124
geleneğinde vahiy hem kesin bilgi verir hem de yorumlanması (tefsir, tevil) gereken
bir şeydir.
Buna karşılık Tarihselcilik tarih ve zaman dediğimiz zeminin daha gerisine gi-
dilemeyeceğini varsaydığı için metafiziksel bütün yaklaşımları, sonuçta bizim bu
zamansal sınırlılığımızı aşma teşebbüsleri olarak görür ve bu anlamda salt zihinsel
kurgular olarak kabul eder. Metafizikçilerin aklın kesin prensipleri ya da Varlığın,
bilincin ve dilin kendiliğinden zaman üstü açılmışlığı dediği hususu Tarihselciler
ancak zamanın açılması ile teşekkül eden bir süreç olarak düşünürler. Bunun bir
diğer ifadesi şudur: Zaman, asla içi boş, formal veya entelektüel bir açıklık değil,
içinde gelişen olaylarla muhteva kazanan bir açılma sürecidir. Ve zaman ile birlikte
dil de aynı şekilde kendisi aracılığıyla açılan veya gelişen olaylarla birlikte muhteva
kazanır. Böylece akıl asla soyut, metafiziksel, muhtevasız bir Varlığın açılmışlığını
değil, ancak zamansal süreç içinde ortaya çıkan olay ve olgularla muhteva kazanan
bir Varlığın açılmışlığını kavrar. Böylece tarihselciler akıl-tabiat; akıl-olgu; akıl-Varlık
gibi hususlar arasında bir ikilem görmek istemezler ya da en azından bilginin teme-
lini soyut, metafiziksel, formal bir açıklığa indirgemek istemezler. Oysa İslam gele-
neğinde kendiliğinden açılan Varlık, metafiziksel bir hadise olarak soyut, formal ve
muhtevasızdır. Bu Varlık, ancak ikinci derecede bilme olayı ile muhteva kazanır.
Böylece İslam geleneğinde kabul gören bilgi teorisi ile tarihselciliğin kavradığı
şekliyle bilgi teorisi zemin noktasında farklılaşırlar. Tarihselcilik bu anlamda ancak
zamana bağlı olarak Varlığın gelişen ve değişen olaylarla muhteva kazandığını kabul
ettiği için onu “tarih” olarak adlandırır. Yani tarih, zaman içinde açılarak zamana
muhteva kazandıran varlıkları, olayları, olguları ve bütün bunların açılma sürecini
gösterir. İşte tarihin daima muhteva kazanan zaman sayesinde ortaya çıkması yani
muhtevadan bağımsız bir açılma, bilme, ya da değerlendirme söz konusu olamaya-
cağı için, tarihselcilik muhteva ile zaman arasında ayrılmaz bir ilişki görür. Bu yüz-
den tarihselcilik dil ve dilin muhtevası arasında da ayrılmaz bir ilişki görür. Ancak
her ne kadar Saussure ile birlikte dil ve muhteva langue ve parole şeklinde birbirin-
den ayrı olarak düşünülmüş ise de, Saussure öncesi tarihselci düşünürler dil ve
muhtevayı ayırma yoluna yönelmeyip, dili aynı zamanda içinde ortaya çıkan olaylar,
olgular, değerler vs. ile muhteva ve kimlik kazanan yani bireyselleşen bir şey olarak
görürler.
Fark edileceği üzere tarihselciler zaman-olgu; dil-olgu; akıl-olgu arasında bir
“birlik” yani belirlenebilir bir kimlik ve karakter görmeleri nedeniyle eski dönemlerde
ortaya çıkan sözleri, metinleri, olayları kendi zaman ve dilleri içinde irdelemek ister-
ler ve ancak kendi dönemi içinde cereyan eden zaman ve dil ile bir olay ya da met-
nin muhtevası arasındaki birliği kurduğumuzda sağlam ve doğru bilgiye erişebilece-
ğimizi kabul ederler. Buna göre tarihselciler, eserlerin ya da olayların otantik açıklı-
ğının ancak eserlerin ya da olayların ait oldukları zaman veya dönemin bilincimize
kendiliğinden açıklığı sayesinde ortaya çıkabileceğini kabul ederler. Böylece tarih-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder