliyor, siz bilmiyorsunuz!” (2/232)
“... ilimleriyle kavrayamadıklarını tekzib ettiler...” (10/39).
Faiz/riba konusunda
“Bu onların ‘alışveriş de faiz gibidir’ demelerindendir. Oysa Allah alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. ...Allah faizi eksiltir, sa­dakaları bereketlendirir.”(2/275-76)
Hadler konusunda
“...Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın cezasını uy­gulamada sizi, onlara karşı bir acıma duygusu sarmasın... (24/2)
Bu ayetler, insanın her zaman objektif olamayacağı, birtakım zaaf­larının her zaman söz konusu olabileceği gerçeğini hatırlatmakta ve Allah’ın sınırlarının gözetilmesini talep etmektedirler.
Son Sözler
Kanaatimizce problemlerin çoğu, ‘Kur’ân dışı rivayetlerle yaşatı­lan İslamın getirdiği problemlerdir. Mürteci için ileri sürülen cezaî hüküm buna örnek verilebilir. ‘Kur’ân dışı rivayetlerle yaşatılan İslâm’ ifadesiyle, Hz. Peygamber sonrası uygulama ve içtihatları -on­lardan yararlanması gerekirken- dogmalaştırman bir İslâm anlayışını kastediyoruz.
Öncelikle Kur’ân-dışı rivayetler, Kur’ân’ın önüne geçirmemek, ona tahakküm ettirmemek suretiyle bir çok problem bertaraf edilmiş olur. Geriye kalan problemler ise, Kur’ân’ın doğru anlaşılmasına mütevak­kıf (dayanan) problemlerdir.
Kur’ân’ın anlaşılmasında iki aşama çok önemlidir:
Kuranın “mantuqunu (zahir ifadesini) doğru anlamak, (anlama aşaması).
Kur’ân’ın ‘mefhumunu (esprisini/ruhunu) doğru anlamak (ictihad aşaması).
Kur’ân’ın mantuq’unu doğru anlama aşamasında, nass’ların nüzul döneminde ifade ettikleri mânâsını elde etmek çok önemlidir. Bunu elde etmeğe çalışırken nass’ların sınırlarını zorlamamak esas alınmalı; diğer bir ifadeyle, Kur’an’da olmayanı ona izafe etmemeli, onda olanı da görmezden gelmemelidir.
Bu konuda, Endülüslü meşhur âlim Şatıbî şöyle yazar:
“Kur’ân’ın iktiza (ihtiva) ettiği şeyleri inkâr etmek nasıl doğru ol­mazsa, onun iktiza (ihtiva) etmediği şeyleri ona izafe etmek de caiz değildir Şeriat’ın anlaşılmasında ümmî Arapların ma’hûduna riâyet etmek gerekir”.24
Kur’ân’ın mefhûm ‘unu doğru anlamak aşamasında ise, Kur’ân’ın uygulama seyri ve grafiğini en doğru elde etmek için, onun; nüzul sı­rası, nüzul ortamı ve arka planı içerisinde ele alınması taraftarıyız. Böy­le bir mesai, Kur’ân’ın ‘mefhûmu’nun doğru anlaşılmasına, yani onun doğru yorumlanmasına esas olacak ilke ve prensiplerinin tespitine imkân sağlar.
Kur’ân âyetlerini nüzul sırası içerisinde (genel bir arka plan içerisin­de) inceleme teşebbüsüne, Mehdi Bazargân’ın örnek mesaisi25 dışın­da bir çalışmaya maalesef rastlayamadık.
Biz de ‘son sözü söyleme çekingenliği hakkımızı’ kullanarak diyoruz ki: Kur’ân-ı Kerîm’de, kıyamete kadar değişmez ve değiştirilemez ev­rensel hükümler ve prensiplerin yanı sıra, ilk uygulamasının gerektir­diği özel ve tarihsel hükümler de yer almaktadır. Müslümanların, sa­mimiyetle ve açık-kalplilikle bunları tespit etmeleri, evrensel olanın­dan asla taviz vermemeleri ve fakat yerel ve tarihsel olanlarını da çok doğru tayin ederek, onların yerine, Kur’ân’ın ruhuna ve ümmetin maslahatına en uygun olan hükümleri ikame etmeleri gerekmektedir.
Böyle bir davranış, Kur’ân’ın “kıyamete kadar geçerli” bir rehber olma özelliğini asla rencide etmez.
Heraklitus ‘Aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz demiştir. Doğru a­ma, yine de biz -pratikte- aynı ırmakta yıkandığımızı ifade ediyoruz.
Bu anlamda Kur’ân ‘bir kere ve bütün zamanlarda geçerli’ bir hi­dayettir.
Bu makale müellifin “Kur’an ve Sünnet Üzerine Makaleler” isimli kitabının 127-155 arasından alıntılanmıştır.
 


1 Muslim, Sahih, Kitabu’l-Cumu’a, Hadis No: 43; Ahmed b. Hanbel, Dârimî ve Ebu Davüd da aynı rivayeti vermişlerdir. 
2 Muhammed Talbî, Bid’atler. (Çev. Dr. Mehmet Şimşek), A.Ü. İlahiyat Fakültesi Der­gisi, c. XXIII. s. 445-460
3 En kapsamlı haliyle bu anlamdaki rivayeti Nesâî’nin Sünen’inde buluyoruz (K:19, Salâtu’l-’îdeyn, B: 22, Keyfe’l-Hutbe) c. 3, s. 188-89)
4 Yani, “Allah’ın emrettiği veya yasakladığı fiillerde ya da haram kıldığı eşyada illet (emre veya yasağa esas olacak bir gerekçe) aranmalı mı, yoksa aranmamalı mı?” Bu soruya “hayır, illet aranmamalıdır” diye cevap veren Eş’ari ekolü, nass’ın bulunma­dığı ahvalde kıyas ve istinbat yoluyla hüküm koymanın yolunu kesiyordu.  
5 İslâmî Araştırmalar Dergisi, sayı 1 (Temmuz 1986) “İslâmın Aktüel Değeri Üzeri­ne”, Prof. Dr. M. Said Hatiboğlu, s. 12 (Celal Nuri’nin İctihad Mecmuası, sayı 67’de yayınlanan makalesinden naklen.)
6 Hasan Hanefî, Teoloji mi Antropoloji mi? (Çev. Dr. Sait Yazıcıoğlu), A.Ü. İlahiyat Fa kültesi Dergisi, c. XXIII. s. 505-531, Ayrıca, İlahiyatçı Dr. İlhami Güler’in, Hasan Ha­nefî ile yaptığı ve Türkçe’ye çevirdiği “Hasan Hanefî ile ‘Tecdid’ Projesi Üzerine Bir Söyleşi”; keza aynı yazarın, yine İlhami Güler tarafından Türkçeleştirilen “Dini Değişme ve Kültürel Tahakküm” isimli makalesi için bkz. İslâmî Araştırmalar Der­gisi, c. 6, sayı: 3, s. 149-56 ve 157 
7 Nebevi Sünnet, Muhammed Gazzâlî
8 Islamda Dînî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, Muhammed İkbâl, (Çev. Sofi Hu­ri), İstanbul, 1964, s. 100 
 A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XX, ‘Kur’an’da İnsanın Yaratılış Sahnesinin Düşündürdükleri’, Doç. Dr. İsmail Cerrahoğlu, s. 88 
10 Birçokları meyanında 3/190; 29/20; 38/2 
11 Mesela,bkz. Celâleyn Tefsiri, Ve yeryüzüne [bakmazlar mı] nasıl düzeltilmiş?” ayetinin tefsirinde şunları okuyoruz:”Âyetteki ‘düzleştirilmiş’ sözü, dünyanın, astronomi âlimlerinin inandıkları gibi ‘kü­re’ şeklinde değil, düz olduğunun delilidir. Maamâfih, onların bu inancı dinin esas larından birini nakzetmez.” 
12 Mefâtihu’l-Gayb, Fahruddîn er-Râzî, Tahran, tsz. c. 2, s. 102-103 (Râzî, burada, aklî ve naklî delillerle (!) dünyanın hareketsiz olduğunu ispatlayamaya çalışır).  
13 Hasan Basri Çantay, Kur’ân ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, c. 3, s. 1143; Süleyman Ateş, Kur’ân-ı Kerîm ve Yüce Meali; her iki mealde de 79/30 ayeti... Ve bkz. Dr. Celal Kırca, Kur’an-ı Kerim’de Fen Bilimleri, İstanbul, 1984, s. 72-78 
14 Alexis Carrel,  insanlar Uyanın
15 Edip Yüksel, Türkçe Kuran Çevirilerindeki Hatalar s: 48-50 
16 Jeann Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Adam Yy. İstanbul, 1982, s. 51 
17 Birçokları meyanında 4/59 
18 Kur an Arapça inmiştir. (26/195; 12/2; 13/37; 20/113; 39/28; 41/3; 42/7; 43/3, 46/ 12): “...ki akledesiniz...”. Çünkü bu gerekli ve kaçınılmazdır: 
19 Muellefe-i qulub ve Kur’ânî ifadeyle el muellefeli qulubuhum, kalbleri İslama ısındırılmak ya da İslâm’a olan düşmanlıkları bertaraf edilmek maksadıyla zekâttan bir nevi ‘örtülü ödenek’ hissesinin tahsisen ödediği kimseler idi. Kur’ân’ın zekâtın sarf yerlerinden biri olarak tayin ettiği (9/60) böyle bir ödeneğin ayrılmasını Hz. Ömer o günkü İslâm toplumunda böyle bir zümrenin varolmadığı mülahazasıyla gerekli görmemiştir. 
20 İslâmî Araştırmalar Dergisi, Fazlurrahman’m Sünnet Anlayışı ve ‘Yaşayan Sünnet’ Kavramı Üzerine - İ. Hakkı Ünal, s. 291 (Fazlurrahman “Social Chan­ge and Early Sunnah”’m Islamic Methodology, pp. 171-192’den naklen. 
21 Bu konuyu tartışan Reşit Rıza’ya ait bir makale, tarafımızdan tercüme edilerek Kelime dergisi, sayı: 15 Eylül/87, s. 57 de “Din hürriyeti ve mürtedin öldürülmesi Meselesi” adıyla yayınlanmıştır.
22 İslam ve Çağdaşlık, Fazlurrahman, Ankara, 1990 (Fecr Y), s. 270 
23 Kitaba’l-Muhabbar, Muhammed b. Habîb, Beyrut, tsz. s. 327-28 
24 El-Muvafaqat fi Usuli Şeria Ebu İshaq İbrahim b. Musa eş-Şatibi Beyrut 1411 cüz:2 s:62
25 Seyri Tahauvul-i Kur’ân, Mehdi Bazargân, (3 cilt), Tahran, 1360-62 (H-Ş)

Yorumlar (15)

speech-bubble.gif
şuayp Tarih: 20/04/2010 - 09:44:36
O günkü aile yapısı ile değil,o günle birlikte tüm zamanlardaki aile yapısını ilgilendiren açıklayıcı bir uygulamadır.Zira Bakara 180 deki ayette anne baba ve akrabalardan bahsediliyorken Nisa süresinde daha da ayrıntıya girerek Anne babanın hisse oranları belirlenirken bu ayette zikredilmeyenlerinde (eşlere, onların çocuklarına, ,çocuklara ve kızlara bırakılacak olan ile,kelaleye) değinilerenk onlar hakkında da hisseler belirleniyor ve ayette şu ifadeden de ahsediliyor.
Allah size çocuklarınız hakkında, erkeğe iki dişinin hissesi kadar tavsiye eder. Eğer kadınlar ikinin üstünde ise,bırakılanın üçte ikisi onlarındır; şâyet bir ise yarısı onundur.Ana babadan her birine, ölenin çocuğu varsa yaptığı vasiyetten veya borcundan arta kalanın altıda biri, şayet çocuğu yoksa, anası babası ona varis olur, anasına üçte bir düşer. Eğer kardeşleri varsa, altıda biri annesinindir;… babalarınız ve oğullarınızdan menfaatçe hangisinin size daha yakın olduğunu siz bilmezsiniz. Bunlar Allah tarafından tespit edilmiştir. Doğrusu Allah bilendir, Hakîm olandır. Ve şayet hanımlarınızın çocukları yoksa bıraktıklarının yarısı sizindir, eğer çocukları varsa, bıraktıklarının ettikleri vasiyetten sonra veya borçtan artakalanın dörtte biri sizindir. Sizin çocuğunuz yoksa ettiğiniz vasiyet veya borç çıktıktan sonra bıraktıklarınızın dörtte biri karılarınızındır; şayet çocuğunuz varsa, bıraktıklarınızın sekizde biri onlarındır. Eğer bir erkek veya kadına kelale yolu (çocuğu ve babası olmadığı halde) varis olunuyor ve bunların ana bir erkek veya bir kız kardeşi bulunuyorsa, her birine edilen vasiyetten veya borçtan artakalanın altıda biri düşer; şayet ikiden çoklarsa bu şekildedir, üçte birine, zarara uğratılmaksızın ortak olurlar. Bunlar Allah tarafından tavsiye edilmiştir. Allah bilendir, Halimdir.” Babalarınız ve oğullarınızdan menfaatçe hangisinin size daha yakın olduğunu siz bilmezsiniz. Bunlar Allah tarafından tespit edilmiştir. Doğrusu Allah bilendir, Hakîm olandır.Nisa 11-12
Diğer taraftan vasiyet ifadesi emir gibi değildir denirse de Allah tarafından size vasiyet edilen bu denilerek bırakılacak olanın ya da bunları bize vasiyet edenin Allah olduğu şu hali ile bunlar üzerinde bizim bir tasarrufumuz olamayıp vasiyet rejimini düzenleyenin de yine o olacağını ifade etmek üzere bu ifade kullanılmaktadır.Yani vasiyet edilecek olanlar bize ilk sahip tarafından vasiyet edilmişken yine vasiyet edilen tüm herşeyin belirleyicisi de o olmaktadır.Herşeyin varisi de o dur. Ayette Elbette, yeryüzünde ve onun üzerindekilere biz varis olacağız ve onlar bize döndürülecekler.Meryem 40
Allahın tavsiyesi tutulması gereken bir emir gibi telakki edilmesi gerekmez mi?Zira “Allah Rahmeti kendine üzerine yazmıştır.(Enam 12)”.Buna göre onun tavsiyesi insan için rahmettir.
Diğer taraftan …Babalarınız ve oğullarınızdan menfaatçe hangisinin size daha yakın olduğunu siz bilmezsiniz. Bunlar Allah tarafından tespit edilmiştir. Doğrusu Allah bilendir, Hakîm olandır.Nisa 11
Şimdi biz değil de Allah bilirken nasıl olurda bilmediğimiz bu husus sadece “o günkü aile ya¬pısı ve sosyal şartlan içerisindeki özel bir uygulama” olabilir.Eğer o zaman ki bir aile yapısını lgilendiriyorsa biz bu ayeti bırakıp miras taksimine mi gireceğiz.Bilmediğimiz bir alanda kararlar mı alacağız.Eğer hüküm bu şekilde iken buna rağmen bir karar alınırsa bu karar apaçık bir şekilde batıl olacaktır.Çünkü Allah bize evrensel olanı açıklayarak, bilemeyeceğiz bilgiyi bize vahy ile izah etmiştir.
speech-bubble.gif
şuayp Tarih: 20/04/2010 - 09:44:09
-Bakara: 180 ayetinde şöyle buyrulmaktadır:
“Birinize ölüm geldiği zaman, eğer mal bırakıyorsa, ana ba¬baya, akrabalara, ‘ma’rûf üzere’ vasiyet etmesi- Allah bilin¬ciyle yaşayanlar üzerinde bir borç olarak- size farz kılındı.”(2/180)
Dikkat edilirse, ayette, ölümü yaklaşan her mü’mine. akrabalarına ‘ma’ruf üzere’ vasiyet etmesi farz kılınmıştır. Bizce, bu emrin genel karakteri ve ma’rûf üzere’ ifadesi üzerinde durulursa âyeti mensûh saymamıza gerek kalmaz. Nisa: 11-12 ayetleri ise ‘Allah size tavsiye eder:” diye başlamaktadır:
Allah size... tavsiye eder (...) yapacağınız vasiyetten ve borçtan sonra... (4/11-12)
Bu ayetler, Bakara’daki ayetin genel hükmünün, o günkü aile ya¬pısı ve sosyal şartlan içerisinde Allah’ın ‘tavsiye ettiği’ özel bir uygula¬ması olamaz mı? ifadesini tahlil edersek,
speech-bubble.gif
şuayp Tarih: 20/04/2010 - 09:43:06
-Zekât vermek veya infak etmek (malı arındırıcı en önemli top¬lumsal ibadet) ifadesi de yanlıştır.Çünkü İbadetler insan için vardır ve İnsanın yaptığı eylemler insana döner.Zekat malı arındırıcı değildir.Zekat insanı arındırmak için vardır.
speech-bubble.gif
şuayp Tarih: 20/04/2010 - 09:41:44
Konuyla ilgili araştırmasında Muhsin Koçak’ın vardığı sonuçta kaydettiği gibi Hz. Ömer’in zamanında fethedilen topraklar hakkındaki
uygulamalarının, Kur’ân ve Sünnetle sabit bir hükmün zamanla değişebileceğine delil olarak kullanılması imkan dahilinde olmasa gerektir. (İslam Hukukunda Hükümlerin Değişmesi Açısından Hz. Ömer’in Bazı Uygulamaları, 44.)

-4.Örnek :Hz. Ömer, Suriye fethedildikten sonra burada meskûn bulunan Benu Taglib hristiyanlarını cizyeye bağlamak istedi. Ancak Benu Tağlib, bu isimle vergi vermek gururlarına dokundugu için \"zekât\" vermeyi teklif ettiler. Hz. Ömer zekâtın Müslümanlar\'a mahsus bir uygulama olduğunu, onlarınsa cizye vermek durumunda olduklarını belirtti. Benu Taglib, gerekirse Müslümanlar\'ın verdigi zekâtın iki katını verebileceklerini, ancak vergilerinin adının \"cizye\" konmasını kabul edemeyeceklerini söylediler. Hatta bazıları Bizans sınırını geçerek başka yerlere gitti. Bu ısrar karsısında Hz. Ömer Sahabe\'yi topladı ve istişare etti. Kendisine, Benu Taglib\'in güçlü bir kabile olduğu ve topluca Bizans\'a iltihak etmeleri halinde Suriye\'nin elden çıkabilecegi söylendi. Bunun üzerine Hz. Ömer zekâtın iki katı vergi vermeleri ve daha başka bazı
şartlar dogrultusunda Benu Taglib ile anlaşma yaptı. (es-Serahsî, el-Mebsût, II, 178-9; el-Aynî, el-Binâye, III, 422-3.)
Bura da görüldüğü üzere ben-i tağlipten zekat alınmış değildir.Yalnızca cizyenin ismi zekat gibi kabul edilmiş ama cizye miktarınca tahsilat yapılmıştır.Bu halde O zekat değil cizyedir.Zira zekat olsa idi enaz miktar olan kadar alınırdı.fakat tağlip kabilesi cizye ile ifade edilmesini istemediklerinden dolayı ismi zekat olarak anılmış ama miktarı cizye kadar alınmıştır.Üstelik bazı anlaşmalarda yapılmıştır.
Bu durumda zekatın kırta iki olarak alınması sözkonusu değildir.Diğer taraftan onların bizans ile ittifak yapmaları halinde çıkan savaş ve sonuçları mali ve insani olarak çok büyük iken diğer taraftan cizyeden de ödün verilmiş değildir.Çünkü cizye miktarınca zekat adı altında mali yükümlülükleri belirlenmiştir.
speech-bubble.gif
şuayp Tarih: 20/04/2010 - 09:41:15
3.Örnek, Hz. Ömer, Irak ve Mısır’ın fethedilen arazilerini muqatileye da¬ğıtması: Hz. Ömer, şûrâ heyeti ile konuyu istişare edip tartışmış ve sonuçta Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Talha, Muaz b. Cebel ve Abdullah b.Ömer gibi sahâbîlerin(Ebu Yusuf Kitâbü’l-Harâc s.25) görüşleri doğrultusunda bu toprakların dağıtılmayıp fey hükümlerine tabi kılınması kararına varmıştır, vali Ebû Ubeyde’ye yazdığı mektupta bu sonucu (özetle) şu şekilde iletmiştir: “Konuyu sahabe ile istişare ettim. Herkes bu konudaki görüşünü ortaya koydu. Benim bu konudaki görüşüm Allah’ın kitabına tabidir” dedikten sonra mektubuna fey hükümlerini düzenleyen Haşr suresinin (59) 6-8. ayetlerini kaydetti ve bunların ilk muhâcirler olduğunu söyledi. Ardından aynı surenin 9. ayetini yazarak orada bahsedilenlerin de
Ensâr olduğunu belirtti. Akabinde de ‘Bunların arkasından gelenler’ şeklinde devam eden 10. ayeti dercederek orada kastolunanın da Hz. Âdem’in çocukları/bütün insanlar olduğunu ifade etti ve ekledi: “Allah, kendilerinden sonra kıyamete kadar gelecekleri bu fey’e ortak kılmıştır. O zaman Allah’ın sana fethini lütfettiği bu toprakları ahalisinde bırak ve haraca bağla. Çünkü onlar ziraat işlerini
de iyi bilirler. Kendilerini de güçleri nisbetinde cizye ile yükümlü tut. Eğer biz bu arazileri alıp halkıyla beraber Müslümanlara taksim edecek olursak bizden sonra gelecek olan Müslüman nesillere bir şey kalmayacaktır. Onlar ne konuşacaklar ı bir insan ne de emeğinden yararlanacakları birisini bulabileceklerdir.Arazileri ile birlikte Müslümanlara taksim edilen bu insanlar da hayatta oldukları
müddetçe Müslümanlar tarafından sömürülmeye devam edilecek, biz ve bizimle birlikte hayatta olan bu insanlar ölünce bizim çocuklarımız bu sefer onların çocuklar ını aynı şekilde sömürmeye devam edecek ve bu kölelik sistemi islam dini hakim olduğu müddetçe ebediyyen nesilden nesile devam edip gidecektir. Bu
sebeple onlara güçleri nisbetinde cizye (ve harac) koy. Onlara esir muamelesi yapılmasına engel ol. Müslümanların onlara zulmetmelerine ve zarar vermelerine,helal bir yol olmadıkça onların mallarını haksız yere yemelerine mani ol.Onlarla yaptığın anlaşma şartlarına uy.”( Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Harâc., s. 140-141ayrıca bk. Belazürî, Fütûhu’l-büldân (n.r.Abdullah ve Ömer et-Tabbâ‘), Beyrut 1407/1987., s. 371 vd)
Hanefî fakihi Cessâs meselenin hem ganimet (8/1, 41) hem de fey (59/6-9) hükümlerini düzenleyen ayetlerle birlikte ele alınması gerektiğini belirttikten sonra isabetli bir yaklaşımla konuyu şu şekilde özetler. Buna göre savaşla fethedilen yerlerde arazi dışında elde edilen mallarda ganimet ahkâmı, arazilerde ise
fey hükümleri cari olup Devlet reisi duruma göre dilerse ganimet hükümlerini uygular ve beşte birini çıktıktan sonra savaşanlara dağıtır, dilerse fey hükümlerini tatbik eder ve sahiplerinde bırakarak haraca bağlar. Bu ayetlerde Hz. Peygamberin isminin zikredilmiş olması uygun gördüğü şekilde tasarrufta bulunmak üzere yetkinin kendisine ait olduğunu göstermektedir. Irak toprakları konusunda Hz. Ömer “O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (ve güç) haline gelmesin diye (Allah böyle hükmetmiştir)”Haşr 7 ayetinden hareketle toprakları dağıtması halinde bunun zenginler arasında dönüp dolaşan bir güç/servet olacağını ve “onlardan sonra gelenler”Haşr 10 ayetinin kendilerine hak tanıdığı sonrakilere de bir şey kalmayacağını düşünerek toprakları haraca bağlayıp eski sahiplerinde bıraktı ve bütün Müslümanlar için bir irad kaydetti. Sahabe de buna muvafakat etti.( Ahkâmu’l-Kur’ân, III, 430)
Nitekim Ebû Yûsuf da bizzat Hz. Ömer’in dilinden aynı düşünceyi tescil eder ki buna az önce yer verildi.( Kitâbü’l-Harâc, s. 35, 141-141) Sonuç olarak söylemek gerekirse Fethedilen topraklarla ilgili olarak Halife
Hz. Ömer’in nasslara aykırı olarak hareket ettiği ya da nassa rağmen maslahat gereği farklı hükümler uyguladığını, buradan hareketle de sübûtu ve delâleti kat‘î de olsa maslahat gerektirmesi halinde hükümlerin değişebileceğini söylemek mümkün gözükmemektedir.
speech-bubble.gif
şuayp Tarih: 20/04/2010 - 09:40:34
ibnü’l-Arabî’nin (ö.543/1148) isabetle belirttiği gibi islam’ın güçlenmesinden dolayı müellefe-i kulûb vasfından çıkanlara verilmez, bir başka zaman ihtiyaç ortaya çıkar verilir.( İbnü’l-‘Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân (n.r. Ali M. el-Bicâvî) Beyrut1407/1987,II, 966)
Hz. Ömer’in tavır aldığı bu şahıslar, islam’ı seçtikleri ve bu sebeple müellefe-i kulûb’un ‘imanın kalplerine yerleşmesi için verilenler’ kategorisine dahil olduğu kabul edilse bile o döneme gelinceye kadar bu uygulama bir sonuç vermemiş ise, bu da onların artık müellefe-i kulûb olma özelliklerini yitirdikleri manasına gelir ve hala zekattan pay vermenin bir anlamı kalmamış demektir. O zaman bu tür şahıslardan bazılarının bu fonu bir sömürü aracı olarak kullandığı ve Hz. Ömer’in de karşı tavrına bu zihniyetin sebep olduğu düşünülebilir. Buna göre Hz. Ömer’in kendisine gelen kişilere “müellefe-i kulûb özelliklerini kaybetmeleri sebebiyle bir başka ifade ile ayette öngörülen kategorinin dışı-
na çıkmalarından dolayı zekattan pay vermediği” ortaya çıkmaktadır. Fıkıh usûlü kuralıyla söylemek gerekirse hüküm illete bina edilir, hükme medâr olan illet ortadan kalktığı için Hz. Ömer bu şahısları geri çevirmiştir.
Halbu iken yazarın da Hz. Ömerin islam toplumunda böyle bir zümre olmadığı şeklinde kanaatına rağmen, yazarda belli ki sonuçlarını çok iyi düşünememe veya görüşüne mesnet aramak için bu örneği zikretmesi hiç doğru bir davranış değildir.Hem o insanların ömer tarafından müellefe-i kulup olmadığını söylemek hem de görüşümüzü teyid eder mahiyette demek düşüncenin basma kalıba doğru gittiğinin bir işareti olabilir.
speech-bubble.gif
şuayp Tarih: 20/04/2010 - 09:40:01
Kâsânî (ö.587/1191) ve Kurlânî’nin (ö.767/1367) naklettiğine göre Hz. Peygamber’in bu fondan zekat verdiği kimseler güç-kuvvet sahibi kabilelerin reisliği gibi bir statüye sahip olan nüfuzlu kimselerdi ve bunların içinde gerçekten Müslüman olanlar, görünüşte Müslüman olanlar, münafıklar ve kafirler/müşrikler vardı. ( Kâsânî, Bedâi‘u’s-sanâi‘, Kahire 1327-28/1910, II, 44-45; Kurlânî, el-Kifâye (Fethu’l-Kadîr ile), Bulak 1319, II,202)
Mesela bu kabile reisleri bu güçleri ve nüfuzları sebebiyle bizzat Müslümanlar için tehlike arzedebilecekleri gibi kendi kavimleri içinde hak dini seçmiş Müslümanlara da eziyet etme gücüne sahiptiler. Aslında bu da olmuştur ve örnekleri de hemen hemen herkesin malumudur. Hz. Ömer’in kendilerine söylediği; “Bu gün Allah islâmı azîz (yüce/üstün) kıldı ve size ihtiyaç bırakmadı (Müslümanlar sizden yakasını kurtardı). islamda sebat ederseniz ne alâ aksi takdirde aramızda kılıçlar konuşur” sözünden kendilerine verilen zekatla bu amacın güdüldüğü anlaşılmaktadır. Buna göre iddia edilenin aksine Hz.Ömer’in tavrı âyetin tatbiki yönünde olmuştur. Çünkü artık onlar Müslümanların güçlenmesi sebebiyle zararlı olabilme özelliklerini yitirmişler dolayısıyla ayetin kapsamı dışına çıkmışlardır. Eğer bu vasıflarını kaybetmelerine rağmen onlara zekat verilmeye devam edilseydi ayete muhalefet edilmiş olurdu. Bu noktadan bakıldığında Hz. Ömer’in tavrının esas
sebebi de budur.
Gerçekten isimleri zikredilen bu gruptaki şahısların(Temîm kabilesinin reislerinden Akra‘ b. Hâbis (ö.33/653 ile Fezâre kabilesinin reislerinden Uyeyne b. Hısn) özelliği de bunu teyit etmektedir. Nitekim Hz. Ömer’in kendilerine söylediği sözden sonra Hz. Ebû Bekir’e gelerek “Halîfe sen misin Ömer mi?” şeklinde ki fitneyi ateşleme temayüllerinden de bu durum ortaya çıkmaktadır. Hz. Ebû Bekir “isterse Ömer’dir” susturucu cevabıyla fitne ateşini tutuşmaya fırsat bulamadan oracıkta söndürmüş, onlar da oradan uzaklaşmışlardır.( Serahsî, el-Mebsût, III, 9; ibnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, II, 201) Bu da ortaya koymaktadır ki bu olaydan sonra onlar bir şey yapamayacak duruma gelmişler ve boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Böylece zekattan bir pay vermeye gerek kalmaksızın şerleri ortadan
kaldırılmış olduğundan kendilerine bu tahsisattan bir ödeme yapılmamıştır.
Kurlânî’nin (ö.767/1367) ifadesiyle şerlerinin ortadan kalkmış olmasına rağmen önceden olduğu gibi hala kendilerine zekat verilmeye devam edilseydi bu Müslümanlar açısından zillet ve islâm’ı küçük düşürme anlamı taşırdı.( el-Kifâye (Fethu’l-Kadîr ile), Bulak 1319, II, 202)
Buna göre Hz. Ömer ne ayetin hükmünü değiştirmiştir, ne de ona muhalif bir iş yapmıştır. Hz. Ömer’in zekât payını kesmesini “o gün müellefe-i kulûbtan kimse kalmadığı” şeklinde yorumlayanların(Taberî, Câmi‘u’l-beyân, Beyrut 1420/1999, VI, 400; Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, istanbul 1334-35III, 124). görüşü de bu anlayışı teyit etmektedir.
speech-bubble.gif
şuayp Tarih: 20/04/2010 - 09:39:30
-2.Örnek Müllefe-i Kulup:Öncelikle Şu konunun üzerinde durmak gerekir ki müellefe-i kulûb sadece kalbi islama ısındırılmak istenen tek bir kategoriye hasredilmiş insanlar grubunu ifade eden bir kavram değildir. Söz gelimi Hanefî fukahâsı müellefe-i kulûb’u üç kategoride ele almaktadır:
1-Kalbi islâm’a ısındırılmak ve Müslüman olmasına teşvik amacı güdülenler.
2-Şerri/belası defedilmek istenenler.
3-Müslüman olduğu halde Müslümanlığında zaaf bulunup da islam’a iyice ısındırılarak Müslümanlıkta sebat etmesi arzulananlar. ( Bk. Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, istanbul 1334-35, III, 123; ibnü’l-‘Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân (n.r. Ali M. el-Bicâvî),Beyrut1407/1987, II, 962; Kâsânî, Bedâi‘u’s-sanâi‘, Kahire 1327-28/1910, II, 45; ibnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, II,200; ibn Nüceym, el-Bahru’r-râik, Kahire 1313, II, 419; ibn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, Kahire 1272-1324, II, 60.34 ibn Kudâme, el-Mu7nî, Beyrut 1412/1992, VII, 320-321; Behûtî, Keşşâfu’l-kınâ‘, Mekke 1394, II, 325.33)
Hanbelîler de müellefe-i kulûbu mü’minlerden ve kâfirlerden olmak üzere iki gruba ayırır. Bunlar, toplumunun ileri gelenleri ve sözü dinlenenlerdir. Kâfirler de iki gruptur:

1-Müslüman olması umulan ve bu yöndeki niyeti güçlendirilmek istenenler.
2-Şerrinden çekinilip de verilen ihsanlar sebebiyle kendisinin ve onunla
beraber diğerlerinin de belasının önüne geçilmesi umulanlardır. Bunlara ihsanda bulunulduğunda islam’ı överler ve islam’ın güzel bir din olduğunu söylerler,verilmediğinde de tersini yaparlar.
Mü’minler de dört gruptur:
1-Müslümanların ileri gelenlerinden olup da kendilerine yapılan yardımdan etkilenen benzer mevkideki insanların da Müslüman olmasına vesile olacak kimseler.
2-Kavminin ileri gelenlerinden olup da sözü dinlenen kişiler. Bunlara imanlarının kuvvetlenmesi ve cihad konusunda samimi davranmaları için verilir.
3-Sınır boylarında yaşayıp da düşmanın Müslümanlara yapacağı hücuma ilk anda göğüs gerecek olanlar.
4-Zekat vermek istemeyenlerin zekat vermesini sağlayacak olanlar.(ibn Kudâme, el-Mu7nî, Beyrut 1412/1992, VII, 320-321; Behûtî, Ke..âfu’l-k%nâ‘, Mekke 1394, II, 325)
Bu kategorik izahlar içinde Hz. Ömer’in kendilerini kovduğu kimselerin “Müellefe-i kulûb kategorisine girenlerden bu yolla şerri defedilmek istenenler ya da herhangi bir sebeple Müslümanların kendilerine ihtiyaç duydukları için zekattan pay verilenler olduğu ve o dönemde de kendilerine ihtiyaç kalmadığı
için müellefe-i kulûb kapsamı dışına çıktıkları için zekat payları kesilenler olduğu” anlaşılmaktadı
speech-bubble.gif
şuayp Tarih: 20/04/2010 - 09:37:16
Hz.ömerin uygulamalarına geçersek:

1.Örnek Mut’a Nikahı:Mut’a nikahı konusu her zaman için ihtilaflı bir mesele olmuştur.Bu meselenin ihtilafi rivayetlerin farklılığındandır.Zira ehl-i sünnete göre peygamberin bunu belli bir zaman serbest bırakıp daha sonra ebedi olarak yasakladığı sözkonusu edilirken,ehl-i beyt mut’anın Hz.Ömer tarafından yasaklandığını söylemektedir.Bu hali ile Mut’a hakkında hala bir ihtilaf vardır.İbn-i Hacer Asgalani Buluğ-ul meram adlı kitabında. «Selâmetü\'bnü\'l - Ekva\' radıyaîlahü anh\'den rivayet olun¬muştur. Demiştir kî : Resûiüllah sallalîahü aleyhi ve selam, Evtas yı¬lında Mut\'a için üç gün ruhsat verdi; sonra ondan nehyetti(Ahmet Davudoğlu, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Selamet Yolları, Sönmez Yayınları: 3/268)
Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.
Bu hadis müt\'a\'nın bir müddet ruhsat verilditken sonra ebediyyen neshedildiğini irâde ediyor. Cumhur-u selef ve halefin mezhebi de budur. Müt\'aya altı yerde ruhsat verilmiş; sonra tekrar neshedilmİştir.
Bu yerler : Hayber vak\'ası, umra-i kaza. Mekke\'nin Fethi. Evtas gazası. Tebük gazası, Haetvilü1-VedâYhr. Yalnız bunların bazısının sübûtu ihtilaflıdır. Ncrrvi (631—676) diyor ki : «Doğrusu Müt\'a\'nın haram ve mubah kılınması iki defa olmuştur. Hayber vakıasından önce mubah idi; sonra orada haram kılındı. Bilâhare Fetih yılında -Ki o yıl aynı zamanda Evtas yılıdır- mubah kılındı; sonra ebedî olarak haram edildi.»
Ulemâ-İ ümmet\'in ekserisi bu tahrîme kail olmuşlardır. Sahâbe-i Kîrâm\'dan bazılarının ruhsatın hâki olduğuna kail oldukları İbnİ Abbas hazretlerininde bunlar arasında bulunduğu rivayet olunmuşsa da bunlardan sonradan dönmüş ve hükmün neshine kail olmuşlardır.
ibni Abbas hazretleri\'nin müt\'a\'ya seferlerde zaruret halinde ruh¬sat verdiği llâzimi\'nin tahrîc ettiği Said b Cübeyr hadîsinden anlaşı¬lıyor. Bu hadîse göre İbni Abbas:
Sübhanellah! ben böyle fetva\' vermedim. Mut\'a ancak lâşe, kan ve .domuz eti gibi bir şeydir; o muztar kalana helâl olur» demiştir. Tirmizi\'nin rivayet ettiği bir hadise göre Mü’minun /6.Ayet:
(Ancak zevceleri ile cariyeleri müstesna...» âyet-i kerîme\'si nazil olunca İbni Abbas :
«Öyle ise bunların ikisinden maada her fere haramdır» demiştir.
Buharı, : «Ali (R.A.) Peygamber (S.A.V.)\'den rivâyeten müt\'a\'nm mensuh olduğunu beyân etti» diyor. îbni Mâce sahîh bir isnadla Hz. Ömer (R. A.)\"m «Hutbe okurken : Gerçekten Resûlüllah (S.A.V.) bize müt\'a için üç gün izin verdi; sonra onu haram kıldı. Vallahi muhsan olduğu halde müt\'a yapan bir kimse duyarsam onu taşlarla recmederim.» dediğini tahrîc etmiştir. İbni Ömer (R. A.) dahî : «Bizi Resû¬iüllah (S.A.V.) nehyetti. Zina edecek de değiliz» demiştir.
Bu rivayetin isnadı kavidir.
Hasılı müt\'a\'nm ebediyyen neshedildiğine icmâ-ı sahabe vardır. Hâl böyle oiunca : «onun mubah olduğu kat\'î, nesh\'i zannî\'dir» demek insafsızlık olur. Hattâ «Nihayetii\'î - Müctehidde müt\'a\'nın haram kılındığını bildiren haberlerin mütevâtir olduğu beyan ediliyor; yal¬nız: «ne zaman haram kılındığı ihtilaflıdır» deniliyor. (Ahmet Davudoğlu, Büluğ’ül-Meram Tercümesi ve Şerhi, Selamet Yolları, Sönmez Yayınları: 3/268-370)
Bu rivayetlere göre Hz.Ömer hutbede mut’anın Resulullah tarafından yasaklandığını söyler iken bir de kendisi mi yasaklar.O ancak yasağın tazelenmesi ya da daha geniş kitlelere yayılması için tazeleyebilir.
Bu gibi ihtilaflı meseleleri kuranın eski hükümüne ve yeni hükmün ihdas edilmesine mesnet olarak vermekte bizce çok büyük bir hatadır.Üstelik mut’anın yasaklanamasının peygamber döneminde olduğuna dair kavi rivayetler de olmasına rağmen(kesin dememekle birlikte) Hz.Ömerin bu uygulamayı kaldırdığını (sanki kesinmiş gibi) söylemekte hata üstüne hatadır.
speech-bubble.gif
şuayp Tarih: 20/04/2010 - 09:34:29
Oysa onun yaptığı iş olayı tesbit ve bakış açısından kaynaklanır.Diğer bir deyişle o illet ve sonuç ilişkisini (kuran ve sünnetin ön gördüğü bakış açısı)Kuran ayetlerine dayandırarak tatbikata sokmuştur.Bu manada onun uygulamalarının tümü ya bir kuran ayetine dayanır ya da sünnete. Buna göre olaya uygulanacak ayeti gözardı etmemiş. Ama olaya uygulanacak ayetin ne olduğu hususunda basmakalıp davranmamış fakat çaba sarfetmiştir..Bu durum ise illetin farklı olmasından değil hangi ayetin o illetin muhatabı olduğunun araştırılmasındandır.Yoksa ahkâm ve muamelâta dair hükümlerin eskiyip değişebileceğinden değil.
Zaten o karşılaştığı olaylarda şahsi bir kanaatini değil sahabenin ilimde önde gelenleri ile istişare edip kuran ve sünnet uygulamalarını etraflıca konuştuktan sonra bu kararı vermektedir.Müellefe-i kulupta kendi başına karar verdiğinde de bu duruma karşı sahabe doğru bulduğundan dolayı onu onaylamıştır. Ya da sahabe onun görüş ve uygulamalarını aykırı bulduğunda ona itiraz etmiştir.
Bir Cuma hutbesinde ortaya bir fikir attı ve mihir miktarını dört yüz dirhemden fazla istenmesi dedi. hutbeyi dinleyen bir kadın derhal ayağa kalktı ve : Senin böyle bir şey yapmaya hakkın yoktur. Dedi. Ve Kuran:kantarla mehir tayin etmeye izin vermiştir.,sen bunu değiştiremezsin diye ilave etti.Nasıl sen burada muayyen bir had tayin edersin tarzında Hz.Ömer’e itirazda bulundu.Hz.Ömer kadını haklı buldu ve kendi fikrinden vazgeçti.(Tefsir-iİbni Kesir,Ebu yala’ya ve İbn-i Munzer’e istinaden)

Burada bahsedilen örneklere baktığımızda bu örnekler yeni ihtiyaç ve problemlerin oluşması ve bunları karşılamak için eski hükümlerin tâdili ya da birtakım yeni hükümlerin ikâmesi fikrini teyid edici olarak gösteriliyorsa da illet ve sonuç ilişkisi ile dayandığı kaynaklar itibari ile kuran ve sünnetten başkası değildir.
Bu durumu şimdi kalkıpta tarihsel ve yerel okumaya mesnet görmek eksikliktir.Zaten Zikir olan kuranda hiçbir ayet böyle değildir.O bazı ayetlerde örfe göre diyerek sınırı belirlemiş iken bu örf Resulun uygulamasında o zaman münhasır bazı unsurları taşıyabilir taşıyacaktır da. Ama belirlenen bir hükmün zamanın ahkam ve muamelatı olarak tayini yanlıştır.Hırsızın hırsızlık eylemini ifa ettiğinde(aç kalma hariç Aç kalan birisinin hırsızlık yapması halinde ona ceza verilmemesi ise yine kuran hükmünün lağvı değildir.Zira malda insanın insan olması hesabı ile bir hakkı vardır.ve ona bu hakkın verilmemesinden dolayı onun hayatta kalmak için hakkını almak maksadı ile malı alması hırsızlık değildir. (Mearic 24-25-26).(Haşr 7)Buna göre ona had cezası verilmez.)
onun elinin kesilmesi şeklinde ayete rağmen zamanın değişmesi ile bu hükmün lağvedildiğini söylemek apaçık bir şekilde haktan sapma olur.Zira Allah o zaman bu eylemin cezasını el kesme olarak değilde örfe göre verin diyebilirdi.
Peygamberin uygulamalarından bazıları ise şüphesiz yerel ve tarihsel olarak vardır.fakat bunların hepsi için bunu demek yanlıştır.Ya da Resulun uygulamalarının tümünü bu kapsama sokup reddetmekte.
Zira Resul Kuran odaklı ve o ayetin hükmüne göre bu uygulamayı yapmıştır.Yoksa onun uygulaması kuranı terk veya farklı ve şahsi uygulamaları değildir ki.Onun uygulamalarını bırakın, sözleri dahi böyledir.O havadan(boşuna) konuşmaz.Necm 3
Şu hali tarihsel ve yerellik gibi görülen unsurlar olsa da bu uygulamalar güneş gibi eskimez.Zira buradan onun topluma ayrı ve aykırı olmadığını görebiliriz.mesela :Kıyafeti haya ölçülerindedir.Ama bu kıyafetini bir çok etkenler altında giymiştir.Bunlar başat olarak takva ,haya sahibi olarak ,zengin ve kibirli görünmemek,bedene rahatlık,salih amellerini daha rahat yapabilme olduğu gibi, toplumsal örfü de gözönüne almıştır.
Ama bu yine giyinme ölçülerinde de bir evrensellik vardır.

Yani Kuran’ın hiçbir ayeti eski değildir.O hükümlerin tâdili ya da birtakım yeni hükümlerin ihdası gerekmez.Onun ahkam ve muamelat dair uygulamaları yerel ve tarihsel değildir.Fakat Resulun evrensel uygulamaları olduğu gibi (Namazın nasıl kılınacağı,haccın nasıl ifa edileceği v.s) uygulamalarının bir yerel ve tarihsellik kısmınında olabileceği (ki bunların tesbiti de şüphesiz gerekir) ama bu uygulamalarda yine evrensel manaları da(elbise örneğindeki gibi) içerir.

Hz.ömerin uygulamalarına geçersek:
speech-bubble.gif
şuayp Tarih: 20/04/2010 - 09:33:12
-İnsanlığın gelişimi son bulmamıştır. Son ilâhî yazılı mesajın inişin¬den sonra da bu gelişim devam etmektedir. Bunun sonucu olarak da, yeni ihtiyaç ve problemlerin oluşması ve bunları karşılamak için eski hükümlerin tâdili ya da birtakım yeni hükümlerin ikâmesi kaçınılmazdır.
Bütün bu hususlar gözönüne alındığında; ilk muhatap toplumun örf ve âdetine bina olunan ve zaman/mekân değişmesi sonucunda, vaz’ edilmelerine esas olan illetleri değişmiş bulunan ahkâm ve muamelâta dair hükümlerin değişebileceği sonucuna varabiliriz.
Hz. Peygamberin vefatından sonra, özellikle Hz. Ömer’in bazı uy¬gulamaları bu kanaatimizi; te’yid edici niteliktedir. Mut’a’yı (muvakkat evliliği; yasaklaması, fethedilen arazileri muqatikye (savaşanlara) pay etmemesi, zekâttan ‘muellefe-ı qulub’a hisse ayırmaması, (Muellefe-i qulub ve Kur’ânî ifadeyle el muellefeli qulubuhum, kalbleri İslama ısındırılmak ya da İslâm’a olan düşmanlıkları bertaraf edilmek maksadıyla zekâttan bir nevi ‘örtülü ödenek’ hissesinin tahsisen ödediği kimseler idi. Kur’ân’ın zekâtın sarf yerlerinden biri olarak tayin ettiği (9/60) böyle bir ödeneğin ayrılmasını Hz. Ömer o günkü İslâm toplumunda böyle bir zümrenin varolmadığı mülahazasıyla gerekli görmemiştir19) Tağlib kabilesinden ‘kırkta-iki’ zekât alması... gibi uygulamaları, onun, Kur’anî ve Peygamberi uygulamaların zahirini değil, ruhunu/esprisini esas aldığın; ortaya koymaktadır

Bu konuda Fazlurrahman şöyle yazar:
Hz. Ömer, Irak ve Mısır’ın fethedilen arazilerini muqatileye da¬ğıtmakla ‘daha sonrakilerin nass veya muhkem diye tanımla¬dıkları Kur’ân âyetlerini ve Peygamber sünnetini harfiyyen uy¬gulamak yerine, sosyo-ekonomik şartların, dolayısıyla Hz. Pey¬gamber’in, hayatı boyunca tesis etmeye çalıştığı adalet ilkesinin gereğini yerine getirmiştir.


Kuranın hiçbir hükmü zaman ve mekan hudutları dahilinde vaz edilmemiştir.Onun hükmü indiği gibidir.Ve kıyamete kadar da geçerliliğini yürütecektir.
Zira bu ayetler mübarektir.Bereketli olan ayetler her toplumsal yapı içinde verimli olmalıdır.Onun mübarek olması bunu gerektirir.Bazı toplumlarda bereketli olup bazı toplumlarda ya da zamanlarda onun kısır olduğunu söylemek onu yerel ve tarihsel olarak nitelemekle olur.
Kuranda hiçbir şey eksik bırakılmamış ve herşey farklı şekillerde ama aynı tema etrafında açıklanmıştır.
Onda olan hiçbir hüküm lağv edilmiş değildir. O nasıl indirildi ise öyle kalacaktır.O ölçü ile indirilmiştir ve onun belirtilen hiçbir hükmü zamanın mahsulu de değildir.
O Tüm zaman ve mekanların sahibi tarafından gerektikçe genel ve özel hükümler konularak inzal olmuş bir okumadır. Ancak sorun onun ayetlerinin nerede ve nasıl uygulanacağıdır.Yoksa onun hükümlerinin eski olarak niteleyip hükümlerin tâdili ya da birtakım yeni hükümlerin ikâmesi değildir.
O hükümler bir takım illet ve sonuçlara binaendir.Hükümlerin illet ve sonuçları vardır. Zina edene,hırsızın cezası verilmez.Ama her hükmün illaki bilinmesi gereken bir illeti olmayabilir.Zira Allahın hikmetini kimi zaman tümü ile bilmek zaaf sahibi insan için mümkün değilidir.(bu insanın Allah gibi olmadığını billmesi açısından kurani bir derstir..İşte imandaki sadakat te burada ortaya çıkar.)
İlleti bildirilen bu hüküm yine kuranda belirtildiği gibidir. Kuran da aynı illete rağmen farklı bir ahkam ve muamelat hükmünün icrası kurana aykırıdır. Bunun içindir ki olaya uygulanacak illetin çok iyi bilinerek kuranın hedeflediği sonuçlar ile de uyumlu olması vaciptir.Bu manada illetin tesbiti önem arzeder.
Bu konuda Hz.Ömer her ne kadar örnek veriliyorsa da Hz.Ömerin hilafeti hem uzun hem de genişleyen fetihler nedeni ile sorunların daha büyük olması hesabı ile onun uygulamaları sanki illetleri değişmiş bulunan ahkâm ve muamelâta dair hükümlerin değişebileceğine örnek olarak gösterilmiştir.
speech-bubble.gif
şuayp Tarih: 20/04/2010 - 09:30:00
Kur anın nüzülu tamamlandıktan sonra geçici hüküm mesabesin¬de kalan nassa örnek olarak, Hz. Peygamber’in vefatından sonra, ge¬riye bıraktığı eşleriyle kimsenin evlenemeyeceğine dair hüküm verile¬bilir (33/53).diyen yazarın kuranı bütüncüllük içinde okumadığı anlaşılmaktadır.Şöyle ki:

Bu ayet salt o döneme ait değildir.Bu ayeti ahzap süresinin başından itibaren okuduğumuz da anlamı daha açık bir şekilde ortaya çıkar.Zira Peygamberin hanımları müminlerin anneleridir.Anneler ile ise evlenilemez.Şu halde peygamberin eşleri ile evlenmeme onların anne olmalarındandır.Onların anne olması babanın ise Resul olmasındandır(ayette nebi erkeklerinizin hiçbirinin babası değildir denmesi onun bu ümmetin babası olmadığı anlamına gelmez.Zira bu ayet kan bağı olarak nebinin erkeklerden hiçbirinin babası olmadığı anlamındadır.Zira müminlerin annelerinin de (Hz.Hatice hariç) hiçbirinin çocuğu yoktur.Ama onlar için anne denmiştir.) İman edenler de bu ailenin çocuklarıdır.
Ahzap süresinin başına bakıldığında Onları (evlat edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın; bu, Allah katında daha adildir. Eğer babalarını bilmiyorsanız artık onlar, dinde sizin kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Hata olarak yaptıklarınızda ise, sizin için bir sakınca (bir vebal) yoktur. Ancak kalplerinizin kasıt gözeterek (taammüden) yaptıklarınızda vardır. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. Peygamber, mü\'minler için kendi nefislerinden daha evladır ve onun zevceleri de onların anneleridir. Rahim sahipleri (akrabalar) de, Allah\'ın Kitabında birbirlerine öteki mü\'minlerden ve muhacirlerden daha yakındır. Ancak dostlarınıza maruf üzere yapacaklarınız başka; bunlar Kitapta yazılmış bulunmaktadır. Ahzap 5-6
Bu ayete göre yetim ve öksüzler de sahipsiz değildir.İman edenl yetim ve öksüzlerin, anaları peygamberin hanımları, onların babaları ise peygamberdir.Şu hali ile müminlerin bir aileye mensup oldukları söylenmektedir.Böylece iman edenler yetim veya öksüz değillerdir.
Onlarla evlenmek hiçbir zaman olmaz ibaresi iman edenler nezdinde onların konumunu daha da pekiştirmek içindir.Bu da onların diğer kadınlar gibi değil, (Ey peygamberin kadınları, sizden kim açık bir çirkin utanmazlıkta bulunursa, onun azabı iki kat olarak arttırılır. Bu da Allah\'a göre pek kolaydır.
Ama sizden kim Allah\'a ve Resûlü\'ne gönülden itaat eder ve salih bir amelde bulunursa, ona ecrini iki kat veririz. Ve biz ona üstün bir rızık da hazırlamışızdır.
Ey peygamberin kadınları, siz kadınlardan herhangi biri (gibi) değilsiniz; eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü maruf bir tarzda söyleyin. Ahzab 30-32)
eğitici birer anne olarak görüp bundan başka bir şekilde görmemenin bir diğer açıklamasıdır.
Bu ayetin indiği kişi Hz.Aişe annemiz, devrin en üstün fakihleri arasında kabul edilmektedir.
Bunun duygu olarak içte saklanması dahi o devrin insanlarında olduğu gibi ondan sonraki insanlar içinde olamaz.
Allah\'ın Resûlü\'ne eziyet vermeniz ve ondan sonra eşlerini nikahlamanız size ebedi olarak

(helal) olmaz. Çünkü böyle yapmanız, Allah katında çok büyük (bir günah)tır.
Bir şeyi açığa vursanız da, saklı tutsanız da; şüphesiz Allah, her şeyi bilici olandır. Ahzap 53-54
Zira Allah evlenme duygularının içte saklanması ya da açığa vurulmasına da müdahale etmiştir.Zira bazı şartlarda evlenme niyetinin gizlenmesinde mahsur görmez iken,
(Böylece (iddetini bekleyen) kadınlara evlenme isteğinizi üstü kapalı biçimde bildirmenizden, yahut içinizde tutmanızdan dolayı size bir günâh yoktur. (Çünkü) Allâh, sizin onları anacağınızı bilmektedir. Sakın (kapalı evlenme teklifi sırasında), iyi söz söylemeniz dışında, onlarla bir gizli(buluşma)ya sözleşmeyin ve farz olan bekleme süresi dolmadan nikâh bağını bağlamağa kalkmayın ve bilin ki, Allâh içinizden geçeni bilir. O\'ndan sakının ve yine bilin ki, Allâh bağışlayandır, halimdir (cezâ vermekte aceleci değildir). Bakara 235)
Müminlerin anneleri için bu duyguların bulunmasından kendi katında büyük günah olduğunu söyleyerekte men etmiştir.
Onlar annedir,herhangi bir kadın gibi değillerdirler,Ümmetin eğitici annesidirler.Onlardan ancak bu şekilde istifade edilir.Onlar bu konumdan başka şekilde görülemez,buna o zaman ki ya da peygamberden sonra gelenlerin nikah düşüncesi dahi, dahildir.
speech-bubble.gif
şuayp Tarih: 20/04/2010 - 09:29:22
-Bu alanda Kur’ân’dan elde edilebilecek olanlar, sadece, ilk muha¬tap toplumu etkileyebilecek edebî ve diyagramatik tasvirlerdir. Bu tas¬virlerden hareketle, günümüzde Bucaillizm diye adlandırılan, “Kur’ân âyetlerini, ilmin ya da teknolojinin ulaşmış bulunduğu bazı sonuçlarla intibak ettirme” gayretkeşliğine düşmemek gerekir. Bu yolda ileri sü¬rülmüş bulunan iddialarının çoğunun, Kur’ân diline ve üslûbuna vu¬kufsuzluğun bir sonucu olduğunu kanıtlamak pek zor olmadığı gibi, bu teşebbüslerin, Kur’ân’ın hidayet hedefini saptırmaktan başka bir işe yaramadığı da görülmektedir.

Sayın zeyveli bir hatayı eleştirirken diğer taraftan kendisi de bir hataya düşmektedir.
Zira Kuranın tabiat hayvan ya da insan tasvirlerini edebi ya da diyagramatik olarak görmekte eksikliktir.
Zira Rabbin o tasvirleri vermesi o tasvirler ile akletme arasında bağ kuracak anahtar kavramları vermesidir de. Buna göre o tasvirler insanların hayatının içinde olan ve salt duygulara yönelip harekete geçiren değil bununla beraber o insanın kavram kadrosunu arttırarak ilişkiler ağını daha da sağlamlaştırarak derin ve geniş anlamlar ile tüm yaratılmışlarla Allah arasında amellerinde bir bağ kurması amaçlanmaktadır. Örnek olarak: Gaşiye süresinde geçen dağların dikilmesi,semanın yükseltilmesi,yerin yayılması ifadelerini edebi veya diyagramatik olarak tavsif etmek o ayetleri bütüncüllükten ayırmaktır.
Oysa bu ayetlerin öncesine bakıldığında boşa geçen uğraş ile uğraşısı yüzüne nimet olarak vuran ayırımı yapıldığının ve onların içinde bulunduğu halin anlatılması akabinde bu ayetlerin gelmesi yüzüne nimet vuranların neden yüzünün nimet içinde olduğunu ifade etmesi anlamında manidardır.
Buradan biz onların boşa çalışmama üzerinde ya da çalışmalarının Allah için olduğunu, onların bu niyetleri üzerinde dağlar gibi sarsılmaz olarak kıyamda dikildiklerini, Bu hali ile onların amellerinin takva ile göğe (Rabbe) doğru yükseldiğini ve onların bu niyetlerini tüm zaman ve mekan sathına yaydıkları şeklinde yorumu bu ayetlerdeki söz konusu edilen tabiat tasvirleri ile ilişkilendirebiliriz.Böylece onları gördüğümüzde ya da içinde yaşadığımız zaman ve mekanlarda bu zikirleri hatırlar(ayetler) ve onlarla salih ameller ifa edebilirirz.
Diğer taraftan sel suları ve üzerindeki köpük ile ziynet ya da kullanım eşyası olarak yapılan madenlerde oluşan köpüğün hak ve batıl temsilinde kullanımı sadece edebi ya da diyağramatik bir tasvir mi. Ra’d 17

Ya da Yalvarılmaya lâyık olan ancak O\'dur. O\'nun dışında dua ettikleri onların isteklerini hiçbir şeyle karşılamazlar.Onlar ancak ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir. Halbuki (suyu ağzına götürmedikçe) onun ağzına girecek değildir. Kâfirlerin duası kuşkusuz hedefini şaşırmıştır.Ra’d 14
Gibi daha bir çok ayetlerde mi edebi bir diyagramatik. Bizce bu tür bir tesbit ilahi vahyi yeterince anlayamamaktan neşet eden anlayışlardır.
speech-bubble.gif
şuayp Tarih: 20/04/2010 - 09:28:50
-İnsanoğlu; mâ-dûnu olan varlıklar, yani kendi cinsi dışında kalan hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklar üzerinde, fıtraten yeterli kabili¬yetlerle donatılmış olduğundan, ilâhî doğrudan-hidayetin (sözlü ayetlerin/vahyin) konusu, bu sahadaki ilişkileri tanzim etmek olmamıştır. Yaratılışta sahip bulunduğu kabiliyetleriyle insanın, bu varlıklara yö¬nelmesi için Kur’ân sadece bazı şevkler, impuls’lar vermiştir.
Zeyvelinin bu sözlerine katılmak mümkün değildir. Zira Allah’ın ilahi vahyle insanın, Allah ve kendi cinsi dışındaki sahada ilişkileri tanzim etmek olmamıştır” sözünü vahye arzettiğimizde bu mananın tümü ile yanlış ve eksik olduğunu görürüz.

Zira cahili toplumda;
Kendi kuruntularına uygun olarak şöyle dediler: \"Şunlar, dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir. Bizim dilediğimizden başkası yiyemez bunları.\" Hayvanlar var, sırtlarına binmek yasaklanmıştır; hayvanlar var, Allah\'a iftira yüzünden üzerlerine Allah\'ın adını anmıyorlar. Allah onları üretmekte oldukları iftiralar yüzünden cezalandıracaktır.
Bir de dediler ki: \"Bu hayvanların karınlarında olan, yalnızca bizim erkeklerimize aittir, eşlerimize ise haramdır. Eğer o, ölü doğarsa onlar da bunda ortaktırlar.\" Allah, (bu) düzmelerinin cezasını verecektir. Şüphesiz O, hüküm sahibi olandır, bilendir. Enam 138-139

Ölü eti, kan, domuz eti, Allah\'tan başkası adına kesilen, boğulmuş, vurulmuş, yüksek bir yerden düşmüş, boynuzlanmış yırtıcı hayvan tarafından yenmiş, -(henüz canlıyken yetişip) kestikleriniz hariç,- dikili taşlar üzerine boğazlanan ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar fısktır . Bugün inkâra sapanlar, sizin dininizden umut kesmişlerdir. Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam\'ı seçip beğendim. Kim \'şiddetli bir açlıkta kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalırsa\' -günaha eğilim göstermeksizin- (bu haram saydıklarımızdan yetecek kadar yiyebilir.) Çünkü Allah bağışlayandır, esirgeyendir. Maide 3

Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: \"Size iyi ve temiz şeyler helâl kılındı. Allâh\'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların, sizin için tuttuklarını yeyin ve üzerine Allâh\'ın adını anın, Allah\'tan korkun. Çünkü Allâh, hesabı çabuk görendir.Maide 4
Şimdi bu ayetler var iken ilahi vahyin insanın hayvan-bitki yada diğer varlıklarla olan ilişkisini tanzim etmediğini söylemek hatalıdır.Zira bu ayetler hangilerinin yenip yenmeyeceğine, avlanacak olanlara kadar genel ve özel hükümleri koymuş iken bu sahanın tanziminin ilahi vahyin konusu olmadığını söyleyip insana sadece şevkler ve impluslar verdiğini söylemek ilahi vahyi eksik okumaktır.
speech-bubble.gif
rıdvan Tarih: 30/03/2010 - 19:38:57
selam,
Hikmet bey\'in eski yazılarıda olsa tekrar okunuyor,
Yeni yazıları için Hikmet Bey\'e rica etsenizde bizide nasiblendirse,
yeni sayınızı bekleyeceğim,
Allah kolaylık versin
selam ve dua ile,

Up | Down | Top | Bottom

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder